Hayatımızın sahiden bir anlamı var mı yoksa –dostlar arasındaki avutucu söz ve küçük yaşam bilgeliklerini saymazsak– tamamen anlamdan mahrum bir sürecin içinde miyiz? Çaresizliğimizin ne kadar farkındayız? Ölüm denilen kaçınılmaz son bizim için kötü bir şey midir? Ölümsüzlük hayalleri insanlık adına bir ilerleme sayılabilir mi? Her türlü içinden çıkılmaz durum göz önüne getirildiğinde, ölümleri intiharla hızlandırmak daha mı iyi olur? İnsanın dünyaya gelişindeki temel çaresizlik durumunu gizleyen felsefe gelenekleri ve hattâ “açıklık ve netlik” konusunda övünen kimi analitik filozoflar hayatın anlamına dair bu temel sorular karşısında suskun kaldılar. Ağır sorular önlerine geldiğinde ya kaçamak yollara başvurdular ya da popüler ve kişisel gelişim yazarları gibi rahatlatıcı, iyimser cevaplar üretme eğiliminde oldular.
İnsanın Çaresizliği, okuyucularını daha açık ve net bir şekilde düşünmeye davet ediyor. David Benatar hayatlarımızın bir anlamı olsa da ne kadar önemsiz varlıklar olduğumuzu hatırlatıyor. Karamsarlık olarak adlandırılan süreç esasında gerçeğin bütününü görebilmektir. Benatar yaşamın geçiciliğini, mutlu görünen yaşamların kalitesinin fazlasıyla düşük olduğunu, insanın büyük acı ve hastalıkları karşısında evrenin kayıtsız tutumunu çözümlerken diğer taraftan aşama aşama ilerleyen kendi mantıksal ve özgün perspektifini okura sunuyor.
Türkiye’de ilk ve kapsamlı Felsefeye Giriş kitaplarından birinin Hilmi Ziya Ülken’e ait olması, eserin bütünlüğü ve konuların ele alınış tarzı düşünüldüğünde tutarlı bir gerekçeye yaslanır. Öncelikle Ülken, felsefeyi sosyal bilimlerin bir alt dalı olarak görmemiş, felsefi bir bakış açısıyla bilimleri kuşatan bir yaklaşım geliştirmiştir. Diğer bir özellik, birbirinden farklı düşünce ve ekolleri incelerken felsefe ve bilimin çok yönlülüğünü belirli bir etkileşim ve neden-sonuç ilişkisi içinde yorumlamıştır. Tarihsel olarak Antik Yunan’dan modern felsefeye, Doğu kültürlerinin düşünsel birikimini de dâhil ederek, birbiriyle kaynaşan ufukların zengin mirasını günümüze taşımıştır. Fenomenolojik betimleme diyebileceğimiz bir yöntemle kavramların öz ve bütünlüklerini, içerik ve bağlamlarını korumuştur. Her düşüncenin başka bir düşünceyi çağıran; yaratıcılığa ve özgür bir zihne kapı aralayan bir üstünlüğü vardır. Aristoteles, Hume, Kant ve Descartes gibi rasyonel çizgide ilerleyen isimler felsefe tarihine kritik katkılarda bulunurken Platon, Augustinus, Pascal, Bergson ve Heidegger gibi düşünürler de ince duyuş ve sezgileriyle okurda bambaşka bir felsefi ve estetik tavır yaratır. Kuşkusuz bu tarz düşünme alışkanlığının Türkiye’de yeşermesinde, Ülken’in düşünce tarihimizin en renkli simalarından biri olmasının büyük payı vardır.
Daha önce iki cilt halinde yayımlanan eser, bu yeni basımda tek ciltte toplandı. Kitap felsefenin doğuşu, felsefenin ana konuları ve yöntemi, mantık problemi, bilgi ve varlık kuramları ile başlar. Felsefenin matematik düşünce, fizik ve biyoloji ile ilişkisi üzerinde ayrıntılarıyla durulur. Bunun yanında sosyoloji, tarih, psikoloji ve din konularının felsefe ile ilişkisi birçok yönüyle değerlendirilir.
Schopenhauer, 1819 yılında Berlin Üniversitesine yaptığı başvurudaki özgeçmişinde kendini “yersiz yurtsuz” olarak tanımlar. Gerçekten de onun yaşamının ilk 45 yılı bir göçebe hayatını andırmaktadır. Aynı zamanda Schopenhauer, ana eseri İsteme ve Tasavvur Olarak Dünya’nın basılmasının ardından tam 17 sene hiçbir şey yayımlamaz. Fakat tüm bunlar Schopenhauer’ın 1833 yılında 45 yaşındayken Frankfurt’a yerleşmesiyle değişir: Hem ölene dek buradan hiç ayrılmayacak hem de artık belirli bir yalnızlık ve münzevilik içinde yayın hayatına dönecektir.
İşte onun bu döneminin ilk meyvesi, 1836 yılında basılan Doğadaki İsteme Üzerine’dir. Schopenhauer, bu kitapta ana eserinde ortaya koyduğu metafizik ile empirik bilimlerin sonuçlarının uyum içinde olduğunu göstermek istemektedir. Bunu yaparken bilim dünyasındaki gelişmelerin sadece bir takipçisi ve kayıtçısı değil, bunların müthiş bir yorumcusudur da. Kitapta evrime dair tartışmasından Çin’in tanrısız dinlerine, bitki fizyolojisinden dilbilime pek çok konu parlak bir biçimde işlenmektedir.
Tıpkı İsteme ve Tasavvur Olarak Dünya ve Yeterli Temel İlkesinin Dörtlü Üzerine’de olduğu gibi Türkçeye kazandırarak yayımladığımız Doğadaki İsteme Üzerine ile birlikte Schopenhauer’ın felsefesinin –popülerliği değil– tanınırlığı adına dev bir adım daha atmış oluyoruz. A. Onur Aktaş’ın tutarlı ve okurun merak edebileceği her noktada açıklık sunan çevirileri Türkçe Schopenhauer çalışmalarına ivme kazandırmaya devam ediyor.
Aydınlanma sorusu Kant’ın sorduğu ve cevap aradığı bir konudur. Michel Foucault derslerinde ve birçok yerde yaptığı konuşmalarda Kant’ın sorusuna değinmektedir. Burada ele alınan “Aydınlanma nedir?” sorusu bu çerçeve içinde oluşmuştur. Bir yandan disiplin toplumu üzerine düşünmekte, diğer yandan ise “doğruyu söyleme” cesaretini birlikte ele almaktadır. Foucault bunu “hakikat oyunları” olarak adlandırmaktaydı. Bu adlandırma Foucault’nun kavramsallaştırdığı bu bakıştır. Bir bakıma, içinde yaşadığımız toplumların ana sorunlarından biri haline gelmektedir: Adalet ile hukuk ve gerçek arasındaki ilişkinin ve sıkı bağın, bugünkü toplumda çözülmeye başladığını izlemek bir mesele olarak karşımızda durmaktadır. Foucault’nun henüz 1980’li yılların ilk yarısında düşündüğü bu durum, bir yandan “kendini tanıma” diğer yandan ise “kendiliğin endişesi” olarak birbirlerinden ayrılmaktadır. Foucault, Sokratesçi “kendini tanıma” düşüncesinden Eski Yunan ve Roma toplumlarında gitgide yeni bir bakış olarak “kendiliğin endişesinin” oluşmaya başladığını birçok kez vurgulamıştır. Bu geçiş, aynı zamanda, toplumsal olarak politika ile profesyonel alana ait bir politika arasındaki ayırımda görünürlük kazanmaktadır. Kant’ın sorusu, “Aydınlanma nedir?”, hem egemenlik hem de cesaret ile buluştuğunda parrhesia ile birleşmektedir: Doğruyu söylemek veya başka türlü bir şekilde formüle edersek, doğru bildiğini söylemek.
