Bülent Kılıçaslan'ın uzun yılların araştırmaları ile ortaya çıkan roman: Efsaneden hakikate bir yolculuk niteliğindedir. Birçok kaynak gözden geçirilerek kaleme alınan roman Abdal Musa'nın dilinden Hünkâr Hacı Bektaş Veli etrafından şekillendirilen inancın yolu anlatılmaktadır. Ebu-l Vefa Kürdi, Baba İlyas, Baba İshak, Lokman Perende, Ahmet Yesevi'den süzülen batini düşünce ve inancın Hacı Bektaş etrafında şekillenmesi romanın ana fikri olmaktadır. Ayrıca Hacı Bektaş ile bu düşünce ve inanç Yunus Emre'ye, Abdal Musa'ya oradan ise günümüze kadar gelen ‘'Dört kapı kırk makam'' anlayışının şekillenmesini konu almaktadır. Anlatı birçok karakter etrafında sürmektedir. Ana karakterler olan Abdal Musa ve Hacı Bektaş Veli romanda usta bir incelikle birleştirilmektedir. Acıların, yıkımın içinde umudun yeniden nasıl yeşereceğini, kin ve nefret yerine sevgi ve aşk ile erkânın nasıl sürdürüleceği ‘' incinsen de incitme'' düsturu ile anlatının diğer iki karakteri olan Timuçin ve İbrahim ile beden bulmaktadır. Okuyan tüm canlara Aşk ile…
“Elşen 2015'ten beri çeşitli ortamlarda Türk Dünyası'nda bilim, Türk Birliği ve vatan sevgisi ile Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti hakkında söylediklerimi bu “Aforizmalar”da derledi ve ona onayımı ve şükranlarımı bildirdim. Her ikimiz umarız ki, “Aforizmalar” Türkiye Cumhuriyeti'nin 100. yıldönümünde yalnız Türkiye'nin değil, tüm Türk Dünyası'nın gelecek kuşaklarına faydalı olur.
Tanrı Türkü Korusun!”
Aziz SANCAR
“Muhterem okur!Bu kitap, Türk Dünyası'ndan bilim dalında ilk Nobel Ödülü'nü kazanmış Prof. Dr. Aziz Sancar'ın çeşitli toplantılardaki konuşmalarından, kaleme aldığı yazılarından ve verdiği röportajlarından derlenerek hazırlanmıştır. Sn. Sancar, birçoğuna şahsen katıldığım, organize ettiğim veya vesile olduğum Türk Cumhuriyetleri'ndeki konuşmalarında genel olarak hep bilim ve ulusal kalkınma konusuna vurgu yaptı, gençlerimizi ve çocuklarımızı bilim yapmaya teşvik etti ve hala da etmektedir.
Sn. Aziz Sancar, ben Türkiye Cumhuriyeti'nin eseriyim diyor. Bende Atatürk ve arkadaşlarının Türk Dünyası'na en büyük hizmetinin Türkiye Cumhuriyeti'ni kurmaları olduğunu düşünüyorum. Onun için de, bu kitabı yüksek onur ve sorumluluk duygusuyla Türkiye Cumhuriyeti'nin 100. yılına ithaf ediyorum.”
Elşen BAĞIRZADE
Yakınmak fakat çözüm sunmamak en belirgin vasıflarımızdan bilinegelmiştir. Ülke Sorunları ve Çözüm Önerileri, bu sivrilen özelliğimizden ayrılan bir telif. Belediye başkanlığı seçimlerinden Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin niteliğine; asgari ücretin belirlenmesinden sağlık çalışanlarının oda ve birliklerinin bulunması gerekliliğine; Sosyal Güvenlik Kurumu uygulamasında belirli yaş eşiğinin üstündekilerin vasıflarıyla ilgili meselelerden sosyal güvenlikte ihtiyacı olan herkese yardım yapılmasını gözeten önerilere kadar ülkemizin temel pek çok meselesine dair Prof. Dr. Fehim Üçışık'ın kaleminden bu meselelere sadece parmak basmakla kalmayıp onlardan çıkış için rehberlik eden bir el kitabı.
Peyami Safa'nın insan ruhunun derinliklerinde dolaştığı Şimşek romanı, yaşanan ruhi gerilimlerin beden üzerindeki somut etkisini mükemmel bir şekilde gösteriyor. Bağlarbaşı'nda misafirlerin bir gün bile eksilmediği büyük ve eski bir köşkte, Müfid çocukluğundan beri dayısı Sacid ile hep aynı çatı altındadır. Müfid dayısının arkadaşlarından Pervin'le daha yeni evlenmiştir. Evlenmeden önce Sacid'le ilişkisi olan Pervin, her ne kadar evlendikten sonra ilişkisini sonlandırmaya çalışmışsa da Sacid her seferinde onu ikna etmenin yollarını bulmuştur. Müfid, dayısı ve eşi arasında gizli bir ilişki olabileceğinden şüphelenmektedir ve çare olarak eşiyle birlikte köşkten ayrılmak ister, fakat Pervin'den umduğu desteği bulamaz. Müfid, karşılaştığı olaylar ve arkadaş çevrelerinin imaları neticesinde bir veda mektubu bırakarak teyzesinin Çengelköy'deki evine taşınır. Bütün şüphelerine ve aslında içten içe inandığı gerçeklere rağmen, eşine duyduğu sevgiden vazgeçemeyen ve zaten zayıf bir bünyeye sahip olan Müfid, Pervin'e duyduğu hasretten dolayı yatağa düşer. Ancak hasretine dayanamadığı eşinin kendisini ziyarete gelmesine daha sonra müsaade eder. Hatta Pervin'in varlığından aldığı güçle biraz olsun iyileşmeye başlar. Fakat o gün, bir şimşek aydınlığının doldurduğu hasta odasında korkunç bir manzara ile karşılaşır.
