1949-2019 yılları arasında Çin Halk Cumhuriyeti’nin sağlık politikalarını birinci elden anlatan eser. Çin Nüfus İletişim Merkezi’nin titiz derleme çalışması sonucu tüm dünyaya özellikle pandemi döneminde yayılan Batı merkezli ırkçılığın ne denli yanlış ve çarpıtmalarla dolu olduğunu gösteriyor. Ne bulursa yiyen, dünyaya virüs bulaştıran, gelişmemiş, vb. bir çok karalamanın ne denli yanlış ve gerçeklerinse ne kadar farklı olduğunu olgularla görmek isteyen objektif okurlar için… devrimin gerçekleştiği 1949 yılında ortalama yaşam süresi 35 yıl olan Çinlilerin bugün ulaştıkları noktayı merak edenler için…
Bu kitabın temel amacı siyaset bilimi okuyan öğrenciler ile siyaset bilimine ilgi duyan genel okuyucuya, siyaset biliminin temel ve anahtar kavramlarını anlaşılır ve basit bir dille anlatmaktır.Bu çalışmada da siyaset biliminin ilişki içinde olduğu diğer bilim dallarının bazı kavramlarına da yer verilmiştir. Özellikle sosyoloji, felsefe, iktisat ve hukuka dair pek çok kavrama kitabımızda yer verilmiştir.
Amacım çok fazla teknik ve akademik anlatıma kaçmadan, teferruata girmeden, her yerde karşılaşılması muhtemel temel kavramları, herkesin anlayacağı bir dille anlatmak oldu. Bu bağlamda bütün kavramların olmasa da bazı önemli kavramların etimolojik analizi de yapılmıştır. Yine mümkün mertebe kavramların kısa bir tarihi de verilmeye çalışılmıştır.
Çalışmamızda önem verdiğimiz bir husus da, bazı önemli kavramların daha iyi anlaşılması için o kavramla ilgili temel bir kitabın önerilmesi olmuştur.
“Ölümü dikkate almaksızın yaşamı anlamak ne kadar imkânsız ise vergilemeyi dikkate almaksızın sosyal harcamalarla gerçekleştirilen yeniden dağılımı anlamak da o kadar imkânsızdır” Edwin Amenta
Gelirin yeniden dağılımı, üretim ilişkileri sonucunda piyasada üretilen gelirin adaletsiz bölüşümünü daha adil bir hale getirmek için devletin elindeki araçları kullanarak yüksek gelirlilerden düşük gelirlilere doğru gelir akımı yaratmasıdır. Devletin geliri yeniden dağıtmasındaki amacı, toplumdaki gelir eşitsizliklerinin düzeltilmesini ve yoksulluğun azaltılmasını sağlamaktadır. Devletin bu alandaki en önemli araçları ise sosyal güvenlik sistemleri ile maliye politikaları kapsamında olan vergiler ve kamu harcamalarıdır. Sosyal güvenlik sistemi kapsamında toplanan sosyal parafiskal gelirler ile vergilerin toplanma biçimi ve hangi kesimlere ne kadar yük getirdiği, sosyal güvenlik sistemi kapsamında yapılan harcamalar ile kamu harcamalarının hangi kesimlere doğru ne seviyede gelir akımı yarattığı yeniden dağılımın yönünü ve büyüklüğünü belirlemektedir. Elinizdeki çalışmada öncelikli olarak sosyal güvenlik sistemi gelirlerini oluşturan sosyal parafiskal gelirler ile bu sistemin finansmanında önemli oranda kullanılan vergi gelirlerinin gelirin yeniden dağılımı üzerindeki etkisi incelenmektedir.
“Dünya üzerindeki en tekinsiz toprak, insanın zihni ve kalbidir”.Bu söz Amerikalı coğrafyacı John Kirtland Wright (1891–1969) tarafından 1946 yılında Ohio'da Amerikan Coğrafya Derneğinin açılış toplantısında söylenmiştir. Bu sözün 19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçişe tanıklık eden bir coğrafyacı tarafından söylenmiş olması manidardır, zira bu dönemde dünyada İmparatorluklar çözülürken, ulus devletler sınırlarını oluştururken, sanayileşmiş devletler sömürge topraklarda kolonyal siyasetlerini sürdürürken Amerika'dan Finlandiya'ya, Hindistan'dan Etiyopya'ya, Japonya'dan Ruanda'ya, tüm dünya şiddet ve katliamlarla sarsılmıştır.20. yüzyılda yaşanan çatışmalarda çarpışan sadece insanlar ve silahlar değil imgeler ve anlatılardır. Kenyalı yazar Ngũgĩ wa Thiong'o, 1981 yılında yayımladığı “Zihni Dekolonize Etmek” adlı kitabında, emperyal güçlerin dayattığı kültürün bir silah olarak kullanıldığını, kültür emperyalizmi ile yerli halkların kendilerine nasıl yabancılaştırıldığını anlatır. Thiong'o'ya göre “Kültür bombası”, canlılara kendi adlarını, yuvalarını, dillerini, mirasını, birliğini, yeteneklerini ve son olarak da kendilerine olan inançlarını yok edecek kadar etkilidir.”. Bu nedenle 20. yüzyılın tarihini yazarken kolonyalite ve her türlü şiddet birlikte ele alınmalıdır.Bu kitapta, kolonyal siyaset ve “kolonyalite”nin yeniden ürettiği politikaların sonucunda 20. yüzyılda yaşanan şiddet ve katliamlara dair alternatif anlatılar ve sorgulamalar bulacaksınız. Seçkin akademisyenlerin kaleminden çıkan bu yazıların gelecek yüzyılda barışa ve adalete ilham olması umuduyla…
Arap Baharı sonrasında başlayan Türkiye’ye yönelik Suriyeli sığınmacı göçü giderek kalıcı hale gelmektedir. Kuşkusuz bu göçün Türk toplumu bakımından yarattığı çok farklı olumlu/olumsuz etkiler bulunmaktadır. Sosyal medya üzerinden Suriyelileri tartışmak, tüm Suriyelileri aynı potada değerlendirmek ya da göç sürecini güvenlikleştirmek yaşanan bu sorunları çözmeyecektir. Suriyeli sığınmacı göçünün bilimsel yöntemlerin ışığında incelenmesi, bu göçün Türk toplumu bakımından doğurduğu etkilerin en doğru biçimde analiz edilmesi büyük bir önem taşımaktadır.
Sayıları 3,4 milyona yaklaşan Suriyeli sığınmacıların 1,6 milyonu 18 yaşından küçük iken, yaklaşık 600 bini gençlerden (15-24 yaş) oluşmaktadır. Bu nedenle Suriyeli gençler özel bir önem arz etmektedir. Suriyeli sığınmacı göçünün gelecekte nasıl bir şekil alacağı, Suriyelilerin Türk toplumundaki konumunun ne olacağı, ülke kalkınmasına ne ölçüde katkı sunacakları, Suriyelilerin yeni geldikleri topluma ne derece uyum sağlayacakları vb. soruların cevabı bu gençlerin ileride sergileyecekleri tutum ve davranışlarında saklıdır.
Şanlıurfa özelinde Suriyeli gençleri ele aldığımız çalışmamızın amacı; Suriyeli gençlerin profilini ortaya çıkarmak, yaşadıkları sorunları ve beklentileri tespit etmek, belirlenen sorunlar için çözüm önerileri getirmektir. Farklı disiplinlerden akademisyenlerin bir araya geldiği çalışmada, nitel ve nicel araştırma tekniklerinin birlikte kullanıldığı karma araştırma metodu benimsenmiştir.
Türkiye'de demokratikleşme, anayasal gelişmeler gibi konuları çalışmaya başlayan araştırmacılar, kendilerini askerî darbeleri de incelerken bulurlar. Çünkü Türkiye, çok partili hayatı tecrübe etmeye başladıktan sonra iki askerî darbe yaşamış ve bu askerî darbelerden sonra hazırlanan anayasalarda da pek çok antidemokratik hüküm yer almıştır. Darbeyi gerçekleştiren askerler, yönetimi, sivil siyasetçilere devrederken anayasal sistem içerisinde kendilerine özerk alanlar açan, karar alma süreçlerinde söz sahibi olmaya devam edebilecekleri kurumlar inşa etmeyi ihmal etmemişlerdir. Anayasal sistemin birer parçası hâline getirilen bu kurumlar, kararları ve uygulamalarıyla Türkiye'nin pekişmiş bir demokrasiye sahip olmasını engellemiştir.Bugün bile Türkiye'de demokratikleşme yönünde atılan her adım, “vesayete karşı verilen mücadele” olarak ifade edilmektedir. Bu söyleme paralel olarak Türk siyasal sistemi üzerine yapılan değerlendirmelerde de “vesayet”, “vesayetçi yapılar”, “vesayet organları”, “vesayetçi demokrasi” gibi kavramların sıkça kullanıldığı görülmektedir. Bu kavramlar çerçevesinde yapılan çalışmalar da 1982 Anayasası'na ve onun içeriğine odaklanmaktadır. Çalışmalar incelendiğinde Türkiye'de vesayetçi demokrasinin yerleşmesine dönük anayasal adımların 1961 Anayasası ile atıldığı; bu demokrasi anlayışının güçlenmesinin ise 1982 Anayasası ile sağlandığı ifade edilmektedir. Bu ifadeler elbette ki doğrudur. Ancak ihmal edilen ya da eksik kalan nokta, vesayetçi demokrasinin 1961 Anayasası ile nasıl tesis edildiğidir.İşte bu kitap, ihmal edildiği düşünülen 1961 Anayasası dönemine odaklanmaktadır. Eser, bu anayasada yer alan kurumlara ve bunların somut uygulamalarına odaklanarak vesayetçi demokrasinin Türkiye'de nasıl kurumsallaştığını incelemektedir. Bu yönüyle eserin, 1961 Anayasası dönemine odaklanacak yeni araştırmalara da kaynaklık etmesi hedeflenmektedir.
Kırgızistan’ın tarihinin öğretiminde en önemli konuların birisi XIX. Yüzyılın ikinci yarısı XX. Yüzyılın başlangıcındaki Rus İmparatorluğunun Kırgızistan’da yürüttüğü tarım siyaseti sayılmaktadır. Adı geçen konu ile ilgili araştırmacıların bilimsel çalışmaları her dönemin siyasi bakış açısına göre farklı farklı değiştirmelere uğramıştır.