20. yüzyılın Ortaçağ’a dönük aydınlık ve bilge yüzü olan Fransız düşünür Étienne Gilson, bu dönemin kültürünü daha yakından tanımak isteyenlerin başlıca kaynağıdır. Batı düşüncesine yeni bir soluk katan Ortaçağ, uzun süre “karanlık” ve “geri” bir zaman dilimi olarak nitelendirilmiştir. Gelgelelim Platon ve Aristoteles ile doruk noktasına ulaşan Antikçağ felsefesini, çağdaşı İslâm medeniyetini ve Yahudi düşüncesini felsefesine katmayı başlıca hedefi haline getiren Ortaçağ düşüncesi, Gilson’un bu başyapıtıyla tüm görkemine ulaşmaktadır. Ortaçağ felsefesi tarihini, içinden çıktığı teolojik köklerden soyutlayarak ele almak, tarihsel gerçekliğe sırtını dönmek ve açıkçası onu pek de bilmemektir. Bu döneme nüfuz etmek, her şeyden önce teologların kaleme aldıkları metinlere, birincil kaynaklara, elyazmalarına yani bugün Ortaçağ felsefesi olarak adlandırdığımız büyük felsefenin yeşerdiği satırların içinde uzun bir yolculuğa çıkmakla mümkündür. Sorbonne’un Ortaçağ felsefesi uzmanı, Académie Française üyesi Étienne Gilson, bu kitabında “aklın büyük ustaları” ile “imanın şövalyeleri”ni bir araya getirmekte; akıl, metafizik, felsefe, teoloji, inanç ve skolastik düşünce üzerine yapılan en temel tartışmalara yer vermektedir. Étienne Gilson’un Ortaçağ’da Felsefesi modern insan için çağların en gizemlisine tüm derinliğiyle ışık tutmaktadır.
Bu kitapta sunulan felsefi okuma, Marx ile Platon, Descartes ve Hegel arasında üretken olabilecek kısa devreler sunmak üzere şekilleniyor: Kapitalist mağarada Platoncu Marx, öznellik düşmanlarına öznelliği savunan Kartezyen Marx, emek temelinde özilişkisel bir olumsuzluk gören Hegelci Marx bir araya geliyor. Günümüzün önemli Marksist düşünürlerinden Žižek, Agon ve Hamza, cesur bir felsefi hamleyle Marx’ı yeni bir özgürleşme siyasetine zemin sunabilecek tarzda yeniden yorumluyorlar. Sonuçta, parçacık fiziğinden güncel siyasi eğilimlere uzanan bir turla kapitalizmin içinde bulunduğu krize farklı bir yaklaşım getiren muhayyel, yaratıcı ve deneysel bir okuma çıkıyor karşımıza.
“Çok yerinde bir zamanlamayla kaleme alınmış bu eserde yazarlar, alışılagelmiş şekilde Hegel eleştirisi üzerinden Marx’ı anlama yaklaşımını tersine çeviriyor, işe Marx’tan başlayıp sonra Hegel’e dönüyorlar. Önümüze yepyeni bir entelektüel ufuk açıyorlar.”Kojin Karatani
“Zamanımıza layık olmak, eleştirel ve yaratıcı bir tutum içinde ona tesir etmek önemlidir. Umutsuzluk bir proje değildir ama olumlama öyledir. Temellendirilmiş, hesap verebilir ve aktif bir ‘biz’ oluşturarak işe başlamamız gerekir. İçinde bulunduğumuz insan sonrası zamanlarda, teknolojinin aracılık ettiği sosyal ilişkiler içinde, ekonomik küreselleşmenin olumsuz etkileri ve hızla bozulan bir çevrede, ‘hakikat sonrası’ politik liderlerin paranoyak ve ırkçı retoriğine karşı, olumlayıcı etik ve politik pratikleri inşa etmek için birlikte nasıl emek verebiliriz? Yaratıcı direnişle nasıl toplumsal olarak sürdürülebilir umut ufukları üretebiliriz? Beşeri bilimlerdeki akademisyenler mevcut durumda insan sonrası zorluklara cevap olacak şekilde bilgi alanlarını nasıl yeniden şekillendiriyor? Nihilizme direnmek, tüketici bireycilikten kaçınmak ve yabancı düşmanlığına karşı bağışıklık kazanmak için hangi araç gereçleri kullanabiliriz? Tüm bunların yanıtı ittifaklar, çapraz bağlantılar ve başımızı derde sokan konularda güç de olsa konuşarak ‘bizi; bir halkı’ oluşturma praksisinde yatıyor. Bu bakımdan içinde bulunduğumuz insan sonrası zamanlar, geniş ölçekli insandışı bileşeniyle birlikte, bütünüyle pek insanca.”
Otuz yılı aşkın süredir beşeri bilimler alanında çalışmalar yapan Rosi Braidotti, pek çok açmaz ve çelişki barındıran insan sonrası dönemde ortaya çıkan yeni öznellik türleri, bilgi üretim pratikleri ve akademik çalışma alanlarını inceleyerek ileriye yönelik olumlayıcı bir yol haritası çiziyor. Bütün canlı yaşamı, ekolojiyi ve teknolojiyi bir süreklilik olarak gören; duygulanıma, ilişkiselliğe ve çapraz üretkenliğe odaklanan, farklılıklardan beslenen, olumlayıcı etiği kendine rehber edinen, materyalist ve eleştirel, neşeli, tutkulu ve yaratıcı bir insan sonrası yaklaşım öneriyor. İnsan Sonrası Bilgi Dördüncü Endüstri Devrimi ile Altıncı Yok Oluş’un kesişiminde yaşadığımız insan sonrası dönemde beşeri bilimlerin dönüştürücü potansiyelini gerçekleştirmeye yönelik bir çağrı niteliğinde.
Ontolojik ve epistemolojik düzlemde Ockhamlı’yı merkeze alan bu çalışma, dönemin koşulları ve tartışmaları temelinde onun felsefesinin ana iskeletini oluşturan bilgi, mantık ve ontoloji alanındaki bazı düşüncelerinin psiko-fiziksel ilişkisini irdelemeyi amaçlar. Bu süreçte karşılaşılan en büyük güçlük, son derece teknik dile sahip olmasından ötürü basit bir çeviriye izin vermeyen Ockhamlı’nın düşüncelerinin bazı noktalarda değişen anlamlarını kavramaktır. Bu bağlamda Ockhamlı’nın incelenmesi, Türkçe literatürde pek fazla yer işgal etmemesi sebebiyle temel öneme sahiptir.
Hepimizi ilgilendiren, anlamını bilmek istediğimiz temel felsefi kavramları bu kitapta bulmak mümkün olmaktadır. Dedüktif-indüktif mantık, teori, kanun, matematiksel teorem, bilgi, soyut-somut bilgi, diyalog ve gerçeklik gibi felsefi kavramlar kitapta ele alınmaktadır. Kitap metninin kısa ve diyalog tarzında basit örnekler içermesi kitabı tereddütsüz anlaşılır kılmaktadır. Bu yönüyle kitap, diğer muadillerinden ayrışmakta ve okuyucuya yeni bir anlatı örneği sunmaktadır.
İnsanlar gözleri ile değil sahip oldukları bilgi ile görürler. Kavramlarımız, dış dünyaya açılan pencerelerimizdir.
Yılmaz Sağlam
“Edebiyatın hoşa gitmesi kısmen, dilin sağladığı kaynaklar sayesinde kim olduğumuzu ve dünyamızın neye benzediğini daha keskin ya da daha derin biçimde görmeye davet etmesindendir; gördüklerimiz cesaretimizi kırabileceği gibi hoşumuza da gidebilir ya da bunların her ikisini birden hissederiz. Kendilerine özgü kapsama sahip başka bakış açıları da olabilir tabii ki. Konusu, havası, biçimi ne olursa olsun edebiyat yine de haz verir, çünkü saf kelime büyüsünü iş başında gördüğümüzde ve hayal gücüne arkitektonik açıdan hâkim olduğuna tanıklık ettiğimizde haz alırız ya da müthiş seviniriz.”
Frank Kermode, Kanonun Estetiği'nde edebi eserlerin ve onlardan beklentimizin yüzyıllar içerisinde nasıl değiştiğini soruşturuyor. Alanında uzman başka akademisyenlerin katkılarıyla da genişleyen soruşturma, edebiyatın okura verdiği hazzı irdeliyor.