Birçok hanedan için politik ve ekonomik çalkantılarla geçmiş 17. yüzyılın ikinci yarısında, zengin olma hayali taşıyan bir tüccar olan Dudley North, Osmanlı topraklarına adımını atar. On dokuz yıl süren serüveni neticesinde –ki bu sürenin önemli bir kısmı İstanbul'da, Pera'da geçmiştir- 17. yüzyıl için önemli sayılabilecek bir servet biriktirir ve anavatanı Londra'ya döner. Daha sonra “Sir” unvanı alacak olan Dudley North burada da boş durmaz, ticari faaliyetlerine ek olarak siyasi arenada da boy gösterir ve iktisadi meselelere dair görüşlerini yazmaya başlar. İktisadi düşünceler tarihi bağlamında “Bırakınız, yapsınlar.” ifadesini belli belirsiz mırıldanmaya başlayan iktisatçılardan ilkidir, Sir Dudley. Bu yüzden onunla ilgili araştırmalar yapan İngiliz iktisat tarihçileri, onu daha çok İngiliz iktisadi düşüncesi bağlamında anlamaya çalışmış, bu teorik tartışmaların dışına çıkmaya çalışanlarsa onu ya 17. yüzyılda faaliyet göstermiş bir işletmeyi ya da Levant ticaretini anlamak için kullanmışlardır. Fakat esasında o, klasik iktisadın erken kurucularından biri olarak literatürde karşımıza çıkmaktadır. Sir Dudley North'un hayatı ve eserleri, 17. yüzyıl Osmanlı'sını okumak için de pek kıymetli birer kaynaktır. Levant'a tüccar kimliğiyle adım attığı için gözlemleri, notları ve çözüm tavsiyeleri çağdaşı seyyahlardan oldukça farklılık arz eder. Yalnız bu tarafıyla yani Osmanlı siyasi, iktisadi ve sosyal dokusuna dair pek çok önemli gözlemleri sebebiyle bile incelenmeyi hak eder. Fakat bunun da ötesinde Sir Dudley North; birbirlerinden pek çok cihetle ayrılan iki milletin içinde yaşamış, iki farklı iktisadi düşüncenin tezatlıklarını veya benzerliklerini sayesinde gözlemleyebildiğimiz nadide bir örnektir. On dokuz yıl yaşadığı Doğu'da Garplı, hayata gözlerini yumduğu Batı'da Şarklı olarak görülen bu İngiliz tüccarın şahitliği, umarız ki iktisat tarihi literatürüne naçiz bir katkı sunar.
Elinizdeki kitap 1860'tan 1960'a uzanan süreçte şiir türü üzerinden sevgilileri incelemektedir: 100 yıllık bir zaman dilimi, 90 şair, yüzlerce şiir ve onlarca sevgili. Şiir, tarihi çok eskiye dayanan kadim bir türdür. Aşk ise hemen her şair tarafından ele alınan bir konudur. Dolayısıyla sevgili, zaman içinde şiir türünün değişmez aktörlerinden biri olmuştur. 19.yüzyılın ikinci yarısından günümüze kadar gelen süreçte insana ait değer ve algıların değiştiği, bu değişimin öyle veya böyle şiirlere aksettiği rahatlıkla söylenebilir. Hayat bütünüyle değişirken şiirlerdeki sevgililerin de dönüşüm geçirmesi kaçınılmaz olmuştur.
Araştırmada bazen kolektif bir düşüncenin ürünü ama daha çok bireysel tercihlerin bir sonucu olarak şiirde yansıma bulan sevgililerin birbirine benzeyen ve birbirinden ayrılan yönleri tespit edilerek kronolojik bir akış içerisinde sunuluyor. Sevgilinin teşekkülünde sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik etkilerin yanında biyografik tecrübelerin de büyük tesiri olduğuna dikkat çeken Ali Sait Yağar, sevgiliyi yalnızca erkek ve kadında değil insan dışı varlıklarda da aramıştır. Şiir külliyatlarını bir bütün olarak değerlendiren yazar, bireysel hassasiyetleri ortaya koyduğu kadar nesillerin duyuş ve düşünüş tarzlarındaki benzerliklere ve ayrılıklara da ışık tutuyor. Sevgilinin işleniş ve algılanış şekillerinde soyuttan somuta, genelden özele bir eğilim olduğunu saptayan kitap, sevgilinin şiir platformunda yaşadığı değişimi okura sunuyor. Ezelden beri varlığını sürdüren aşk oyunu devam etmektedir; fakat oyun artık aynı oyuncular tarafından oynanmamaktadır.