Bu kitapta bu konu üzerinde geniş durabilmek için devrime kadarki ve Sovyet, Eski Sovyet dönemlerdeki bu konuyla ilgili olan bilimsel araştırmaları inceleyerek gerçek bir sonuca varabilmek için çabalanmıştır.
Kırgızistan Rus İmparatorluğuna katıldığından başlayarak bu süreci yansıtan kavramsal yöntemdeki birçok tarihsel eserler yayınlanmaya başlamıştır. Bu eserlerin değeri yazarların araştırmasında bu konuyla ilgili olumlu ve olumsuz taraflarının tam olarak yansıtılmasındadır. İlk eserler Rus İmparatorluğunun ele geçirme siyasetine katılan insanlar tarafınca yazıldığından dolay bu süreç bilimsel özelliği kazanamayıp sadece olayı betimleme olmuştur. Bu eserlerde bazı yazarlar olaylar hakkında açıklamalarını da belirtmişlerdir. Toplumun aydınlanmasıyla her bir araştırmacı Rus İmparatorluğunun Türkistan’da yürüğü siyasetinin olumlu taraflarını belirtmekle birlikte, bazen bu sürecin olumsuz taraflarını da açıkça belirtmişlerdir. Böylece bizim dikkatimizi çeken bu konu döneme göre değerlendirilmiştir.
Rus imparatorluğu Güney Kırgızistan’daki toprak siyasetini Kuzey Kırgızistan’dakine göre bir az farklı yönetmiştir. Çarlık hükümetinin göç siyasetini genelde Ruslar yöneterek bu durumdan birçok fırsattan yararlanmışlardır. Rusya’nın toprak siyaseti tamamen soygunculuk, yağmalama niteliğinde olmuştur. İleride Rusya’nın yine bu kadar torağı yerel halkın elinden alma amacı olmuştur. Kırgızistan’ın güney bölgesinde toprağın ülkenin mülkiyeti olarak ilan etmek Çarlık Hükûmeti için çok uygun olmuştur.
Rus İmparatorluğunun Kırgızistan’da yürüttüğü tarım siyasetinin olumlu ve olumsuz tarafları hakkında kısa bilgi verecektir. Toprak siyasetinin genel olarak yerel halka olan siyasi ve ekonomik etkilerini incelenmiştir. Rus iktidarı bu bölgede kendi iktidarını oluşturmak için yürüttüğü faaliyetleri ele alınmıştır. Her Rus iktidarının yerel halka değer vermedikleri ve dikkat çektiğini görmek mümkün.
Çin deyince, yarım bir kıtayı kapsayan toprakları ve işgal ettiği bu topraklarda yaşayan yerli halklar üzerinde kurduğu acımasız baskı ve zulüm gücüyle özdeşleşen “Çin İşkencesi”ni akla gelir. Zira, Çin yönetimi tabiatı gereği tarihte olduğu gibi, şimdi de kendi halkı içinde faaliyet gösteren Falun Gong ve Hong Kong demokrasi hareketi taraftarları dahil olmak üzere, işgal etttiği topraklarda yaşayan Uygurlara, Moğol çobanlara, Mançulara, Korelilere ve Tibetlilere uyguladığı asimilasyon, soykırım politikalarının gereğinden olmak üzere; zoraki eğitim ve çalışma kampları, toplu işkenceler, organ satışı ve tecavüzlerle topyekun bir insanlık suçu ve ayıbının adını taşımaktadır. Ülkemizde Çin ile alâkalı konular daha ziyade Doğu Türkistan üzerinden konuşulduğundan, Çin’in gerçek yüzünü tanımak tabii olarak bir eksiklik taşımaktadır. Bu itibarla kendi iç çelişkileriyle olduğu kadar, uluslararası camiada yarattığı sıkıntıların da anlaşılması açısından her biri konusunun uzmanı akademisyen ve ilim adamları yetmiş yıllık Çin yönetiminin baskı altında tuttuğu yerli halklarının maruz kaldıkları etnik soykırım, siyasî ve dini baskı, ekonomik sömürü, sosyal marjinalleşme ve çevresel tahribatla bir sömürge ve zulüm imparatorluğunun içyüzünü gözler önüne sermekteler. Bu yoldan olmak üzere, Doğu Türkistan’da toplama kamplarına tıkılan milyonlarca Uygur, Güney Moğolistan’da elli yılı aşkın süredir gerçekleştirilen fizikî soykırım, özgün kültür ve dinî inancı yok edilen Tibetli, bir hayat tarzı olarak geliştirilen Fung ritüli mensupları, insani hakların korunması için mücadele eden Hong Konglular demokratik karşı protesto hareketleriyle Çin sömürü ve dikta rejimine karşı hür dünyaya çağrıda bulunmaktadır. Bu çalışma ezilen ve sömürülen mazlum halkların çığlığına bir katkı niteliği taşımaktadır.
İki Yanılsamanın Sonu, günlük haberlerden son iki yüzyılın ve daha öncesinin en derin ve en aydınlatıcı tarihlerine uzanan, büyük ölçüde fetişleştirilmiş iki soyutlama olan “İslam” ve “Batı” arasındaki en tehlikeli yanılsamaları parçalayan cesur, kışkırtıcı ve çığır açan bir eser. Hamid Dabashi bu kitapla, bu iki kavram arasında hayal edilen medeniyet ayrımlarının, çeşitli ve değişken toplulukların yaşadıkları melez deneyimleri açıklamakta nasıl yetersiz kaldığını gösteriyor.
İki Yanılsamanın Sonu, ayrıntılı tarihsel ve güncel analizler aracılığıyla bu küresel kurguyu yaratan motivasyonları açığa çıkarıyor. Dabashi, "Batı"nın nasıl Avrupa Aydınlanması sırasında icat edilen ideolojik bir meta ve medeniyet mantrası olduğunu ve küreselleşmiş kapitalist modernitenin yükselişi için bir merkez üssü olarak hizmet ettiğini gösteriyor. Buna karşılık oryantalist ideologlar da, dünyanın dört bir yanında –Hindistan, Çin, Afrika, Latin Amerika, Orta Doğu– “aşağı medeniyetler” şeklinde aynı derecede hayali soyutlamalar üretti. Sonuç, bir yanda İslamofobi, diğer yanda militan İslamcılık olmak üzere, çağdaş tarihimize yanlış açıklamalar ve hatalı öngörüler getiren bir medeniyet düşmanlığının prototipi olarak "İslam ve Batı" projeksiyonu oldu. Dabashi, bu tehlikeli ilişkiyi ortadan kaldırmanın, tehlikeli yanılsamalarını açığa çıkarıp üstesinden gelmenin ve dünyayı serapların ötesinde hayal etmenin zamanının çoktan geldiğini savunuyor. İki Yanılsamanın Sonu, son zamanlarda ortaya çıkan en ikonoklastik eleştirel düşünce ve bilim çalışmasıdır ve paylaştığımız dünyanın çok daha özgürleştirici bir hayalî coğrafyasına giden yolu açmaktadır.
Birçok hanedan için politik ve ekonomik çalkantılarla geçmiş 17. yüzyılın ikinci yarısında, zengin olma hayali taşıyan bir tüccar olan Dudley North, Osmanlı topraklarına adımını atar. On dokuz yıl süren serüveni neticesinde –ki bu sürenin önemli bir kısmı İstanbul'da, Pera'da geçmiştir- 17. yüzyıl için önemli sayılabilecek bir servet biriktirir ve anavatanı Londra'ya döner. Daha sonra “Sir” unvanı alacak olan Dudley North burada da boş durmaz, ticari faaliyetlerine ek olarak siyasi arenada da boy gösterir ve iktisadi meselelere dair görüşlerini yazmaya başlar. İktisadi düşünceler tarihi bağlamında “Bırakınız, yapsınlar.” ifadesini belli belirsiz mırıldanmaya başlayan iktisatçılardan ilkidir, Sir Dudley. Bu yüzden onunla ilgili araştırmalar yapan İngiliz iktisat tarihçileri, onu daha çok İngiliz iktisadi düşüncesi bağlamında anlamaya çalışmış, bu teorik tartışmaların dışına çıkmaya çalışanlarsa onu ya 17. yüzyılda faaliyet göstermiş bir işletmeyi ya da Levant ticaretini anlamak için kullanmışlardır. Fakat esasında o, klasik iktisadın erken kurucularından biri olarak literatürde karşımıza çıkmaktadır. Sir Dudley North'un hayatı ve eserleri, 17. yüzyıl Osmanlı'sını okumak için de pek kıymetli birer kaynaktır. Levant'a tüccar kimliğiyle adım attığı için gözlemleri, notları ve çözüm tavsiyeleri çağdaşı seyyahlardan oldukça farklılık arz eder. Yalnız bu tarafıyla yani Osmanlı siyasi, iktisadi ve sosyal dokusuna dair pek çok önemli gözlemleri sebebiyle bile incelenmeyi hak eder. Fakat bunun da ötesinde Sir Dudley North; birbirlerinden pek çok cihetle ayrılan iki milletin içinde yaşamış, iki farklı iktisadi düşüncenin tezatlıklarını veya benzerliklerini sayesinde gözlemleyebildiğimiz nadide bir örnektir. On dokuz yıl yaşadığı Doğu'da Garplı, hayata gözlerini yumduğu Batı'da Şarklı olarak görülen bu İngiliz tüccarın şahitliği, umarız ki iktisat tarihi literatürüne naçiz bir katkı sunar.