Aristoteles’in aklın mahiyeti ve nefsle ilişkisine dair muğlaklıklar barındıran tanımı, Aristoteles yorumcuları arasında aklın mahiyetine ilişkin farklı yorumların ve ciddi tartışmaların oluşmasına zemin hazırlamıştır. İslam dünyasının son büyük Aristoteles şârihi ve Latin dünyanın meşhur “commentator”ü İbn Rüşd de De Anima’ya yazdığı şerhlerde, özellikle de eş-Şerhu’l-kebîr’de problemi felsefî ve teolojik yansımaları bağlamında ele almıştır. Faal aklın ayrık, değişmez ve etkilenmez niteliklerinin heyûlânî akılda da bulunduğunu ileri süren İbn Rüşd, heyûlânî aklın semavî akıllar arasında yer alan dördüncü bir varlık türünü temsil ettiğini, herkeste bulunan tek bir akıldan ibaret olduğunu iddia ederek büyük bir tartışmanın da başlamasına yol açmıştır. İbn Rüşd’ün en büyük okuyucu ve eleştirmenlerinin başında gelen Thomas Aquinas, Aristoteles’in aklın mahiyeti ve fiillerine ilişkin tanımını, daha ziyade aklın ontolojik gerçekliği olup olmadığı sorunu bağlamında ele alarak İbn Rüşd’ün heyûlânî aklın ayrık, ortak ve tek bir akıl olduğu tezini; bireysel nefsin ölümsüzlüğüne, kişisel kimliğin devamına ve bireysel akletmeye imkân tanımaması gibi felsefî ve teolojik gerekçelerle eleştirmiştir. Bu çalışma, İbn Rüşd’ün akılların birliği ve müşterekliği tezini Aquinas’ın Akılların Birliği Meselesinde İbn Rüşdcülere Reddiye adlı eserindeki eleştirileri bağlamında değerlendirerek İslam felsefesi ile Latin Ortaçağ felsefesi arasındaki sıkı ilişkiyi gözler önüne sermektedir.
Mehmet Emin Erişirgil, Cumhuriyetin ilk düşünürlerinden birisidir. Felsefenin uzun yıllar unutulduğu bir kültür içerisinde yetişerek yazmış olduğu “Kant ve Felsefesi”, “Sokrat” gibi eserleri, aslında bu coğrafyanın önceden felsefenin merkezi olduğunu kanıtlar niteliktedir. Ancak düşünür, en verimli olacağı dönemde siyasete girerek böyle önemli bir zekâdan insanların yaklaşık on yıl uzak kalmasına neden olmuştur. O, akademik hayatı boyunca yeni kurulan devletin fikri teşekkülü üzerine çalışmalar yapmıştır.
İki bölümden oluşan çalışmamızın birinci bölümü Erişirgil’in hayatını, ikinci bölümü ise felsefesini içerir. Onun felsefesini ele alırken varlık, bilgi, değer ve eğitim felsefesi ekseninde konuyu incelemeyi uygun gördük. Son olarak düşünürün felsefesini açıkladığı metinleri orijinaline dokunmayarak bilinmeyen kelimelerin anlamlarını parantez içerisinde göstermeyi tercih ettik.
İnsanlık günümüzde, tarihte hiç olmadığı kadar çok ürüne ve tüketim olanağına sahiptir. Hatta Orta Çağ’dan ortalama bir yaşam post-modern birey için bir cehennem ıstırabı gibi gelecektir. Ancak yine de post-modern birey tarihte nadir görülür derecede soyut ve varsayımsal bir endişe içinde yaşamını sürdürmektedir. Post-modern insan sınırsız gıdaya ulaşma olanağına rağmen vitamin eksikliği korkusuyla gıda takviyesi almakta, buzdolabı ve dondurucuda stokladığı yiyeceklere rağmen aç kalmaktan endişe etmektedir. Bu endişenin kökenine inildiğinde ise bir yoksun kalma korkusundan ziyade diğer insanlardan daha az ya da sınırsızdan daha az tüketebilme korkusu ortaya çıkmaktadır. Başka bir ifade ile post-modern insan sınırsızca tüketmediği sürece tatmin olmayan bir tüketici haline gelmiştir. Yani post-modern birey tatminsizliğe mahkûm bırakılmakta ve bunun sonucunda depresyon ve anksiyete gibi post-modern psikolojik rahatsızlıklar ortaya çıkmaktadır. Her şeyin post’laştığı dönemde psikolojik sorunların da post’laşmaması düşünülemezdi(!).Bu şartlar altında pazarlama bilimi sadece ekonomi odaklı bir büyüme yönelimini terk ederek tüketim toplumunu alternatif ekonomik anlayışlar çerçevesinde ve normatif yapıda felsefi açıdan ele almalıdır. Frankfurt Okulu’nun anlayışıyla pazarlamaya ve tüketime bu bağlamda yaklaşan bu çalışmada çağımızın önemli felsefecilerinden Byung-Chul Han’ın post-modern topluma yönelik geliştirdiği yaklaşımlar pazarlama ve tüketim bağlamında incelenmiş ve post-modern bireyin anlam sancısına vita contemplativa bağlamında çözüm önerileri getirilmiştir.
Matematik, doğa yasalarını bulmaya çalışır. Bunu da oldukça iyi başarır. Örneğin matematik sayesinde uçaklar, trenler, binalar yapılır, hatta aya gidilir. Matematiğin birçok uygulaması vardır. Bu uygulamalar matematiğin doğayı anlamamızı sağlayan başarılı bir yöntem olduğunu gösterir. Ama her yere her zaman matematik uygulanabilir mi? Örneğin, iki elma artı üç armut beş meyve eder, çünkü 2 + 3 = 5’tir. Ama bu matematiksel gerçeği iki litre suyla üç litre alkole uygularsak, beş litre sıvı elde edeceğimiz çıkar, ki bu da yanlıştır. Demek ki matematiği uygularken dikkatli olmalıyız.
Doğa, matematiğin tam bir modeli değildir. Doğa matematiğin ancak yaklaşık bir modeli olabilir.
Prof.Dr. Ali NESİN
Bir kişiye iyilik yapmak istiyorsan ona balık verme, balık tutmayı öğret.
Konfuçyüs’ün devlet yönetimine ilişkin fikirleri beş ilke üzerinden ele alınabilir. Bu ilkeler töreye uymak, erdemli ve ahlaklı olmak, örnek evlat olmak, bulunulan konuma uygun davranışlar içinde olmak ve dürüstlüktür. Söz konusu ilkeler birbiriyle sıkı bir ilişki içindedir. Konfuçyüs bu ilkeler çerçevesinde işleyecek bir devlet yönetiminin kadim düzeni yeniden kuracağına inanmıştır. Buna göre töreye uymak, geleneğin devamını sağlayacaktır. Ahlak, devlet yönetiminin kılavuzu olacaktır. Adına yakışır şekilde davranmak idarecilerin görev ve sorumluluklarını belirleyecektir. Ana-babaya saygı ilkesine bağlı yöneticiler halktan da saygı görecektir. Dürüstlük ilkesi ise halkın güven ve itaatini garanti altına alacaktır.
İnsanlar sahip olduklarını küçümser, sahip olamadıklarını önemser. Özenti.
İnsanlar kendi ellerindekini değil sürekli başkalarınınkini isterler.
Acele karar vermeyin. Hayatın küçük bir dilimine bakıp, tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar; aklın durması halidir. Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, yeni çözümleri araştırmayı, dolayısıyla gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl, insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Oysa yol asla sona ermez. Bir yol biterken, yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, bir diğeri açılır. Bir hedef varırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen önünüzde olduğunu görürsünüz.
“Sorgulanmamış hayat yaşanmaya değer değildir” der Sokrates. Eleştirel düşünmenin önemini ve artık unutulan değerini ne güzel özetlemiş.
Felsefe etkinliği zihinsel bir uğraş olarak insanın mutluluğunu artırır. Bireye aktarılan bilgi deryasını eleştiri süzgecinden geçirmeden mutlak doğru olarak kabul etmesini değil, doğru olarak inandığı bilgi ve değerlerin gerekçeleriyle savunabilmesine katkıda bulunur.
Sedat Yazıcı, sade bir dille, felsefeye yeni başlayanlar için, bilgi felsefesinden başlayarak çiçekli bir yol açıyor. Bilim felsefesi, sosyal bilimler, ahlak, eğitim ve siyaset felsefesine kadar sürdürdüğü yolculuğunu, insan hakları ile tamamlıyor. İnsanlık tarihinin düşünsel üretimleri ardı ardına açılan kapılarla şenleniyor, anlam berraklaşıyor.
Bu şenlikli kapıyı aralayıp, çiçekli yolculuğa çıkmak için bir fırsat sunuyor.
“Tarihsiz ya da geçmişi olmayan bir ilerleme yoktur. Her ilerleme, tarihsel bilgi birikimi üzerine kurulur; ancak onun ötesine geçer. Ayrıca, geçmiş, daha önceki zamanlarda gerçekleştirilen birçok yeni başlangıcı içinde barındırır.”Onur Bilge Kula Felsefede İlerleme ve Çağdaşlaşma Kavramları adlı bu önemli çalışmasında, ilerleme ve çağdaşlaşma kavramlarını Kant, Hegel, Marx, Bloch, Adorno, Habermas gibi filozofla-rın yapıtlarını irdeleyerek ele almakta ve bu kavramların Anadolu kültür tarihi içerisindeki yeriyle de ilgili değerlendirmeler yapmaktadır.
“Sade’ın unutulmuş başyapıtı… yazarın edebi gelişimindeki önemli bir dönüm noktası.” –Marco Menin
Sıradışı hayatı ve sivri fikirleriyle ünlü Marquis de Sade’ın, edebiyatının şekillenmesinde önemli rol oynayan, Sodom’un 120 Günü gibi Bastille Hapishanesi’nde mahkûmken kaleme aldığı eseri Aline ve Valcour 1795’te basıldığında yazarın kendi ismiyle yayımladığı ilk kitaplardan biri olmuştu.
Aline ve Valcour isimli iki âşığın bir türlü kavuşamayıp birbirlerini teğet geçen maceraları sırasında mektuplaşmaları üzerinden ilerleyen hikâyede karakterlerin ütopik Tamoe Adası ile onun antitezi olan kötülük, barbarlık ve eşitsizliğin kol gezdiği Batua ülkesinde yaşadıkları anlatılmaktadır. Bu karakterler ve çıktıkları seyahatler üzerinden Sade iyilik, insani değerler ve eşitlik üzerine düşüncelerini sunarken Fransız adalet sistemini de eleştirmektedir.
“Aline ve Valcour, Sade denen bulmacanın eksik parçası ve Fransız edebiyatının kilit metinlerinden biri.” –Steven Moore
“Aline ve Valcour, Marquis de Sade okurlarının Sade hakkında bildikleri, duydukları ve okudukları her şeyi baştan düşünmelerini sağlayacak bir kitap.” –Alyson Waters
“Aline ve Valcour her şeyiyle Devrim dönemine ait bir eser, bu da onun çekiciliğini katbekat artırıyor.” –Prof. Nicholas Birns
Yeryüzündeki her şey tabiatın kanunlarıyla yaşıyor. Tabiat kanunları özgürlük, şeref ve sevgilerini sunuyor onlara. Oysa insanlar bu nimetten ne kadar da yoksun!
Çünkü insanlar,evrensel ilahi ruhlarına sınırlar koydular.
Bedenleri ve ruhları için acımasız kanunlar çıkardılar.
Eğilim ve duyguları için korkunç ve dar zindanlar yaptılar.
Kalpleri ve akılları için derin ve karanlık mezarlar kazdılar.
Suyun geri alınamazlığının melankolik bir bakışıdır ırmak; insanın çocukluğuna dönme isteğinin umutsuzluğunca bakar. Irmak hep anda kalır. Aynı anda iki kez olunamayacağı gibi, aynı ırmakta en çok bir kez yıkanabilir insan. Irmak andan çıkamaz. Zaman, kuma tanımladığı gibi, suya da tanımlamıştır kendini; külliyen dönmez artık geriye.
Evrenin sonsuz örüntülerinden kıvrımlı bir kesittir o. Ağacın kesiğinde bir desen, taşın kırığında bir çizgidir. Gökyüzüne köklenen bir dal gibi, denizine köklenen bir gidiştir ırmak.
Platon'un kaleminden çıkan ve eşsiz bir şekilde Alkibiades'i felsefi ve ahlaki bir araştırma konusu olarak sunan 'Alkibiades' diyalogları, okuyucuya gerçek bir düşünce deneyi sunuyor. Bu eserde, Platon'un geniş felsefi düşüncelerini keşfederken aynı zamanda Alkibiades'in zorlu ve karmaşık yaşamına da tanıklık edeceksiniz. 'Alkibiades', güç, bilgelik, kendini tanıma ve ahlaki değerler hakkındaki kapsamlı düşüncelerle doludur. Platon'un bu eserinde, hem geniş çaplı felsefi konulara hem de kişisel ve politik yaşamlarımızda karşılaştığımız günlük zorluklara derinlemesine bir bakış sunulmaktadır. Sokrates ve Alkibiades'in tartışmalarına kulak veriyor ve bireysel ve toplumsal ahlaki değerlerin önemini anlıyorsunuz gibi hissedeceksiniz. Bu, sadece bir kitap değil, aynı zamanda bir düşünce yolculuğudur. Düşünmeyi seviyorsanız, 'Alkibiades' tam size göre bir kitap. Kendi felsefi yolculuğunuzu başlatın ve Alkibiades'in düşüncelerinin sizi nereye götüreceğini görün. Her sayfada yeni bir keşif, her satırda derin bir anlam bulacaksınız.
“İnsan olmak temelde mükemmelin aranmadığı anlamına gelir”
-George Orwell
"Kışın ortasında, kendi benliğimde yenilmez bir yazı keşfettim."
-Albert Camus
“Nereye gittiğimi bilmek için yürüyorum.”
-Goethe
“Kötüleşen bir hikâyeden kurtulmak için bir kavanoz reçele başvuruyorum.”
-Friedrich Nietzsche
“Bu dalga ve sisten, gemini kurtar.”
-Aristo
Yeniden İnsan Olmak İçin 3 Dakikalık Felsefe, okurları farklı düşünmeye davet ediyor. Bunu yaparken, yazarlardan, düşünürlerden, ressamlardan ve şairlerden istifade ediyor. Toplumun aydınlık yüzlerinin ilham verici 40 sözünü sizlerle buluşturuyor. Eşi görülmemiş bir felsefeyle şifreleri çözülen bu sözler, sizin de hayatınızı şekillendirecek.
Felsefe, 'irfan sevgisi', dünyaya dair bitmek tükenmek bilmeyen merak ve ilgimizin bir ürünü, merakın yavrusudur. Felsefe aracılığıyla en temel soruların cevaplarını ararız: • Bildiğimiz şeyleri nasıl bilebiliyoruz ki? • Tanrı var mı? • Nedir şu güzellik denilen şey? • Bu hayatı yaşamak mı gerek? • Ben neyin nesiyim?
Dümenin başındaki Peter Cave felsefenin tüm ana konularını büyük bir şevk ve berraklıkla bizi eğlenceli bir serüvene çıkarıyor. Cave siyasi felsefeden girip mantıktan çıkarken, yolculuğu Stoacı kanepe ve beynini bir sırt çantasında taşıyan "sıradan" insan Sırrı gibi kurnaz ve uçarı örneklerle bezeyip yavan felsefe kitaplarına deva olacak bir panzehir sunuyor. Ağızlara bal çalan faydalı kutucuk bilgileriyle ve felsefenin gündelik yaşantımızla olan sıkı fıkı ilişkisini gözler önüne sermesiyle son sayfayı çevirdiğinizde sizin de damağınızda yumuşak bir tat bırakmış olacak.
Tarih boyunca filozofların kullandığı yöntemleri ve fikirleri merak eden, felsefede kullanılan kavramsal araçlar üzerine iyi bir referans çalışması arayan okurlar için hazırlanan “Filozofun Takım Çantası” kitabı, okuyucusuna neyin doğru olduğu hakkında bilgi vermez.
Yazar Julian Baggini ve Prof. Peter Fosl soruların nasıl doğru bir şekilde çerçeveleneceğini ve sorulacağını, belki de kendi başınıza öğrenmenin temel yollarını anlatıyor. Tartışma araçlarına giriş niteliği taşıyan bu eser felsefeyi bir hobi olarak gören ve başlangıç seviyesinde ilgi duyan okurların mutlaka okuması gereken bir eserdir.
Çoğumuz felsefeyi zor, karmaşık ve anlaşılmaz buluruz. Belki de böyle düşünmemizin sebebi doğru kitapla bugüne dek karşılaşmamamızdır. Peki analitik ve felsefi becerilerinizi geliştirmek için kullanabileceğiniz tüm aletlerin bir arada bulunduğu, kullanışlı bir takım çantasına sahip olacağınızı söylesek?
İngiliz yazar ve filozof Julian Baggini ve Amerikalı felsefe profesörü Peter Fosl; felsefi düşünmeye katkı sağlayan yöntemlerin, yüzlerce terimin ve temelden ileri düzeye kadar birçok kavramsal açıklamanın da içinde olduğu bir felsefi takım çantası sunuyor. Okuyuculara doğru ya da yanlış bir iddiada bulunan öncüllerini nasıl ortaya koyacaklarını, bunları nasıl kanıtlayıp sonuçlar çıkaracaklarını ve net bir argüman yoluyla nasıl parçalarına ayırıp test edeceklerini kapsamlı bir şekilde öğretiyor.