Neredeyse bütün tarih boyunca hep çatışmalar, savaşlar ve göçlerle gündemde olan Kıbrıs adası bugün de aynı kaderi paylaşmaktadır. Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında da emperyal düşüncelerin kurbanı olan Kıbrıs her ne kadar savaşın dışındaymış gibi görünse de Doğu Akdeniz’de sahip olduğu stratejik pozisyon nedeniyle küresel, kıtasal ve bölgesel güçlerin menfaat çatışmalarının odağında yer almış, ABD’den Çin’e, Rusya’dan İsrail’e, Avrupa Birliği’nden NATO’ya silahlı-silahsız pek çok gücün ilgi alanına girmiş ve bu durumu bugüne kadar da devam ettirmiştir. 1950’li yıllarda Kıbrıslı Rumların Yunanistan destekli başlattıkları EOKA terörü, ardından 1960’da kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti de sorunlara çözüm olamamış ve 1974 yılında gerçekleştirilen Nikos Sampson Darbesi’nin ardından Türkiye garantör devlet olarak meşru haklarını kullanarak adaya müdahil olmuştur. Kıbrıslı Türkler 1975 yılında Kıbrıs Türk Federe Devleti ve 1983’de de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC)’ni kurarak adadaki meşruiyet ve mevcudiyet mücadelelerini taçlandırmışlardır. Ne acıdır ki 21. yüzyılda ve modern dünyanın gözleri önünde KKTC yok sayılmakta, spor, sanat, kültür, ticaret ve iletişim dahil hayatın her alanında ambargolarla cezalandırılmak istenmektedir. KKTC bütün olumsuzluklara rağmen fiili bir gerçektir ve bugün özellikle turizm ve eğitim adası olarak yoluna devam etmektedir.
Türkiye’nin Osmanlı’dan bu yana yaklaşık iki yüzyıldır süren kalkınma isteği, hala güncel bir sorun olarak karşımızda durmaktadır. Osmanlı Devleti’nin kalkınma politikası, giderek zayıflayan devleti eski gücüne ulaştırma hedefi ile ortaya çıkmıştı. Oysa ki modern bir ulus-devlet inşâ projesi olarak Türkiye Cumhuriyeti, siyasal, ekonomik, toplumsal ve kültürel yönleriyle bütünsel bir kalkınmayı hedeflemişti. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkiye’nin kalkınma yolculuğu, devletin dünya kapitalizmi ile bütünleşme ve uluslararası işbölümünde üstlendiği rol çerçevesinde bir seyir izlemeye devam etmiştir. Bu kitabın konusu ise, Türkiye’nin kalkınma yönetimi politiğinin ortaya çıkışı, gelişimi ve sonuçlarının neler olduğu, hangi siyasi tercihler üzerinde yükseldiği, uluslararası siyasal ve ekonomik konjonktürle ne ölçüde eklemlendiği veya ne tür bir ilişki içerisinde olduğu ve nasıl bir arka plana dayandığıdır. Bu bağlamda kalkınmayı planlayıp yönetecek kurum olarak ortaya çıkan Devlet Planlama Teşkilatı’nın kuruluşuna neden olan tarihsel birikim ve politik birer belge olan kalkınma planlarının hazırlanması ve uygulanması politik düzeyde çalışmanın asıl ilgi alanını oluşturmaktadır. Ayrıca Devlet Planlama Teşkilatı’nın geçirdiği dönüşüm, siyaset-bürokrasi gerilimi, kalkınma planlarındaki değişim incelenmiştir.
Ortadoğu, birçok bakımdan dünyadaki en önemli, önemli olduğu kadarda en sorunlu bölgelerinin başında gelmektedir. Orta Doğu bölgesinin en önemli ve en sorunlu bölge olması yanında, sahip olduğu doğal kaynaklar ve etnik-dini çatışmaların merkezi olması onu bir çekim merkezi yapmış ve sürekli göz önünde olmasını sağlayarak büyük güçlerin dikkatini üzerine çekmiştir. Özellikle, Soğuk Savaşın bitmesinden hemen sonra ABD’in türlü bahanelerle en önemli müdahale alanlarından birisi hiç kuşkusuz ki Orta Doğu olmuştur.
Bölgede Arap baharı ile başlayan ve bu olayların İslam dünyasında yol açtığı kritik değişimi hassasiyetle mercek altına alan ABD, İsrail-Arap uyuşmazlığındaki yeni çözüm yollarında diplomasiyi ön planda tutan bir duruş sergilemeye devam etmektedir. ABD, Orta Doğu politikasını İsrail‘in ve bölgeye yerleştirdiği askeri varlığının güvenliği üzerine kurgulamaktadır. Ayrıca en önemli başarı kriterleri olarak ta Irak’ın istikrarı ve İran’ın nükleer silahlara sahip olmasının engellenmesini görmektedir. ABD’nin Orta Doğu bölgesindeki dış politikalarının Güçler Dengesindeki değişime bağlı olarak sürekliliğini muhafaza ettiği, bununla birlikte Rusya ve Çin ile rekabet hâlinde zaman zaman şiddetlendiğini ve gereğinde askerî kuvvet kullanıldığını belirtmek gereklidir. Bu kitap, geçmişten günümüze ABD’nın Orta Doğu politikaları değerlendirilmiştir
Mustafa Kemal Atatürk Türkiye Cumhuriyeti Devletini kurduktan sonra komşu devletlerle iyi münasebetler içinde olmaya önem verdi ve ilk adım olarak da İngiltere ve Irak’la 5 Haziran 1926 tarihinde Türkiye Irak sınırını belirleyip daha sonra İyi Komşuluk Münasebetleri Andlaşması’nı imzaladı. Atatürk’ün “yurtta sulh cihanda sulh” anlayışı çerçevesinde izledikleri dış politika sayesinde Irak’la olan münasebetler daha da güçlendi. 1926- 1933 tarihleri arasında iki ülke arasında İran ve Afgan Devletlerinin de dahil olduğu üçlü veya dörtlü devletler de dahil olmak üzere tam 8 andlaşma yapıldı. 1934 senesinde ise Rıza Şah’ın Türkiye’yi ziyareti ile Türkiye-İran ve Irak münasebetleri dostluktan ziyade kardeşliğe dönüştü ve zirveye ulaştı. Bu görüşmeler sırasında Avrupa Devletleri’nin gruplaşmasına karşı Ortadoğu’nun güvenliğini sağlamak amacıyla 8 Temmuz 1937 tarihinde imzalanan Sadabad Paktı’nın temeli atıldı. Bilindiği gibi Atatürk yeni bir Dünya Savaşının çıkacağını tahmin ediyordu. Hatta Dünya devletlerinin savaş dönemi yaşayacağını söylüyordu. Nitekim onun ölümünden sonra İkinci Dünya Savaşı patlak verdi. Batıda Balkan Antantı, doğuda ise Sadabad Paktı ile Türkiye güvenlik çemberi içine alınmış, Atatürk’ün temelini attığı dostluk münasebetleri sayesinde İkinci Dünya Savaşına girilmemiştir.
Bağımsızlığının 30. yılını kutlama sürecindeki Türk Cumhuriyetleri Kafkasya, Hazar ve Orta Asya’nın çevre ülkeleri olarak 1991’de Sovyetler’in dağılmasıyla siyasi ve ekonomik bağımsızlıklarını kazanmışlardır. Soğuk Savaş sonrasında bağımsızlıklarını kazanan Türk devletleri bu geçiş sürecinde bir yandan liberal demokratik bir siyasal sistem kurmak ister iken diğer yandan ulusal ölçekte kendine yeten, serbest piyasa ekonomisine geçiş yaparak uluslararası ekonomik sistemle bütünleşmeyi amaçlamışlardır. Türk Cumhuriyetleri merkeze bağımlı federal bir siyasal sistemden özerk bir millî devlet yapısı inşasına yönelmiştir. Bu süreçte, Türk Cumhuriyetleri’nde post-kolonyal ülkelerinde görülen siyasi, ekonomik, sivil ve askeri trajedi ve çatışmalar da yaşanmıştır (Çeçenistan, Karabağ, Kırgızistan, Tacikistan).
Türk Cumhuriyetleri açık deniz ve uluslararası pazarlara doğrudan ulaşma imkânlarının çok kısıtlı olmasından dolayı uluslararası dünya sistemiyle bütünüyle entegre olma ve siyasal egemenlik haklarından tam olarak yararlanamamışlardır. Bu sebeple Rusya, Çin, Ermenistan ve İran gibi bölgesel hegemonik ülkelerin siyasi, mali ve askeri etkisini dengelemekte güçlük yaşamışlardır. Bölgedeki Türk devletleri sahip oldukları zengin doğal kaynakları, jeopolitik kısıtlılık, karşıt bölgesel hegemonik güçlerin baskısından dolayı da ABD, AB, Hindistan, Pakistan, İsrail ve Türkiye gibi ülkelerin de sınırlı siyasi, ekonomik ve askeri desteklerini alabilmişlerdir. Bu devletler ulusal devlet, uluslararasılaşma, bölgeselleşme ve küreselleşme süreçlerini aynı anda yürütmek zorunda kalmalarından dolayı yapısal çelişkilerle karşılaşmışlardır. Rusya, Avrasya coğrafyasında çevre ülkesi olan bu ülkelerin ABD, AB ve NATO gibi küresel hegemonik güvenlik ve ekonomik merkezli kurumlarının üyesi olmalarını engellemek istemiştir. Rusya, Putin ile dış politikasında Avrasya politikasına yönelerek-eski SSCB- yakın çevre ülkeleriyle BDT, Kollektif Güvenlik Örgütü, Hazar İş birliği Örgütü ve Avrasya Ekonomik Birliği’ni kurmuştur.
Küresel hegemonik dengeleme için de Çin ile Şanghay İş birliği Örgütü’ne Türk Cumhuriyetleri de üye yapılarak Avrasyacılık stratejisi uygulamaktadır. Merkezi Asya’nın Türk Cumhuriyetleri; Türkiye ile Türk Konseyi gibi benzeri ekonomik, siyasi, askeri ve kültürel ilişkilerini Türk devletler sistemini, Türk devletler toplumunun dayanışmasını güçlendirmek için iş birliğini sürdürmektedirler. Türk devletleri kavşak-geçiş ülkesi olarak Avrasya’da farklı bölgesel ekonomik, siyasi ve güvenlik iş birliği örgütlerinin üyesi olarak bölgesel ve küresel güçlerin çıkarlarını dengelemeye çalışmaktadırlar. Bu bağlamda fonksiyonel bir bölgesel alt sistemin oluşmasını istemektedirler. Altyapı yatırımlarıyla eski ipek yolu coğrafyasının transit hava, otoban, demiryolu ve gemi taşımacılığı ile mal-hizmet ve insan seyahatinin sağlanması Türk devletleri uluslararası sistemle bütünleşmiş olmasını sağlayacaktır. Dolayısıyla Türk devletleri, Kafkasya ve Orta Asya bölgesinde doğu-batı ve kuzey-güney ulaşım koridoru ile ekonomik derinlikli çok bölgeli hinterlandında jeopolitik derinliğinden yararlanarak barışçıl bir düzen oluşumuna katkı yapmış olacaktır.