Felsefe öğrencileri ve meraklıları, felsefeye nereden başlayacağını bilmeyenler ve düşünme becerilerini geliştirmek isteyenler için hazırlanmış Filozofun Takım Çantası ömür boyu kullanabileceğiniz çok yönlü bir kaynak.
Belli bir konjonktür içinde yaşanan gelişmeler karşısında olumsuz bulduğu bir gidişata müdahale etme ihtiyacı duyan ve buradan kendine görev ve ödevlerin yanı sıra birtakım payeler de çıkaran etkin hatta partizan bir filozof: Louis Althusser. İçinden çıkılmaz derece karmaşık, birbirini tutmaz adreslemelerle, kimisi var ki dile pelesenk olmuş birtakım kavramların yerini yurdunu saptamaya ve böylece metinleri okumanın yol yordamını bulmaya çalıştığımız uğrak bir mahalleye benzetebiliriz yazdıklarını.
SSCB tarihi kadar bütün bir Marksist hareket için de bir dönüm noktası niteliği taşıyan 1956'daki 20. Kongre'nin ardından, Stalin'den arınma gayretiyle kendi içinde bir sorgulamaya giren Marksizm, "her şey insan için" şiarıyla, barış içinde birlikte yaşama üzerine sihirli sözlerle liberal bir savruluş yaşarken Althusser, "Marx'a dönüş" iddiasıyla sahne almış ve Marx'ın başlattığı bilimsel devrimi "canlı ve etkin bir hakikat"e dönüştürmeye soyunmuştur.
Bu dönemde Marksist düşünce etrafında yarattığı anaforda, dolaşıma soktuğu kavramlar ve alışverişe girdiği yapısalcılıktan psikanalize dışarlıklı düşünme tarzlarıyla sol'a, etkileri bugüne uzanan entelektüel bir canlılık getirdiğini de söyleyebiliriz.
1978'de kaleme aldığı, Ne Yapmalı? adıyla ölümünden sonra yayımlanan bu risale, Alain Badiou'nun deyimiyle sınıf mücadelesindeki sismik hareketlerin içten kaydı olarak yürüttüğü felsefe uğraşı içinde, Althusser'in maden bulduğu Machiavelli üzerine bir sondaj denemesi...
Feminist hareket açısından politik alan kazanımlar alanı olduğu kadar problemler alanıdır da. Toplumsal alanda faaliyet göstermesi nedeniyle feminizmin politik ilişkiler kurması kaçınılmaz ve gereklidir de ancak kurulan her politik ilişki diğer taraftan bozulan bir ilişki riski taşımaktadır. Daha açık söylemek gerekirse feminizmin sol eğilime fazla yaslanmış olması, onun başarısı önünde bir engel gibi duruyor. Cinsiyet meselesi ile iktidar arasındaki ilişki bu tür bir eğilimi doğalmış gibi gösterebilir ancak iktidar her toplumda aynı anlam içeriğiyle var olmadığından kadın probleminin evrensel mücadelesine her zaman olumlu bir şekilde müdahil olmaz. Dolayısıyla kadının kaderini belirli ideolojilerin politik söylemlerine mahkûm etmek iyi bir fikir olmayabilir.
Yaşadığımız dünyada insan hakları söylemleri bir taraftan yükselirken, diğer taraftan da insan hakları ihlallerinin hız kesmeden devam ettiği dikkat çekmektedir. Bu ikilemin yanında insan haklarının anlamının ne olduğu ile ilgili ciddi derecede bir bilgi kirliliği ve kavram kargaşasının yaşandığı anlaşılmaktadır. Böylesi karışıklıklar insan haklarının Batı'nın icadı ve kendisinden korkulan bir anlayış olarak algılanmasına neden olabilmektedir.
Elinizdeki kitapta söz konusu sorunlar felsefi bağlamda analiz edilerek, insan haklarının özü itibarıyla aydınlatılması amaçlanmaktadır. Bu çerçevede insan haklarının niçin devletin, yasaların, belgelerin vb. bireylere bahşettiği ayrıcalıklar olmayıp salt insan olmaya bağlı haklar olduğu tahlil edilmektedir. Aynı zamanda insan haklarının niçin demokrasi, kültürel haklar, yurttaşlık hakları vb. ile karıştırılmaması gerektiğinin üzerinde durulmaya çalışılmaktadır. Bununla birlikte insan haklarının temelleri ile mahiyetinin anlaşılması hususunda etik, hukuk felsefesi, epistemoloji, eğitim felsefesi alanlarında birtakım temellendirme ve analizlere başvurulmaktadır. Böylelikle diğer bütün alanların konusu olmadan önce insan haklarının niçin felsefi bir sorunsal olduğunun göz önüne serilmesi amaçlanmaktadır.
Şu bir gerçektir ki doğada, parçaların birbirleriyle tutarlı ve uyumlu çalışan organizmalar bulunmaktadır. Organizmaya dair düşüncelerin inorganik maddeye doğru genişlemesi, varlıkların içyapısına daha fazla yakınlığın gösterilmesi anlamını doğurmuştur. Fakat bu organik bağlantılar ve parçaların karşılıklı etkileşimi, sadece kanunlar arasındaki tutarlılıktan değildir.
Görünmez bir zeki erkin varoluşunu kanıtlama yoluyla öğrenen bir kimse, elbette doğal nesnelerin hayranlığını ortaya çıkaracak düzenden hareketle akıl yürütmüştür. Böylelikle dünyanın ve her şeyin ilk nedeni olan kutsal bir varlığın eseri olduğuna dair bir düşünceye ulaşmıştır.
Kozmosta mükemmele doğru bir yükselişin ve kozmostaki bu yükselişin de varacağı son noktanın Tanrı'nın ulûhiyet derecesi olduğuna inanan Samuel Alexander, her şeyin ilk nedeni olarak kutsal bir varlıktan ziyade tüm oluşumların tek mimarı kabul ettiği mekân ve zaman unsurlarını esas almıştır. Bunu yaparken de doğadaki hareketlilik ve bu hareketliliğe bağlı değişkenlikleri, bilimsel yöntemlerle akıl süzgecinden geçirmek suretiyle anlamaya çalışmıştır. Akıl ile bilimsel gerçeklikleri beraber takip etmiştir.
Bu kitap, Alexander'ın bu yolda katettiği yolculuğu, felsefî bir perspektiften bize sunmaktadır. Ayrıca düşünürün belirimcilik felsefesindeki farklı yaklaşımlarını da modern bir bakış açısıyla irdelemektedir.
Nutku, akademik felsefenin sınırlarıyla kendini sınırlı görmeyip yaşadığı ülkenin ve dünyanın sorunlarını da yakından takip eden ve aynı zamanda yazılarında ve felsefi çalışmalarında güncel problemleri de irdeleyen, felsefenin genelliği ile güncelliğini buluşturan bir filozoftu. Ortaya koyduğu düşünceler insanlık ve dünya sorunlarına ilişkin çözüm arayışlarında yol gösteren ve özgünlük taşıyan düşüncelerdi. Düşüncesini geliştirirken yalnızca felsefe tarihinden değil aynı zamanda kendi tarihimizin ve kültürümüzün düşünce kaynaklarından da yararlanması ve yaşadığımız sorunları, çıkmazları ve bunalımları felsefi düşünmenin konusu-problemi kılması da onun filozof kimliğinin dikkat çeken özellikleri arasında sayılabilir.
Yaklaşık iki yıldır hazırlamaya çalıştığımız bu kitapta yer alan yazılar Uluğ hocanın felsefe çalışmalarında işlediği sorunları, onun kendine özgü felsefi söylemini ve özgün kavramlarını çeşitli yönleriyle ele almaktadır. Bu kitabın Nutku'nun Türkçede felsefenin ve felsefi düşüncenin gelişimindeki katkılarını daha görünür ve bilinir kılma konusunda önemli bir işlevi yerine getireceğini umuyoruz.
Başrol tanıdık: Covid-19 salgını. Fakat her bölümde bir başka başrolle çarpışıyor. Kimlerle mi? Voltaire, Aristoteles, Mary Wollstonecraft, Mary Shelley, Foucault, Edgar Morin, Kant, Marx, Marcuse, Rousseau, Wittgenstein, Camus ile.
Yıllar öncesinde örneğin Aristoteles politikadan, Mary Wollstonecraft kadının haklarından ve eğitiminden, Marx işçi sınıfından ve yabancılaşmadan, Kant ahlaktan konuşmuşken, bu söylemleri çağdaşı olmadığı ve kültüründe yaşamadığı insanların hayatına hala dokunabilmektedir.
Elinizdeki kitap, basitleştirilmiş bir dille bu düşünürlerin bazı temel fikirlerinin Covid-19 salgın süreci ile ilişkilendiği bir yolda yürümeye sizi davet etmektedir.
Bir kurgunun tarihi, gerçekte düşüncenin tarihidir. Kurgulanan şey kendinden önce ve sonraki zaman dilimlerinin özelliklerini yansıtır. Kendinden önceki dönemin sosyo-kültürel şartlarını ihtiva eder çünkü kurgunun ana konusu bu şartlara göre oluşmuştur; kendinden sonraki zaman dilimlerine dair de izler taşır çünkü kurgularda geleceğe dair planlar yapılır. İşte Bacon’ın ütopik romanı New Atlantis’te de bütün bunları görmek mümkündür. Modern felsefe ve bilimin babası olarak tarihin sayfalarında yerini almış olan İngiliz düşünür Francis Bacon tarafından yazılan New Atlantis yeni çağı hazırlayan koşullar kadar nasıl bir çağın beklendiğini de anlatmaktadır. Beklenen çağ “bilgi güçtür” inancının dini inançların yerini aldığı, vahyin otoritesini bilgiye bıraktığı, bilginin her alanda insana mutlu ve müreffeh bir hayatın kapısını açacağına dair hissiyatın kuvvetlendiği bir çağdır. Bu çağ, aynı zamanda, bilginin getirdiği güçle doğaya egemen olan insanın krallığını ilan ettiği bir dönemin başlangıcıdır. İnsan krallığı doğanın gözyaşları üzerine kurulmuştur ve bedeli de doğaya ödettirilmektedir. İşte elinizdeki bu kitap ile başlangıç ve sonuçları itibariyle insan krallığının anlatılması amaçlanmaktadır.
Daha önce “aynının cehennemi”nden söz ederek “seçilmiş tek adam rejimleri”ni anlamak için anahtar bir kavram öneren Byung-Chul Han, bu kez, “Yeryüzü, kendini mutlak kabul eden öznenin karşı kutbudur. Özneyi kendi tutsaklığından kurtarır,” diyor. Kendini mutlaklaştıran küstah öznenin her gün suratımıza kustuğu lakırdıları ciddiye almayarak hem zavallılığının altını çiziyor hem de ona bir çıkış yolu gösteriyor: Yeryüzü.Sıradan bir sözcük değil yeryüzü. İnsan zihninin bir ürünü olan dünya ile kendi farkını ayırabilmek için özenilmiş ve düşünülmüş bir sözcük. Çünkü insan zihninin vardığı yer inkâr edilemeyecek bir gerçeklik olarak gözlerimizin önünde duruyor: can çekişen Marmara Denizi! Bir canlı türü olarak insanın dünyaya yüklediği anlamın ulaştığı son nokta.Bu yüzden yazar dünyaya uzaktan, yeryüzünün en yalın ifadesi olan bahçeden, nesne üretiminin henüz başlamadığı yerden bakmayı öneriyor. Bilgisayar ya da akıllı telefon ekranı ile bahçenin duyularımıza verdiği esin farkı üzerine düşünüyor ve “Bahçe zamanı başkalarının zamanıdır,” diyerek başkaya yüklediğimiz anlama çiçekleri de katıyor. Çiçeklerle sarhoş olan, onların zamanında yaşamayı sevenleri dünya’ya değil yeryüzü’ne davet ediyor bu kitap.
Ömer Faruk
20. yüzyılın önemli fikir adamlarından, Müslüman düşünür René Guénon’un, tüm külliyatı 2022 yılında tamamlanıyor.
Kimilerince hayatın büyük soruları kabul edilen felsefi sorular kafanızı mı karıştırıyor? İçinden nasıl çıkacağınızı, hangi yöne gitmenin daha doğru bir seçim olacağı konusunda kararsızlık mı yaşıyorsunuz? Nasıl Filozof Olunur filozofların yüzyıllardır sorup yanıtlamaya çalıştığı bu tür sorular için benzersiz bir rehber: bu kitap sizi bir filozof gibi düşünmeye sevk etmekle kalmıyor, bu soruların bazılarına yanıt bulmanızı sağlarken, bazılarının da aslında yanıtları olmadığını fark etmenizi sağlıyor. Bu doğrultuda, mizahi bir dili de bırakmadan, felsefi fikirleri Family Guy, Monty Python’s Flying Circus, The Matrix ve Red Dwarf gibi eserlerden alınan örneklerle açıklıyor.Nasıl Filozof Olunur’un en önemli iddiası ise felsefe yapmayı öğrenmenin kendi hayatınız hakkında daha net ve dürüst düşünmenize yardımcı olacağını savunması.
René Guénon…
20.yüzyılın en esaslı, sarsıcı, açık medeniyet ve zihniyet eleştirilerini kaleme alan Fransız asıllı Müslüman düşünür…
“Batı medeniyeti gibi bir Doğu medeniyeti yoktur, Doğu medeniyetleri vardır. Bu sebeple bu medeniyetlerin her biri için özel şeyler söylemek gereklidir” der Guénon.
Büyük Üçlü Çin medeniyetine bir yolculuktur. Titiz bir kavramsal işçiliğin ürünü olan eser, Uzak Doğu geleneğindeki “düalizm”in varlığını tartışır ve “üçlü” tabirinin kavramsal yanlışlara yol açmaması için uyarılarda bulunur…
Büyük Üçlü, felsefe okurları için tam bir metafizik şölen. “Gök, Yer, İnsan” sembolizminin köklü bir okuması, Batılı Orta Çağ geleneğine dayanan, “felsefî” bir başka üçlü olan “Tanrı, İnsan, Doğa” ile mukayesesi…
"Burada verilen öncü düşünceler, konuları çalışmak ve tartışmaya açmak içindir. Burada bahsettiğimiz konular diğer kitaplarda, ders notlarında bulunacaktır. Böylece açılan konular genişletilebilir ve gruplardaki tartışmalar bunların etrafında toplanabilir.” - Rudolf Steiner
Bu önemli çalışma, Rudolf Steiner'in "öncü düşünceleri" veya yol gösterici ilkelerini ve Antroposofi Topluluğuna yazdığı mektupları içerir. Kısa, özlü ifadeler kullanan Steiner, manevi bilimini, yönlendirici düşünceyi genişleten ve konuyu, çevresindeki öğeleriyle birlikte ele alan “mektuplarının” eşlik ettiği modern bilgi yolu olarak özlü bir şekilde sunar.
Bu 185 öncü düşünce, Steiner'in temel fikirlerinin paha biçilmez, açık özetlerini oluşturur, aslında bütün Antropozofiyi içerirler. Doktrin olarak değil, kişinin ruhsal bilimle ilgili incelemesini ve tartışmasını teşvik etmek ve odaklamak için tasarlanmıştırlar.
"Antropozofi, insandaki Spiritüel'i evrendeki Spiritüel'e yönlendirmek için bir bilgi yoludur ..."
“Duyu algısından türetilen bilginin sınırları ile içgörünün tüm sınırlarına alabildiğine inananlar var. Ancak bu sınırlarda nasıl bilinçli hale geldiklerini dikkatle gözlemlerlerse, sınırların bilincinde, onları aşma yetilerini bulacaklardır.” - Rudolf Steiner...
Felsefe bilgelik ve bilgi arayışıdır. “Felsefe” sözcüğü, bilgelik sevgisi anlamına gelen, eski Yunanca philosophia sözcüğünden türemiştir. Felsefenin amacı büyük soruların yanıtını araştırmaktır. İşte size birkaç örnek:“Doğruyu yanlıştan nasıl ayırt etmeli?”“Canlılar ve cansızlar neden varlar ve nasıl varlığa geldiler?”“Hayatın anlamı nedir?”“Geleceğimi kendi özgür irademle mi kuruyorum, yoksa kaderimde ne varsa onu mu yaşıyorum?” Sokrates’ten Sartre’a, Konfüçyüs’ten Kant’a tüm filozofların bilgelik ve bilgi arayışına göz gezdirmek ve bu gibi büyük sorulara ne tür yanıtlar verdiklerini öğrenmek istiyorsanız bu fırsatı kaçırmayın.