Kazak Türklerinin tarihi, kültürel değerleri, coğrafyası, ekonomisi, ticareti, eğitim sistemi, yönetim yapısı ve diğer ülkelerle olan siyasi ilişkileri gibi pek çok konuda okuyucuları aydınlatacak bilgileri bu kitapta bulmak mümkündür. Kitabın yazarları Kazakistan dâhil diğer Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinde uzun süre yaşamış, edindiği deneyimlerini ve gözlemlerini basılı kaynaklar ile birleştirerek bu kitabı meydana getirmişlerdir. Geniş bir kaynakçaya sahip olan bu kitapta aslında 100 soruya verilen cevaptan daha fazlası vardır.
Kazakistan'daki günlük hayata ilişkin tavsiyelerin yanında şehirlerdeki ulaşım, metro, havaalanı ve ulaşım araçları gibi yararlı bilgilere de yer verilmiş, Kazakistan'ın coğrafyası, yüzölçümü, iklimi, nehirleri gibi coğrafi unsurlara da değinilmiştir. Coğrafi unsurlar anlatılırken tarihi ve kültürel olaylarla da ilişki kurularak kitaba disiplinlerarası bir bakış kazandırılmıştır.
İnsan haklarını korumak, savaş suçları ya da insanlığa karşı işlenen suçları engellenmek üzere azami gayret gösterilmektedir. Bu nedenle “koruma sorumluluğu” adı altında oluşan norm, uluslararası topluma kitlesel zulüm ve katliamların önüne geçebilmesi adına bazı sorumluluklar vermektedir. Bu sorumluluklar aslında BM sisteminde yer alan insan haklarının güçlendirilmesi ve devlet egemenliğinin katliamların bir aracı olarak kullanılmasının önüne geçilmesi çabalarıyla da uyumludur. Koruma Sorumluluğu kavramının insani müdahale ile benzeşen ve ayrışan yönlerine değinilen kitapta, devlet egemenliği, insan hakları ve insani müdahale gibi konular ele alınmıştır. Bu çalışma koruma sorumluluğu olarak bilinen kavramın “mutlakiyetçi egemenlik” anlayışından “sorumluluk olarak egemenlik” anlayışına doğru değişimini vurgulamaktadır. Bu bağlamda egemenlik anlamında söz konusu sorumluluğunu yerine getir(e)meyen ülkelerde meydana gelen insanlık trajedilerinin engellenebilmesi için alınan önlemlere iki örnek olay üzerinden vurgu yapılmıştır. Darfur ve Libya olaylarının Koruma Sorumluluğu kavramının ortaya çıkmasının ardından meydana gelmesi uluslararası toplumun üzerine düşen sorumluluğu yerine getirme noktasında verdiği sınavın değerlendirilmesi açısından iki uygun vaka olarak ele alınmıştır.
Adnan Oktar, 2 Şubat 1956 tarihinde Ankara’da doğdu. Asıl adı Adnan Arslan’dı…Sonradan Oktar’da karar kıldı.Adnan Oktar’ın annesinin adı Mediha, babasının adı Yusuf’tu… Küçük yaşta babasını kaybetmişti. Oktar ilk ve orta öğrenimini Ankara’da, ortaokulu Cebeci’de, liseyi Kurtuluş’ta okudu. Liseden sonra özel bir dershaneye giderek 1979 yılında İstanbul’daki Devlet Güzel Sanatlar Akademisi İç Mimari bölümüne girdiği, bir süre sonra okuldan ayrıldığı ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe ve Tarih Bölümü’ne kayıp yaptırıp sonra bu okulu da yarım bıraktığı iddia ediliyorsa da lise öğretmenlerinden bazılarının açıklamasına göre şizofren olduğu için liseyi bitiremediğiydi…1993 yılında Eskişehir Hava Hastanesi’nden aldığı “askerliğe elverişli değildir” raporuyla askere gitmedi.90’lı yıllarda mayo giyen kadınlar için “cehennemde cayır cayır yanacaklar” fetvası veren Adnan Oktar, 2000’li yılların başlarında “motor”ları, 2010’yu yıllarda bir anda “kedicik”leri ile gündem olmaya başladı. Adnan Oktar’ın dekoltede ve estetikte sınır tanımayan kedicikleri uzun yıllardan beri gündemden düşmedi.
Terörizmle mücadele yalnızca askeri ve istihbari metodlara indirgenemeyecek kadar kapsamlı bir konudur. Kentsel terör gibi mekan, aktör, hedef ve mücadele yöntemlerinin bulanıklaştığı bir alanda ise çevresel tasarım, askeri ve istihbari metodları tamamlayan/kolaylaştıran bir araç halini almaktadır. Yakın geçmişte Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı en önemli kentsel terör dalgasını teşkil eden ‘hendek çatışmaları’ sürecini, Diyarbakır Suriçi örneğindeki yansımalarından hareketle ele alınan bu çalışma, kentsel terörle mücadelede çevresel tasarımın önemini vurgulaması açısından özgün bir niteliktedir.
Yıllardır bizlere Kürt "Kürtçülük" isyanları diye anlatılan ve Osmanlı devletinden bize miras kalan isyan ve katliamların üzerini biraz kazıyınca nakşibendi tarikatının Halid-i kolu karşımıza çıkıyor. Gerek Kürtçülük, gerekse siyasal İslam'ın temelleri bugünkü Irak'ın Süleymaniye şehrinin bir kasabası olan Karadağ'da dünyaya gelen Mevlana Halid-i Bağdadi'nin kurucusu olduğu nakşibendi tarikatının Halid-i kolunun Anadolu toprakları ile bugünki Suriye, Irak ve İran'ı kapsayan coğrafyada örgütlenerek bölgeyi 200 yıllık kan, acı ve gözyaşına boğmasına sebep olmuştur. Bugün ayrılıkçı Kürt hareketinin stratejisini ve müttefiklerini tanımak ve anlamak için bu kitap içinde bulunan HOYBUN örgütünün kuruluş senedini ve bu senetdeki imza sahiplerinin kimler olduğunu anlamak gerekir. 200 yıllık bir kalışma bugünki olgu ve algılarla anlatılamaz ve anlaşılmaz.
Terörün silah tröstleri ile ilişkisi var mı?ASALA ve PKK kimin taşeronu?Komşularımız başta olmak üzere müttefikimiz ABD ile Avrupa ülkelerinin terör örgütü ASALA ile PKK’ya destekleri var mı? Destekler ne boyutta?ASALA bitti mi?ASALA ile mücadelede kimler görev aldı? Çatlı mı? Kerküklü Türkmenler mi?ASALA uyutulup, PKK’mı hortlatıldı?“Çekiç Güç” kime hizmet etti?PKK’nın yaklaşık 30 yıldır faaliyet gösterebilmesinin arkasındaki gizlenen nedenler?PKK’nın uyuşturucu ticaretindeki rolü?PKK ile ASALA arasındaki ilişki ne boyutta?Suriye, terörist başını neden kovdu? Yunanistan ve Rusya neden vatandaşlık vermedi?Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin terör konsepti ne olmalı? Neler yapılmalı?Teröristle mi? Yoksa Terörle Mücadele mi?
Türkiye-Batı ilişkilerinin mahiyetine dair tartışmaların günlük siyasette önemli bir yer tuttuğu bir zamanda yayınlanan bu kitap uluslararası ilişkiler literatüründe önemli bir boşluğu doldururken, Türkiye’nin Batı karşısındaki dış politikasının son yıllarda neden ve nasıl değiştiğine dair ampirik verilerle desteklenmiş, teorik olarak gerçekçi, kapsamlı ve güncel bir analiz sunuyor. Elitlerle yapılan görüşmeleri veri olarak kullanan, dengeleme odaklı ilkçalışmalardan biri olan Türkiye-Batı İlişkileri, ittifak içi muhalefete dair bir çerçeve oluştururken, bu bağlamda kullanılan devlet siyaseti araçlarını ü. kategoriye ayırıyor: sınırları test etme, sınırlara meydan okuma ve sınırları aşma. Kitapta Türk dış politikasının son dokuz yılıyla ilgili altı vaka incelemesi yer alırken, Türkiye’nin yakın komşuları ve transatlantik aktörlerle olan ilişkileri kapsamında, mülteci krizi, askeri alımlar, enerji politikaları vs. gibi bir dizi konuya mercek tutuluyor. Dursun-Özkanca uluslararası, bölgesel, sorun bazlı ve ülke içi faktörlerin, Türkiye’nin giderek gü.lenen sınırları aşma eğilimli dış politika davranışını açıklayabileceğini gösteriyor. Elinizdeki kitap Türkiye ile ABD, AB ve NATO arasında son zamanlarda giderek büyüyen ihtilafları anlamak isteyen herkes için önemli bir kaynaktır.
Elizabethtown Üniversitesi’nde siyaset bilimi profesörü olan Oya Dursun-Özkanca, Landon School of Economics Güneydoğu Avrupa Araştırma Merkezi’nde misafir öğretim üyesi olarak görev yapmıştır. Foreign Policy Analysis ve Civil Wars gibi akademik yayınlarda makaleleri yayınlanmıştır.
“(...) her şeyden önce, bu tür korkunç hak ihlalleri nasıl meydana gelebildi? AYM’nin ölüm kalım meselelerinde dahi kendi yargı yetkisini kısıtlamasının açıklaması ne olabilir? Ya AİHM’in, ‘yakın ve geri dönüşü bulunmayan bir zarar riski’ açıkça mevcut olmasına rağmen geçici tedbir taleplerini reddetmesi nasıl açıklanabilir? Nasıl oluyor da onlarca yıllık AİHM denetimine rağmen Türkiye güvenlik kuvvetleri hâlâ cezasızlık rejiminden faydalanabiliyor? Bu sadece, Türkiye’nin AİHM kararlarına riayet etmemesi sorunu mudur? Yoksa AİHM’in etkililiği üzerinde de düşünmemizi gerektiriyor mu?”