Byung-Chul Han, Batı düşüncesiyle karşılaştırarak Zen Budizm’in boşluk, hiçlik,dostluk gibi temel kavramlarını açıklamakta ve felsefi potansiyelini ortaya koymaktadır. Bu mukayeseli yöntem, Uzak Doğu’nun köklerini ve Batı’dan farkını göstermektedir. Zen Budizm üzerinden “felsefe yapmak” kavramsal bilgiye karşı yaşamsal bilginin önemini belirlemekte, sessizlik içindeki esrarengiz dil kullanımında mevcut olan gücü gün ışığına çıkarmaktadır. Platon’dan Nietzsche’ye, Leibniz’den Heidegger’e Batı düşüncesiyle Uzak Doğu kültürünü yüzleştiren Han, Zen Budizm’e dair ve onunla gerçekleştirilen felsefeden beslenerek Zen Budizm’in doğasında var olan felsefi gücü geliştirmeyi amaçlıyor. Nihayetinde Zen Budizm, kurucusu Bodhidharma’nın dile getirdiği üzere “doğrudan insan yüreğini göstermek, kendi(liğin) doğasına ulaşmak ve Buda olmak”tır.
Bu kitapta esas olarak üstünde durduğum noktalar şunlar: 1. Neoliberalizm çağında bilginin üretilmesi, iletilmesi ve dağıtılmasında yaşanan ve entelektüel mülkiyet, medya ve üniversite çevresinde yoğunlaşan derin kriz; 2. Buna bağlı olarak “Hakikat” dediğimiz, başlangıcından bugüne felsefenin esas konusunu teşkil eden ve birbirimizle anlaşabilmemiz için zorunlu olan kavramsal zemini oluşturan şeyin kaybolma eğilimine girmesi; ve 3. “Popülizm” diye adlandırdığımız, bir bakıma binyıllardır çeşitli adlar altında varolan, ama daha somut bir açıdan bakıldığında da son yarım yüzyıldır hızla yükselen yeni politik/kültürel oluşum(lar). Bunlar aslında yapmamız gereken tartışmaya bir önsöz bile sayılmaz; daha ziyade bir döküm, bazı soruların, bazı metodoloji arayışlarının yüksek sesle söylenmesi. Bundan sonrasını ise bu konuların tümünde söyleyebileceklerimiz, yapacaklarımız belirleyecek; çünkü mücadelenin sonucunda ne olacağı, mücadele boyunca yapılanların ta kendisidir, ne eksik ne fazla.
Mutlaka kaçınmamız gereken tek şey ise susup (ya da birkaç yüzyıldır ezberlediğimiz klişeleri tekrarlamakla yetinip) olacakları seyretmek ve tarihin müthiş bir iyi niyet ve merhametle bizi masum seyirciler, elinden bir şey gelmeyen gözlemciler ya da “yenik kahramanlar” olarak yargılamasını çaresizce beklemek.
— Bülent Somay
İktisat ve iktisadi ilişkiler, günümüz dünyasında her şeyin ardında yatan temel gerçek ve açıklama olarak görülmeye başladı. Ampirik ve bilimsel olma iddiasındaki her yaklaşım gibi iktisadi yaklaşım da ahlaki olanla değil sadece olgularla ilişkili olduğunu iddia eder. Ahlaki yargı verme zorunluluğu, olguların bir çeşit analizi olduğu öne sürülen çıkarımlar yapmaya yerini bırakmış gibi sunuluyor.Günümüzde kendini siyasal ve ahlaki olarak konumlandıramayan ya da çaresiz hisseden ve bir çeşit yargısızlık ile duygusuzluk durumuna hapsolmuş her modernizm sonu bireyi, iktisadi olanın bu sözde bilimsel çatısı altında kendine bir sığınak aramaktadır.Oysa insanlığın iktisadi olanla ilişkisi her zaman böyle gerçekleşmemiştir. Klasik iktisadın kurucusu sayılan ve aynı zamanda bir filozof da olan Adam Smith’in de dahil olduğu eski dünya tasavvurunda iktisat ahlaktan tamamen ayrı bir alan değildir.Hatta ahlaki yargılar tarafından belirlenen bir alandır. Bu ilişki türünde doğru olan iyi olandır ve iyinin ne olduğu da felsefi bir meseledir.Öyle görünüyor ki, iktisat bilimleşme sürecinde ahlakla olan ilişkisinden felsefeden koptuğu ölçüde uzaklaşmıştır. Bu kitap, işte bu kopuştan önceki dünyanın felsefi temellerinin hikayesidir…
Epikür, 2300 yıl öncesinden, “Hiç kimse genç olduğu için felsefe yapmaktan çekinmesin, yaşlı olduğu için yorgunluk duymasın. Çünkü ruhsal sağlığımızla ilgilenmek için vakit ne çok erken ne de çok geçtir.” diyerek bizi uyarıyor. Epikür’ün bu sözlerini C. G. Jung’un şu cümleleriyle tamamlamak gerekli sanırım: “Biz psikoterapistlerin aslında filozof veya felsefi doktor olmamız gerektiğini söylemeliyiz ya da aslında bunun farkına varmasak da zaten öyle olduğumuzu.”
Başlangıçta ruhu koruyan ve iyi durumda olmasını amaç edinen, onunla hem teorik hem de terapötik olarak ilgilenen felsefeyken, Latin Orta Çağda bu görev ruhu günahlarından arındıran din adamlarına ve 19. yüzyılın sonlarından itibaren de psikoloji / psikoterapiye geçmiştir.
Psikoterapi ile felsefe arasında olan derin ve sağlam bağ günümüzde neredeyse görünmez olmuş, hatta her iki disiplin tarafından reddedilir hale gelmiştir. Aslında felsefe tarihi, insana nasıl bir yaşam sürmesi gerektiğini ve insan ruhunun içine düştüğü çatışmaları nasıl çözeceğini öğretmiştir. Bu sebeple de psikoterapinin felsefedeki kadim konulardan biri olduğu rahatlıkla söylenebilir.
“Toplum, belirli ve bağımsız bir toprakta birlikte yaşayan ve belirli bir anayasaya bağlı olan bir insan grubudur. Fakat tüm toplumlar millet değildir.” der Mauss. Millet kavramını aydınlatmak için öncelikle düşünce tarihine ve karşılaştırmalı filolojiye başvurur ve ardından, toplumların siyasi örgütlenmesine ilişkin genel bir tarih eskizi çizer. Mauss, toplumların gelişimi üzerine geniş bir ampirik araştırmaya dayalı bu düşüncesini a priori bir siyasal felsefi perspektifle değil, etnolojik ve sosyolojik bir perspektifle geliştirir. Bununla birlikte, Mauss’un millet hakkındaki bu çalışması toplumların hususi özelliklerinin ötesine geçen geniş bir kapsama sahiptir.
Daha önce, sosyal bilimler alanındaki uzmanların, öğrencilerin ve bu alana ilgi duyan herkesin ilgisini çekebilecek çok sayıda başka çalışması da bulunan Marcel Mauss’un Paul Fauconnet ile birlikte kaleme aldığı Sosyoloji Yazıları başlıklı denemesini Türkçeye kazandırma mutluluğuna erişmiştik. Fransız etnolojisinin kurucusu ve sosyal antropolojinin kurucularından biri olarak kabul edilen bu önemli ismin geniş düşünce ve çalışma kapsamını aktarmaya, millet kavramı hakkındaki bu eserinin çevirisiyle devam ediyoruz. Yayımlandığı tarihten bir asır sonra bile bu çalışma küreselleşme, artan göç hareketleri ve değişen milletlerarası örgütlenme biçimleri gibi farklı sebepler dolayısıyla millet, milliyet ve milliyetçilik üzerine tartışmaların hararetle sürdürüldüğü bu dönemde ayrı bir değer taşımaktadır.