Dilek Kurban, Ulusaşırı Adaletin Sınırları’nda uluslarüstü mahkemelerin, etno-politik çatışmalar bağlamında, azınlıklara fiziksel şiddet ve politik baskı uygulayan otoriter rejimleri etkili bir şekilde denetleyebilmek için sahip oldukları olanakları ve önlerindeki engelleri sorguluyor. Bu amaçla, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Türkiye’de devam eden Kürt çatışmasıyla ilişkisini ele alıyor.
Kürtlerin hukuki mobilizasyonunun izini süren Kurban, Kürt bölgesinde süregiden şiddeti mümkün kılan etmenlere de işaret ediyor. Bu gelişmeler karşısında AİHM’in otoriter rejimler karşısındaki etkisinin sınırlarını ve bunun nedenlerini inceliyor.
Ulusaşırı Adaletin Sınırları, Türkiye örneğinden hareketle, insan hakları bağlamında uluslarüstü mahkemeler ve hukuki seferberlik konusundaki çalışmalar için yeni sosyo-hukuki araştırma yolları öneriyor.
“Kitabın adındaki ‘Kafiye Çağı,’ Mark Twain’den gelen muzipçe bir ifade ve, ‘Tarih tekerrürdür,’ sözüne karşılık olarak kullanılmış. Tarihi olaylar ve müesseseler arasında zamanları aşan bir uyum söz konusudur. Bu tekerrürden çok, uzun bir baladdaki kafiyenin uyumlu bir şekilde kullanılmasıdır.
İnsan olarak etrafımızda neler olup bittiğini anlamak için dünyayı tanımamız ve bilmemiz gerekir. Taşansu Türker de çevremizde olup bitenleri ve dünyanın ne tarafa doğru gittiğini tarihsel arka planlarıyla inceleyerek başarıyla yorumluyor.” – Prof. Dr. İlber Ortaylı
Tarihin oldukça hızlı aktığı bu dönemde yalnızca uluslararası politika değil, aynı zamanda günlük hayatımızın pek çok dinamiği de süratli şekilde değişiyor. Bu değişim de hayatın her alanına yeni bilinmezlikler getiriyor ve hatta günümüzü hakikat kavramının sorgulandığı ve bunu derinden hissettiğimiz bir dönem haline dönüştürüyor. Öyle ki bilinmezlik ve kaygı kelimeleri artık zihinlerimizde önemli bir yer tutuyor.
Mekteb-i Mülkiye’nin Karşılaştırmalı Siyaset Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Taşansu Türker, dünyanın içinden geçtiği bu belirsizlik ve bilinmezlik çağını dünya politikası perspektifi ile ekonomiden siyasete, çalışma ilişkilerinden kültüre ve dillerden coğrafyaya dek uzanan geniş bir yelpaze içinde, tarihsel bir perspektifle sunuyor.
Cumhuriyet’in Yeni Yüzyılında Yeni Dünya Politikası: Kafiye Çağı, sadece uluslararası ilişkiler, dış politika ve siyasî tarih okumak isteyenler için değil, aynı zamanda içinde yaşadığımız dünyayı genel bir perspektifle anlamak isteyen herkes için bir başvuru kitabı. Cumhuriyetimizin 100. yılında yakın tarihin önemli olayları üzerinden bugünü anlamamızı ve yarını görmemizi kolaylaştıran elinizdeki bu kitap, dünyanın pek çok noktasına uzanan ve esasen birbiriyle bağlantılı siyasal, ekonomik, sosyal, kültürel ve tarihsel hadiseleri soğukkanlılıkla ve edebi bir üslupla aktararak hepimize bütünlüklü bir dünya anlayışı sunuyor.
KARANLIK VE SORUNLARLA DOLU BİR TARİHE YAPILAN DERİN BİR DALIŞ: CIA TARİHİ
“Amerikan istihbarat servisinin aydınlatıcı ve aynı zamanda rahatsız edici tarihi.” Kirkus Reviews
“Merkezi İstihbarat Teşkilatının kısa ve öz tarihini içeren bu kitapta, Teşkilatın en büyük başarılarının ve uğradığı en büyük felaketlerin hemen hemen tamamı konu ediliyor. Yazar kitapta aktardığı çok sayıda ilginç olayla, Teşkilat hakkında oldukça derine uzanan bilgiler sağlıyor.” The Guardian
Amerikan dış istihbarat servisi CIA, kurulduğu günden bu yana romanlardan filmlere, haberlerden muhtelif olaylar etrafında şekillendirilen komplo teorilerine kadar günümüzün güncel siyaseti, askerî ve siyasi gündemi içerisinde kendisinden mutlaka bahsedilen bir istihbarat örgütü olmayı sürdürüyor. Yazar Rhodri Jeffreys-Jones CIA’in perde arkasında kalmış hikâyesini keşfe çıkıyor: CIA’in kuruluşundan günümüze hangi ülkeler üzerinde ne tür istihbarat ve analiz çalışmaları yürüttüğünü, bu faaliyetlerin değerini ve önemini, teşkilatın ne gibi kirli hileler kullandığını ve bunların yol açtığı sonuçları açık ve cesur bir şekilde anlatıyor.Teşkilatın birbirinden farklı, belirgin dönemlerinin sıralı bir anlatım ve tarafsız bir perspektif ile aktarıldığı CIA Tarihi, Küba’daki Domuzlar Körfezi baskınından teşkilatın Vietnam Savaşı sırasında üstlendiği görevlere, SSCB’ye karşı yürütülen espiyonaj faaliyetlerinden 11 Eylül saldırılarına, terörle savaş döneminden Irak’taki kitle imha silahları kandırmacasına ve Usame bin Ladin’in öldürülmesine kadar geniş bir zemin üzerinden Amerikan Gizli Servisini ele alıyor. Ayrıca CIA tarafından çeşitli amaçlarla sahte ve yanıltıcı haberler yayılmasına değinerek teşkilatın ülke içerisinde düştüğü zor durumlardan da bahsediyor.Son derece kapsamlı araştırmalar ve teşkilatla alakalı kişilerle yapılan çok sayıda görüşme sonucunda kaleme alınan CIA Tarihi: Amerikan Gizli Servisi ve Faaliyetleri, Amerikan dış istihbarat servisinin 75 yıllık tarihini, hatalarını ve eleştirilecek yönlerini saklamaksızın bir bütünlük içerisinde sunuyor.
Negri’nin hapislik ve sonrasındaki sürgün yıllarında kaleme aldığı Yıkıcı Politika yirmi birinci yüzyıla yöneltilmiş bir işaret fişeğidir. Bugünden bakıldığında, geçmişteki geleceği gözler önüne seren ve İmparatorluk ile Çokluk eserlerinin temellerinin atıldığı bir eser olmanın çok ötesindeki öngörüleriyle de bir başyapıttır.
İtalyan işçici geleneğinin (operaismo) emeğin kurucu ve otonom gücüne vurgusu devam ettirilmekle birlikte, yüzyılın sonunda toplumsal mücadelelerde cisimleşen toplumsal işçinin doğuşu üretimin ve ekolojinin değişen niteliğinde aranır. Negri’ye göre toplumun her sathına yayılmış bu kurucu özne, entelektüel emeğin baskın üretim biçimi olduğu toplumsal fabrika koşullarının her fırsatta altını oyar. Bu yıkıcı uğrağın en belirgin özelliği ise, adeta Gezi ve benzeri birçok direnişin ortak öğesi, kolektif neşede ifadesini bulan proleter entelektüel öznelliklerdir.
Negri, 68’in mirasçısı olduğunu düşündüğü 86 öğrenci olaylarından hareketle devrimci teorisini hareketin içerisinde ve ötesindeki öngörüleriyle doğrular. Bu anlamda günümüzde hemen her ülkede rastladığımız faşizan ve otoriter pratiklerin kökleri nükleer devlet kavramsallaştırmasıyla ifade edilirken, ekolojik yıkımın nedenleri de yine sermayenin gerçek boyunduruk evresinin kaçınılmaz bir sonucu olarak değerlendirilir. Gerçek boyunduruk evresinde değerin ölçülemez boyutlara varan üretkenliği, Negri’ye göre, ancak ve ancak enflasyonist saldırılarla yeniden boyunduruk altına alınmaya çalışılır. Kapitalizmin son yüzyılda geçtiği evrelerin titizlikle ele alındığı çalışmanın asıl derdi, yine ve her zaman olduğu gibi, politik olanın otonomisinin nasıl kurulacağı, yani örgütlenmedir. Negri, tam da bu noktada, farklı siyasi geleneklerle hesaplaşmaya girerek, yıkıcı kuruculuğun temeli olarak barış mücadelesine çubuk büker. Devrimci bir teorisyenin hücresinden yirminci birinci yüzyılın ayak sesleri yankılanmaktadır .
Çevirisi tekrardan gözden geçirilip Negri'nin yeni önsözüyle genişletilmiş olan bu baskı, sadece geçmişin bir muhasebesi olarak değil, aynı zamanda bugünü anlamak için önemli bir rehberdir.
Birbiriyle ilişkili olan makaleler dizisini kapsayan bu kitapta Murray Bookchin “kıtlık sonrası” dönemin sunduğu imkanlarla kendi ekolojik ve anarşist vizyonunu tartar. Marksist politik ekonominin —maddi kıtlık çağından kaynaklanmış ve geleceğin kökten değişimlerini ön göremeyen— kısıtlarını aşan Bookchin, karmaşık sanayi toplumunun özyönetimi için gerekli olan araçların çoktan gelişmiş olduğunu ve devrimci çehremizi büyük oranda değiştirdiğini öne sürer. Yirminci yüzyılda gerçekleşen teknolojik ilerlemeler, üretimi büyük oranda genişletmiş olmakla birlikte, bunu şirketlerin kârı lehine ve insan ihtiyaçları, işçi denetimi ve ekolojik sürdürülebilirlik pahasına gerçekleştirmiştir. Sanayinin doğrudan kontrolü ve topluma yönelik ekolojik ve ütopyacı bir vizyonu bir arada ele alan işçi sınıfı, özgürlük mücadelesi için devletin, hiyerarşik toplumsal ilişkilerin ve (öncü) politik partilerin gerekli olduğuna dair miti bertaraf edebilir. Güncel toplumun gerçekliklerine dayanan Bookchin’in analizi, pragmatik tazeliğini hala korumaktadır. Muhtemelen Bookchin’in en etkili makalelerini (meşhur “Dinle, Marksist!” ve “Ekoloji ve Devrimci Düşünce” dahil) bir araya getiren bu üçüncü baskıya yazarın yeni bir önsözü de eşlik etmektedir. “Anarşizmin dinamik bir şekilde ortaya çıkışıyla birlikte, güncele yönelik bir kavrayış için Bookchin’in Kıtlık Sonrası Anarşizm kitabından daha iyi bir klasik yoktur. Hatta, makalelerden oluşan bu derleme “yeni anarşizm” için bir mihenk taşıdır. Günümüz anti-kapitalist hareketlerindeki en mücbir meseleler —yakınlık grupları ve doğrudan eylem, ekoloji ve çeşitlilik içinde birlik, hiyerarşinin eleştirisi— kırk yıl öncesinin Kıtlık Sonrası Anarşizm kitabında bulunmaktadır. Bookchin’e referans vererek söylemek gerekirse, Kıtlık Sonrası Anarşizm özgürlüğün doğrudan demokratik biçimleri için ütopik talepleriyle —günümüzün küresel deneyimlerinde yüksek sesle yankılanmakta olan— “vaat hissi” sunmaya devam etmektedir.”
—Cindy Milstein (Anarşist Çalışmalar Enstitüsü kurul üyesi)
“Murray Bookchin daha önce bir kaç kitap yayınlamış olsa bile, Kıtlık Sonrası Anarşizm 1971 yılında kendi adıyla yayınladığı ilk kitabıdır. Kitapta yer alan göz kamaştırıcı metinler, büyük bir anarşist düşünürün, hatta Kropotkin’den beri en özgün düşünürün gelişini bildirmektedir.
— David Goodway (For Worker’s Power: The Selected Writings of Maurice Brinton ve Talking Anarchy —Colin Ward’la birlikte— kitaplarının editörü)
“Bookchin modern toplumun keskin bir analizini yapmakta, ekolojik krize yönelik isabetli, provokatif bir tartışma sunmaktadır.”— Library Journal
1960’ların Yeni Sol’u tarafından popülerleştirilen kavramın mirasına ithafen yayımlanan Katılımcı Demokrasi, aradan geçen zaman perspektifinde demokrasinin demokratikleşmesi tartışmalarına müdahil olan görüşleri yeniden sorguluyor ve vatandaşların demokrasiye katılımı üzerine vurgusuyla hem tarihi hem de çağdaş anlamda konu üzerine yazılmış en iyi makaleleri bir araya getiriyor.
Kitabın editörleri Dimitrios Roussopoulos’la C. George Benello dışında George Woodcock, Murray Bookchin, Don Calhoun, Stewart Perry, Rosabeth Moss Kanter, James Gillespie, Gerry Hunnius, John McEwan, Arthur Chickering, Christian Bay, Martin Oppenheimer, Colin Ward, Sergio Baierle, Anne Latendresse, Bartha Rodin ve CLR James gibi yazarların makalelerini içeren bu çalışma, Porto Alegre ve Montreal modelleriyle birlikte yeni kentsel ekoloji ve doğrudan demokrasi tartışmalarını da ele alıyor.
Bu çalışmada Türkiye Cumhuriyeti'nin 2023 cumhurbaşkanlığı seçiminin sosyolojik analizine ek olarak, bu ülkedeki siyasi bir fenomen de analiz edilmiştir.Günümüzde insan toplumlarını ilgilendiren en önemli konulardan biri siyasetle ilgili konulardır. Siyaset dünyasında farklı düzeylerde seçimlerin temel kavramlarından biridir. Başarılı bir siyasetçi, seçimlerde rakibini geride bırakabilen ve sahada galip gelebilen kişidir. Bu çağda yirmi yılı aşkın sahada galip gelebilen bir siyasetçi, sıradan bir siyasetçi değildir, siyasi bir fenomendir. Elinizdeki kitap, Türkiye Cumhuriyeti'nin ve daha doğrusu dünyanın siyasi fenomeninden birini yanı Recep Tayyip Erdoğan’ı ele almaktadır.
Yüz dedi Cumhuriyet asık yüzüyle… Yüz dedi ve yüzü asık gerçekten; çünkü yıkılmak, sorgulanmak, numaralandırılıp özüne aykırı olarak saptırılmak isteniyor. Yüzüncü yıl işte bu “ahval ve şerait altında” üzüntü ve kaygılarla idrak edilmeye çalışılıyor.Cumhuriyeti içselleştiren, yoluna ve geleceğine kendini adayan, “ilelebet muhafaza ve müdafaa etmek” isteyenler, onu, önümüzdeki yüzyıllara ödünsüz ve çağdaş donanımlı olarak aktarma istenci içindeyken; karşı devrimciler, örtülü ya da açık olarak Cumhuriyete ve devrimlere vurmaya, sövmeye, yıpratmaya, hatta gücü yeter, fırsat doğarsa yıkmaya uğraşıyorlar.Uğraşacaklar durmayacaklar. Yüz yıldır bir an durmadılar zaten.Biz de durmayacağız, yüzüncü yılında Cumhuriyeti bilinçle, yeni ivmelerle büyüttüğümüz inançla savunacağız. Bu kitap işte bu kararlılığın ayrıntılı bildirisi, yöntemi, dizgesi, yiğitçe ve mertçe esas hakkındaki savunmasıdır. Kitapta Cumhuriyet tarihi ve ideolojisinin hiç ve çok bilinmeyenlerini, değinilmeyenlerini bulacaksınız, Cumhuriyeti savunma bağlamında daha donanımlı olacaksınız kesinlikle ve bundan dolayı da sevip başucu kitabı edeceksiniz bu yapıtı.
The Kurdish question is one of Türkiye's centuries old issues. This issue, whose roots go back to the imperial (empire) period, is a complex problem area with political, economic, ethnic and above all psychological aspects. The issue, which is directly related to Türkiye's becoming introverted and authoritative or opening up and establishing a democratic order on a universal scale, also has an international dimensi- on. No matter what dimension we consider, the current Kurdish problem has become a difficult issue for Türkiye to both maintain and manage.
Türkiye needs to resolve this issue to make its citizens feel equal and first-class citizens, to establish an order at the level of contemporary civilization, and to continue its claims of being a great state. The sensitive point reached by the incident, necessitates the correct management of social psychology and the use of common sense.
Şeriat ve siyaset; birçok tartışmaya sahne olan ve şer’î önceliklerin, kamu yararının (masâlih-i âmme), şeriatın/dinin gayeleri ve prensiplerinin, temel ihtiyaçların(zaruriyyât) iyileştirici (tahsîniyyât) unsurlara göre önceliğinin dikkate alınmadığı vs. pek çok tezlerin ve soruların bulunduğu bir konudur…
Dr. Casir Avde bu kitapta; Arap aleminde patlak veren ve halkın, aklın sesine kulak vermeyen, değişim rüzgarlarını görmezden gelen yöneticilerine karşı intifada/ayaklanmasına neden olan Arap devrimleri sonrası dönemde, İslam şeriatının siyasetle ilişkisine dair ivedilikle yanıtlanması gereken sorulara cevap vermeye çalışmaktadır…
Kitap, zihinleri meşgul eden ve halen meşgul etmeye devam eden; “İslam şeriatı milli kimlikle çelişir mi, şer’î hükümler ve şer’î prensipler arasındaki fark nedir, Peygamberin imameti/siyaseti bizlere şeran gerekli midir, İslam günah ve suç arasında ayrım yapıyor mu?” vb. birçok soruya müellifin cevap vermeye çalıştığı bir dizi bölümden oluşmaktadır. Yazar söz konusu soruları, şer’î meselelere halel getirmeksizin şeriat alanındaki mütehassısların kullandığı terminolojiden kaçınarak fikirsel bağlamda açıklamaya gayret göstermiştir…
Bu kitap, yüzlercesi gibi özgürlük ve bağımsızlık arayışının başladığı dönemden itibaren meydana gelen sosyoekonomik ve sosyopolitik değişimin yeni bir hikâyesini anlatma çabasının adıdır. Timur Devleti'nin merkezini oluşturan Özbekistan'ın dış politikasındaki değişim rüzgârlarının, Kırgızistan'daki ekonomik dinamiklerin, Türk Cumhuriyetlerinin genel ihracat potansiyellerinin, Türk Devletleri Teşkilatı üyeleri arasındaki etkileşimin, Atatürk döneminde Gagavuzlarla (Gökoğuzlar) ilişkilerin, Türkiye'nin Türk Cumhuriyetlerine yönelik kalkınma yardımlarının, Türk destanlarındaki devlet anlayışının, Türk Cumhuriyetlerindeki göç hareketlerinin içerik analizlerinin, aynı ülkelerin piyasa ekonomisine adaptasyon süreçlerinin, Türk Cumhuriyetleri arasındaki enerji(k) iş birliği çabalarının sağlık sektörünün yapısal analizinin ve dil politikalarının eksene alındığı ve ayrıntılı incelendiği bu kitabın; alanyazına katkı sağlaması ve tüm okurlarına faydalı olması dileğiyle...
Sosyalizmin hedefleri ve birlikte getirmiş olduğu sorunları tartışmanın ve bunun üzerine akıl yürütmenin önemi büyüktür.
Serhan Kınıklı’nın “Sosyalizm” kavramını inceleyen bu kitabı, sosyalist fikirlerin kavramsal tanımlarını ele alınıyor.
Tarihler boyunca özgürlüğün anlamını ve değerini aramakla meşgul olan insanın değişen yüzyıllarda şekillenen ve zaman zaman özgürlük terimiyle çelişebilen ideolojileri ünlü filozofların fikirleriyle anlatılıyor.