On sekizinci yüzyılın özellikle kendi çağına damga vurmuş olan büyük Alman filozof Christian Wolff bir felsefeye giriş kitabı olarak ele alınabilecek bu eserde "nedenlerin bilgisi" olarak gördüğü felsefeyi önce "olguların bilgisi" dediği tarih ve "niceliklerin bilgisi" dediği matematikten ayırıyor. Felsefenin bu bilgi türleriyle ilişkisini yahut iş birliğini gösterdikten sonra da onun sınırlarını ve dallarını ve/veya kısımlarını belirliyor. Bu kısımları gerektiği gibi birbirinden ayırıp sıraladıktan ve bu tasnifi temellendirdikten sonra da, felsefenin nasıl icra edilmesi gerektiğini, felsefe yaparken dikkat edilmesi gerekenleri, felsefede doğru yöntemin ne olduğunu, filozofun kullanması gereken üslubu ve felsefe yapma özgürlüğünün önemini irdeliyor. Özellikle felsefenin kısımlarına ilişkin tasnifi hala geçerliğini koruyan ve ontolojinin isim babası kabul edilen Wolff'ün bu eseri felsefeye yeni başlayanlar kadar alanın uzmanlarının da yararlanacağı bir eser olarak karşımıza çıkıyor.
Türkiye’de en çok okunan Almanca yazan filozofların başında gelen Nietzsche’nin tüm popülaritesine, tüm tanıdıklığına rağmen hala bir “yabancı” olarak düşünce dünyamızda var olduğunu söyleyebiliriz. Son yıllarda Türkiye’de sayısı geçmiş yıllara göre artan ikincil Nietzsche literatürü bu eksiği kapatmaya başlamışsa da bizim çağımızın sorunlarına karşı yeniden onun düşüncesini işe koşmak için şimdi onun yaşamla felsefeyi bir araya getiren sezgilerine ve şifreli dilinin altındaki çoklu anlamlara daha çok ihtiyacımız var. Çünkü Nietzsche’ye her geri dönüldüğünde onu günün değişen pratikleriyle ilişkilendirmek, ondan “yeni” perspektifler öğrenebilmek, kısaca “yeni”yi Nietzsche’nin hep “yeni” kalan felsefesiyle anlayabilmek mümkün. Onun akışkan ve aşırı felsefesi bizi bugün ve dün üzerine düşünürken “yeni”nin yaratıcılığına, yaşamı dönüştüren gücüne, dolayısıyla yeni bir dünyaya da, geleceğin düşüncesine de çağırıyor. Nietzsche kendi çağını aşabildiği için 20 yüzyılda günceldi. Bugün de güncel, muhtemelen yarın da güncel olacak… İşte bu yüzden hep hem tanıdık hem yeni kalacak.Nietzsche’nin felsefesini “aşırılık, yaşam, kendilik” temaları etrafında tartışan bu derlemede yer alan yazılar, Nietzsche’nin bize o çok tanıdık gelen kavramlarının, “ebedi dönüş”ün, “amor fati”nin, “üstinsan”ın, “güç istenci”nin, “dekadans”ın, “nihilizm”in, unutmanın, hatırlamanın, kendilerini nasıl “yeni”lediğini çoğul bir gözle anlamak için Nietzsche’nin yapıtları ve “çağa aykırı” düşünceleri arasında farklı yorumları ve birbiriyle çatışan savları da dahil ederek yol alıyorlar.
İlk insanlar nasıl yaşıyordu? İlk toplumlar nasıl kuruldu? Filozofların tarih öncesi dönemlere ilişkin görüşleri nelerdi? Arkeoloji ve antropolojinin olmadığı bir zamanda geçmişe dönük bu yeniden inşaa çabaları neye dayandırılıyordu, neden yapılıyordu? Bu kitap, insan topluluklarının düzenli toplumlara ve oradan da devlet denen karmaşık yapıyı oluşturmaya geçişini anlayabilmek için tüm bu soruların izini sürüyor. Bunu yapabilmek için de mitoloji ve dinden gelen öğelerle süslenmiş bu anlatıların içinden asıl söylenmek isteneni bulup çıkarmaya çalışıyor. Aynı zamanda, doğal durum soyutlamasının Platon’dan Rousseau’ya kadar olan temel öğelerini bir araya getirerek, devletin temellerinin neye dayandığını anlamaya çalışıyor.Son tufandan sağ çıkıp bugünkü insanlığın kurucusu olmuş çobanlardan doğdukları andan itibaren kendilerine yeter olan ilk insanlara, bakırın keşfedilip dünyanın fethedilişinden çalışmanın ve emek vermenin cennetten çıkma olduğuna, herkesin herkesle savaşından soylu vahşilere kadar ünlü filozoflara ait pek çok anlatı bir araya gelip nihayetinde en son ve en büyük masalın, yani Devlet’in ne olduğunu bize anlatıyor. Doğal Durum ve Devlet, sadece akademik felsefeyle ilgilenenlerin değil, genel olarak felsefe ve tarihe ilgi duyan herkesin keyifle okuyacağı bir kitap.
Lysis ya da "Dostluk Üzerine" Platon'un erken dönem diyalogları arasında sayılır. Hatta Antikçağın ünlü felsefe tarihçisi Diogenes Laertios'a bakılırsa, Lysis'i Sokrates okumuş ve “bu çocuk da bana amma yalan söyletmiş” demiş. Diyaloğun konusu dostluktur ve bu dönem diyaloglarının çoğunda olduğu gibi tartışmanın konusu karara bağlanmaz. Ancak, argümanların gücü ve tartışmanın derinliği bakımından Lysis, felsefe tarihinin temel taşlarından biridir.
Jacques Derrida’nın 1996’da verdiği “Konukseverlik Üstüne” seminerinden iki oturumla birlikte, seminerleri dinleyen Anne Dufourmantelle’in “Davet” başlıklı metni yer alıyor bu kitapta. Kitabın kendisi bir konukseverlik sahnesi gibi tasarlanmış: Derrida o zaman genç bir felsefeci olan Dufourmantelle’in “davet”ine uymuş, kapısını açtığı seminerinin metnini ona teslim etmiş; Dufourmantelle’in metni de Derrida’nın seminerine kitabın kapısını açmış ve baştan sona eşlik etmiş. Jacques Derrida felsefe ve edebiyatın klasik metinleri ile güncel gelişmelere aynı anda başvurarak konukseverliğin yasa ve koşullarını sorguluyor; sadece bireysel değil toplumsal düzlemde de koşulsuz bir konukseverliğin mümkün olup olmadığı, nasıl mümkün olduğu üstüne düşünüyor. Felsefenin hayatın anları ya da olayları üzerine düşünmenin bir yolu olduğunu gösteren bu metinler düşünülmemişi bulup çıkarmak, üstüne düşünmek ve düşündürmek isteyen Derrida’nın felsefesi için de uygun bir “giriş kapısı”.
Yazar Oğuz İnel filozof Slavoj Žižek’in düşünce ve metinleriyle bir diyaloğa giriyor bu kurmaca söyleşide: Sorular, bağlantılar ve örneklerle hem Lacan düşüncesini hem kendi düşüncesini açmaya sevk ediliyor Žižek. İki oturum olarak tasarlanmış kitapta ilk bölümde arzu, gerçek ve özgürlük gibi kavramlar üstünde durulurken, ikinci bölümde salgın, din, terör ve demokrasi gibi güncel ve siyasal meseleler ele alınıyor.
Žižek’i okumak ve yeniden okumak isteyenler için.
Kendisi Atinalı olmasına rağmen, Spartalılara ve onların geleneklerine büyük bir hayranlık duyan Ksenophon, Spartalıların Devleti eserinde, Lykourgos’u ve onun Sparta’da kurmuş olduğu sistemi anlatır ve hayranlığını dile getirir. Sparta’nın askerî başarısının tesadüf olmadığını, çocukluk dönemlerinden yaşlılık dönemlerine kadar tüm vatandaşların nasıl bir disiplinle eğitilmiş olduklarını aktararak vurgulamaya çalışır.
Atinalıların Devleti eseri ise Atina demokrasisinin genel bir çerçevesini çizmeye çalışır. Ksenophon’a atfedilmiş olmasına rağmen, üslubu bakımından başka bir yazar tarafından kaleme alınmış olduğu kabul edilir ve bu nedenle yazarın adı Pseudo-Ksenophon adıyla anılır. Yazar, eserin başında Atina’nın kurmuş olduğu yönetim sistemini eleştirir, ancak devamında bu sistemin iyi yönlerini anlatacağını aktarır.
Internet Explorer tarayıcısının 9.0 ve daha eski sürümlerini desteklememekteyiz. Web sitemizi doğru görüntüleyebilmek için tarayıcınızı güncelleyebilirsiniz, güncelleyemiyorsanız başka bir tarayıcıyı ücretsiz yükleyebilirsiniz.