Bireyin topluma bağlılığının bilincine varması ile bu bağımlılığı pozitif bir varlık, organik bir bağ, koruyucu bir güç olarak değil de doğal haklarına hatta ekonomik varlığına tehdit midir? Yaşadığımız dünyada dünü ve bugünü ile kapitalist sistemin kurbanı olarak ekonomik kargaşalara değiniyor.
Sosyalizmin tarihsel gelişimini araştırmak isteyen okuyuculara kaynak olabilecek nitelikteki kitabı ilgiyle okuyacaksınız.
Elinizde bulunan "Türkiye'de Ve Avrupa'da Yerel Yönetimler" başlıklı çalışma, çok geniş bir zaman dilimi içinde, ülkemizde yerel demokrasinin gelişme seyrini ve bu süreç üzerinde etkili olan etmenleri ayrıntılı olarak ele alıyor. Daha önce yapılmış olan çalışmalardan farklı olarak, bu çalışmada, yerel yönetim ve yerel demokrasi kavramları çağdaşlaşma ve küreselleşme süreçleri içinde ele alınarak, değişkenler arasındaki etkileşim irdeleniyor.
Yerinden yönetimin kurumsal yönleriyle uğraşanlar kadar, uygulamasında görev almış olan yönetim ve siyaset insanları da çok yakından ilgilendiren yasal düzenlemeler ve bunların dayandıkları temel ilkelerin, kitapta tanıtım ve genel değerlendirmesi yapılmaktadır.
Elinizdeki bu eser, Dr. Mehmet Yeşilkaya’nın Güneydoğu Anadolu Bölgesinin tamamını gezerek elde ettiği fonetik, morfolojik ve sentaktik verilerin haritalar üzerinde gösteriminden oluşmaktadır. Güneydoğu Anadolu Bölgesinin tüm il merkezleri ve 50 yerleşim biriminin ağız özellikleri incelenmiş, bölgedeki köylerden derlemeler yapılmış, konuşmalardan notlar alınmış, ses kayıtları toplanmış, eksik veriler soruşturma yoluyla tespit edilmiştir. Çalışmanın sonunda 58 fonetik, 41 morfolojik, 4 sentaktik harita ile ağız sınırlarını gösteren 8 harita çizilmiştir.
Bu eser, Türkiye’deki ilk ağız atlası çalışmasıdır.
-10. ve 11. Yüzyıl İslam Dünyasında-Din ve siyaset ilişkisi, tarihsel şartların bir ürünü olup mevcut siyasal-sosyal gelişmeler çerçevesinde şekillenmiştir. Bu ilişkinin, bir tarafta mezhep ekseninde dinî hassasiyetleri koruma ve yayma gayreti içinde olan din âlimleri ile diğer tarafta dinî meşruiyeti arayan yöneticiler arasındaki ince, ancak kopmayacak kadar da güçlü bir bağ olduğu görülür. Ancak bu süreç içerisinde bazı din bilginleri, daha edilgen bir rolü kabul ederek haklı veya haksız siyasi otoritenin meşruiyetini şekillendirerek avama empoze etmeye çalışmışlardır. Burada izlenen temel politika, muhtemel bir meşruiyet sorununda taraflar arasında çıkabilecek çatışmaların altyapısını oluşturacaktı. Bu iniş ve çıkışlı ilişki, ister istemez doktrinin mevcut siyasal yapıya adapte edilmesine yol açmıştır. Bu çalışmada, bir yandan XI. yüzyıl siyasal ve toplumsal şartlarının etkisinde din-siyaset ilişkinin nasıl şekillendiği ele alınacak diğer yandan da İslam Tarih ve Kelam bilimi metotları bir arada kullanılarak disiplinlerarası kategorisinde değerlendirilecektir.
Sosyalizmle ilgili olarak yazılan ilk Türkçe kitaplardan birisi. Aslında bir tanıtıcı kitap belki de uzunca bir broşür. Basit, kısa ve şematik anlatımıyla, sosyalizm hakkında bilgi sahibi olmak isteyenlerin ilgiyle okuyabilecekleri bu kitap, sosyalist düşüncenin doğuşunu, gelişimini, diğer düşüncelerle olan ilişkisini, içinde bulunduğu 1920’ler Türkiye’sinden bakarak uluslararası plandaki durumunu, çok teknik ayrıntılara girmeden ana hatlarıyla, sıradan okurun da anlayabileceği bir dille anlatmaktadır.
Türkiye’nin parlamenter sistemden kaynaklanan siyasi sorunlarına ve siyasi istikrar arayışına, Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin çözüm olup olmayacağını tahlil etmektedir.Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ni, yasama, yürütme ve yargı eksenin- den detaylı ve tarafsız bir şekilde değerlendirmektedir.Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin, her yeni sistemde olması gerektiği gibi kendi bürokratik süreç ve yapılarını oluşturmasına sabır göstermeden; siyasal alanda oluşacak farklı kompozisyonlarda hareket kabiliyetini tecrübe etmeden; ön yargılı ve haksız değerlendirilmemesine yönelik bakış açısı ortaya koymaktadır.
İlerleyen dönemlerde yaşanması muhtemel bazı siyasi tartışmaların önüne geçmek amacıyla anayasanın 101. ve 116. maddesine yönelik değişiklik önerilerinde bulunmaktadır.
Türkiye’nin fiili olarak Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçmeden önce yayınlanmış ilk akademik tez niteliği taşımaktadır.
İlluminati (Latince: illuminatus, Türkçe: aydınlanmışlar) ya da tarihteki adıyla Bavyeralı İlluminati, batıl inanca, ön¬yargıya, dinin toplumsal yaşam üzerindeki etkisine, iktida¬rın kötüye kullanımına karşı Aydınlanma Çağı'nda 1 Mayıs 1776'da kurulmuş ve 1785'de dağılmış gizli bir aydın toplu¬luluğudur. Bavyeralı İlluminati ile çokça kez karıştırılan çağdaş illumi¬nati ise; zihin denetimi uygulayarak, hükûmetleri ve kuruluş¬ları ele geçirerek Yeni Dünya Düzeni'ni sağlamak amacını güttüğü iddia edilen, monarşileri yıkmayı, dinsel inançları yok etmeyi, ulus devletleri ve vatanseverliği sonlandırarak toplumsal düzeni altüst etmeyi planladığı öne sürülen ancak varlığı veya etkinliği kanıtlanamamış bir yapılanmadır. İllüminati Tarafından Öldürülen Ünlüler 1. Michel Jackson 2. John Lennon 3. John F. Kennedy 4. Martin Luther King, Jr. 5. Abraham Lincoln 6. Kurt Cobain 7. Jim Morrison 8. John F. Kennedy, Jr. 9. Anna Nicole Smith 10. Marilyn Monroe 11. Whitney Houston 12. Robert F. Kennedy 13. Tupac Shakur 14. Grace Kelly 15. Malcolm X 16. Frank Zappa 17. Amy Winehouse 18. Bob Marley 19. Prenses Diana 20. Bruce Lee 21. Jimi Hendrix 22. The Notorious B.I.G. 23. Brandon Lee 24. Buddy Holly & Richie Valens 25. Otis Redding 26. The Big Bopper 27. Lee Harvey Oswald 28. Elvis Presley İllüminati Mensubu Ünlüler Beyoncé, Jay Z Madonna, Donald Trump Kim Kardashian, Kanye West Lindsay Lohan, LeBron James Rihanna, Michael Jackson St. Ignatius of Loyola, Francis Bacon Friedrich Leopold, Graf zu Stolberg-Stolberg. Friedrich Nicolai, Johann Bode Johann Wolfgang von Goethe Ray Kroc, Walt Disney
Bu çalışma, önemli bir konuyu -kilit uluslararası medya platformlarının anlatılarını- hayati bir konumda inceliyor: Batı Balkanlar. Bulgular; ABD, Rusya, Türkiye ve Almanya'nın, bu bölgenin geleceğine ilişkin farklı gündemlerini açıkça ortaya koymaktadır. Hangi anlatının ve hangi geleceğin galip geleceğini zaman gösterecek.
Nicholas J. CullUniversity of Southern California
Devletlerin dış davranışlarını etkileyen başlıca öge, uluslararası değerlerdir. Bugün, en önemli uluslararası değerler arasında, siyasal bağımsızlık ve ulusların kendi geleceklerini kendilerinin tayin etmesi hakkı (self-determination) bulunmaktadır. Yakın tarihlerde gelişen bir başka değer, ekonomik kalkınma olmuştur. Bugün; teknolojik gelişme düzeyleri, endüstriyel kalkınmaları ve askerî güçleri, devletlerin uluslararası sistemde statülerini belirleyen başlıca etmenleri oluşturmaktadır. Özellikle teknolojik yenilikler ve demokratikleşme, bugün, bu iki silah dış siyasayı, yalnız ayrıcalıklıların girebildiği “yasak bölge” olmaktan çekip almış, dış siyasa denince ilk akla gelen diplomasi, demokratik toplumlarda kapılarını dünyaya aralamış, kamu diplomasisi ile de daha varsıl yol almaya başlamıştır. Teorik perspektifte kamu diplomasisi, kuvvet elde etmek ve bunu korumaya çalışmak değil kendini bir amaç olarak sunmaktır. Bu amaç bağlamında hareket eden disiplinin stratejik anlatılarının irdelendiği bu kitapta, yazar Festim Rizanaj, uluslararası konjonktürün demokratikleşme sürecinde karşımıza çıkan sorunları, Batı Balkan dillerinde yayın yapan uluslararası yayıncıların haber söylemleri üzerinden irdeleyerek alanla ilgili önemli sondajlara ulaşmış durumdadır. Kamu diplomasisinde stratejik anlatı teorisi üzerine analizleri bakımından kitap, bu alan için oldukça önsel nitelik taşımaktadır. Demokrasi felsefesinin küresel gelişimine katkı sağlayacak önemli bir bilimsel keşifle okuru kavuşturmaktadır.
AKP iktidarı ülke yönetiminde iki yılını doldurdu. 1960 sonrası kurulan, Laik Demokratik Cumhuriyet karşıtı ve köktendinci partiler, MNP (Milli Nazım Partisi), MSP (Milli Selamet Partisi), RP (Refah Partisi), FP (Fazilet Partisi) geleneğinin son temsilcilerinden AKP tarafından yönetiliyoruz...
Günahkarın yakılmadan evvel boğulmadan öldürülmesi veya acılarının derhal son bulması için boğazına küçük bir kese içinde barut bağlanması merhamet belirtisiydi.
Meşru şiddet tekelini elinde tutan tek örgütlenme dediğimiz devlet gerçekten vatandaşlarını
öldürme hakkına sahip midir? Uzun yıllar süren mücadeleler sonucu idam cezası çoğu ülkede kalktı ama kalkmadan önce devlet nasıl infaz ediyordu? Ne hakla ediyordu? Devletin infaz uygulamaları da yıllar içinde artık yumuşak diyebileceğimiz bir yere evrildi. Fakat insan ruhunun karanlığı kolektifi her boğduğunda tekrar su yüzüne çıkan idam taleplerine nasıl yaklaşmak gerekir?
Helmut Ortner’in titizliği, keskin kavrayışı ve cesur sorgulamaları eşliğinde yazdığı bu kitap
devlet infazını geçmişten günümüze ele alıyor. Devletin infaz araçlarını, infaz yolundaki niyetleri, bu araç ve niyetlerin değişimini gözler önüne seren Ortner Türkiye’de ölüm cezasının yeniden gündeme gelmesi üzerine de kalem oynatıyor. Böylelikle hem taze bir çalışmaya hem çağdaş bir klasiğe imza atıyor. Merhum Yücel Sayman’ın kışkırtıcı önsözüne de yer verdiğimiz bu eseri gururla dikkatinize sunuyoruz.
»Devlet eliyle gerçekleştirilen ölümlerin tarihi, bir toplumun ahlaki durumuna dair bilgi veren örf ve adetin fotoğrafıdır. « Helmut Ortner
“Biliniz ki, yaşayıp da burada olabildiğince kronolojik sırayla yazdıklarım aynıyla vakidir. Öze ilişkin abartma hemen hemen hiç yoktur. Okuyun ve Türkiye’mizde, 12 Eylül 1980 ertesi dönemden Recep Tayyip Erdoğan dönemi dahil günümüze değin geçen sürede, –eğer kendime “aydın” kimliğini yakıştırmam bağışlanırsa- bir Türk aydınının veya kalabalığa uymayı reddeden ve kimilerinin “aykırı” diye niteleyebileceği bir adamın burnunun nasıl sürtüldüğünü; ama onun tutumunda yine de nasıl kahramanca direndiğini görün.”
Tam bir Batılı entelektüel; aydın vasıfları, bilgisi, çalışkanlığıyla Türkiye ve dünya sosyal demokratlarının iyi tanıdığı bir isim: Aydın Cıngı. En büyük ayrıcalık onun dostlarından biri olmak, neşesi, güvenilirliği ve nevi şahsına münhasır kişiliğiyle Aydın Cıngı’yı tanımış olmaktır.
İşte bu kitap onun ‘aykırı’ dünyasına aralanan bir kapı.
Dünya çok daha kötü zamanlardan geçti fakat popüler söylemler bizi şu an yaşanabilecek en kötü döneme denk geldiğimize inandırmaya çalışıyor. Neo-liberal dünya sisteminin böyle düşünmemizden büyük çıkarları var elbette. İşte sosyoloji tam da bu noktada panzehir gibi girebilir devreye. Bir salgın gibi yayılan, kurucu gücünü propaganda mekanizmalarından alan yalan yanlış söylemlere toplumsal gerçekle, bizzat olgularla ve bu olgulara yönelik sahte bilimden ayrılmış bakışlarla karşı koymak sosyolojinin işidir.
Elinizdeki kitap bu yolda atılmış devasa bir adım. Hem çağda sosyolojiye yön veren ve içinde yaşadığımız sosyolojik geisti şekillendiren düşünürlere yönelik incelikli analizler, hem demokrasi, kapitalizm, tüketim toplumu gibi kavramlara ilişkin yazılarıyla sosyoloji sahasını boydan boya kat ediyor. Elbette bununla kalmayıp siyasetin sosyolojiyi kestiği noktalarda belirginleşen mülteci krizi, sosyal medya kullanımı, küreselleşme, erkeklik-kadınlık tartışmaları, yaşlılık gibi sıcak ve somut meselelere de el atıyor. Ayrıca 2022 Mart itibariyle hâlâ bitmemiş COVID-19 salgınının en netameli taraflarına neşter atan metinlerle beyaz yakalı işsizliği, kent politikaları ve çevre krizi konularında da okura bir perspektif sunuyor.
Armağan Öztürk’ün 22 yazarla brikte hazırladığı bu kapsamlı çalışma 2022 Türkiye’sinde sosyolojiyle okur, yazar ve araştırmacı olarak ilgilenen herkesin kitaplığına girmesi gereken güncel bir yol hartası.
Tekin Yayınevi olarak bu çalışmayı iftiharla sunmak da bize kalıyor.
Türkiye gerçekten zor bir dönemden geçiyor. Ancak Türkiye’nin bu zor dönemi aşabilmesi mümkün.
Bunun için kurumsal bir devlet işleyişinin sağlanması gerekiyor. Evrensel standartların ekonomide, dış politikada, hukukta, siyasette gerçekleştirilmesi gerekiyor. Türkiye’nin bunu yapma gücü ve imkânı var. Yeter ki bu azimde bir yönetim Türkiye’de bulunsun.
Bir devir kapanıyor Türkiye’de. Yeni bir dönem başlıyor. Bu yeni dönemin kilit aktörü yine CHP olacak. Çünkü CHP, birtakım önemli fikirlerle, güçlü fikirlerle toplumun karşısına çıkıyor.
Bu kapsamda toplumun da bu fikirlere ilgi duyduğu, “CHP ne diyor?” sorusuyla ilgilendiği görülüyor. Biz de elinizdeki kitap ile bu tartışmayı zenginleştirmeye çalışıyoruz. Farklı uzmanların görüşleriyle CHP’nin açıklamalarının,
önerilerinin tartışılmasını arzu ediyoruz.
Üçüncü Yol politikaları üzerine sürdürülen tartışmalar gündeme getirildikleri coğrafyaların sınırlarını taştı ve dünyanın dört bir yanında yeni bir sol oluşum adı altında siyaseti ve özellikle sol siyaseti etkilemeye başladı. Her ne kadar Üçüncü Yol politikalarının üzerine inşa edildiği değerler farklı coğrafyalarda farklı biçimler alıyor olsalar da, varsayım hep aynı:Küresel ekonomi ve onun zaman içinde oluşturacağı küresel toplum kaçınılmaz ve alternatifsiz bir sonuçtur. Dolaysıyla toplumun sürdürebilirliğini sağlamak kaydıyla küresel ekonomiye hizmet edecek bir siyaset yapma biçimi geliştirilmelidir.Küreselleşme gerçekten de kaçınılmaz ve alternatifsiz bir süreç midir? Üçüncü Yol politikaları yerelden türeyen ancak küreye empoze edilen bir küresel siyaset yapma biçimi halini alabilecek midir? Türkiye soluyla ve siyaset yapısıyla yan yana ve karşıt düştüğü noktalar nelerdir?Elinizdeki kitap bu sorulara yanıt verebilmişse amacına ulaşmış demektir.- Murat Cemal Yalçıntan-
İsmail Hüsrev Tökin (1902-1993), gençliğinde Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası’na üye olmuş, Sovyetler Birliğinde öğrenim görmüş, Türkiye’nin ilk Marksist iktisatçılarından ve Kadro dergisinde yazılar kaleme almıştır. Tökin’in adını günümüze taşıyan Kadro dergisinde yapmış olduğu çalışmalar olmuştur. Tökin, bu dergide milli iktisat ve devletçi politikaların ne şekilde geliştirilebileceği yönünde fikirler beyan etmiş, liberalizme karşı çıkmış ve sosyolojik incelemelerde bulunmuştur. Sonraki yıllarda ise düşüncelerinde önemli değişimler gerçekleşmiştir. Bu kitap, Tökin’in siyasi ve iktisadi düşüncelerini, bu düşüncelerini ne şekilde temellendirdiğini ve düşüncelerinin zaman içerisindeki değişimini incelemeyi amaçlamaktadır. Bununla beraber, Tökin’in yaşam öyküsü de düşüncelerine ışık tutacağı inancıyla inceleme kapsamına alınmıştır. Tökin’in yazıları üzerinden 1930 ve 1990 yılları arasında meydana gelen önemli dönüm noktalarına şahitlik etmekteyiz.
Ülkemizin temel sorunlarının başında gelen Kürt sorunu yıllardır çözüm bekliyor.
AKP 17 yıldır iktidarda. “İleri demokrasi” vaadiyle iş başına geldi ve “Kürt meselesi bizim meselemizdir” dedikten sonra sorunları daha da ağırlaştırdı.
Parlamenter demokrasi yerine, “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adıyla -dünyada eşi benzeri olmayan- baskıcı bir tek adam rejimi kuruldu. Bu sistemle birlikte ifade, eleştiri, basın, gösteri, örgütlenme özgürlükleri yok edildi. Erkler ayrılığının ortadan kaldırılmasıyla, hukuk devleti de göstermelik hale geldi.
Bu ortamda Kürt sorunu dahil temel sorunlar daha da ağırlaşırken, siyasal iktidar sorunları yok sayıyor.
Kürt sorunu, bir demokrasi ve eşit yurttaşlık sorunu olduğu için; özgürlükleri, demokrasiyi, halk iradesini yok sayarak çözülemez. Çözüm; insan haklarına dayalı, özgürlükçü, çoğulcu bir demokrasi ile mümkün hale gelecektir.
31 Mart 2019 Yerel Seçim sonuçları o günlerin çok uzakta olmadığını gösterdi. Kürt sorununun demokrasi, barış ve güven ortamında çözülmesine CHP’nin yıllardır yaptığı çalışmaların yol göstereceğine inanıyoruz.
Internet Explorer tarayıcısının 9.0 ve daha eski sürümlerini desteklememekteyiz. Web sitemizi doğru görüntüleyebilmek için tarayıcınızı güncelleyebilirsiniz, güncelleyemiyorsanız başka bir tarayıcıyı ücretsiz yükleyebilirsiniz.