Köy Hekimi isimli roman, realist akımın fikir babası olarak anılan Balzac'ın dikkat çeken eserleri arasındadır. Bu roman, Balzac'ın 1840'ta -Dante'nin İlahi Komedya'sını anımsatacak şekilde- İnsanlık Komedisi başlığıyla bir araya getirdiği serinin “Köy Hayatından Sahneler” bölümünde de yer alır. Toplumsal tarihçi yönü ve yüksek gözlem kabiliyetiyle öne çıkan Balzac bu eserinde Napolyon'un jakoben kişiliğini ve onun Avrupa'nın geleceğine tesirini, dönemin siyaset anlayışını ve sosyal yapıyı ustalıkla yansıtmıştır. Fransız köylerinin perişan vaziyeti, iyi bir gözlemci olan Balzac'a esasen bir köy kalkınması romanı olarak nitelendirilebilecek bir eser yazdırmış ve o, beş bölümlük eserinde sefalet, cahillik ve geri kalmışlık için hangi çarelerin bulunabileceğini, neler yapılabileceğini edebiyat aracılığıyla anlatmıştır. Balzac'ın sunduğu bu kalkınma yollarını, idealist bir tavır ve adanmışlıkla hayata geçiren kişi ise bir köy hekimi olan romanın baş kahramanı Benassis'dir.
Emine Semiye Hanım'ın Hanımlara Mahsus Gazete'de 1897 yılında tefrika hâlinde yayımlanan romanı Bîkes, Meşrutiyet döneminin bir yansıması olarak, aristokratik gücünü kaybetmiş “asil” bir kadının, aldığı eğitim sayesinde hayatta kalma mücadelesini okurla buluşturuyor. Emine Semiye Hanım'ın kadınların eğitimi, hak ve hürriyetleri ile ilgili meseleleri açıkça tartışmaya açtığı romanı Bîkes, her şeyin kadınlar etrafında geliştiği ve sözün bu kez erkek egemen dünyaya terk edilmediği bir eser. Kaleme alındığı dönemi birçok unsuruyla açıkça işin içerisine dâhil eden roman, Meşrutiyet dönemi Osmanlısı'na dair sunduğu panoramalarla da okura özel bir dünya vadediyor.
Sabri Ülgener, İ.Ü. İktisat Fakültesi'nin kuruluşundan bu yana bir çok bilim adamı yetiştirmiş, Türkiye'nin ekonomi tarihi ile ilgili ufuk açan önemli araştırmalar yapmış bir filozof-iktisatçımızdır. Osmanlı İmparatorluğu'nun tarihindeki ekonomik olayları kronolojik bir sıra ile vermek yerine, sade bir dille geçmişi bugünün süzgecinden geçirmeyi başarmış, "300 yıllık geri kalmışlığımızın" nedenlerine özellikle zihniyet ile sosyal tutum ve davranışlar açısından yaklaşmış olan Ülgener, güncelliğini korumakta olan bu konuda değerli eserler bırakmıştır. Onun "canlı" eserlerinden biri ve öğrencisi A. Güner Sayar'ın vefâ örneği bu çalışması ile, Türk iktisat düşünce dünyasının yanı sıra pek bilinmeyen hayat hikâyesine de ışık tutulmuştur.
Salâhaddin Enis, belki de Türk edebiyatının ilk gerçek natüralistidir. Yazdıklarında, gerçeğin bütün giysilerinden kurtulup “morgda teşhir edilmiş bir naaş gibi” çırılçıplak kalmasını ister ve Bataklık Çiçeği'ndeki hikâyelerde bu isteğini olanca keskinliğiyle gerçekleştirir. Onda, ancak bataklığın kokuşmuş çamurunda açabilen bir çiçeğin garip güzelliğini buluruz. Bir kısmı, daha yazıldığı günlerde devletçe yasaklanan bu hikâyeleri ilk defa topluca okuyacaksınız. Aman burnunuzu tıkayıp gözünüzü açmayı unutmayın.
Ses aynı ses, adam aynı adamdı, çağlar ötesinden bana duyulan… Ben aynı yaralı badem ağacı hiç ama hiç yok olmayıp, insanca şeylere şahit tutulan… Sense badem çiçeğine yazgılananı üzerine alınan insanoğlu, düşün ve çık kendinden… Düşün ve çık işin içinden… Düşün ve ‘Kalbini’ kaçırtma bedeninden, yoksa nefesin, sesin, sözün ve işleyişin kalmayacak evrene çünkü aşk ile atılmayan hiçbir adımın izi kalmaz bu evrende…
Tekin Şener okurunu arayan bir yazar değil. Müdanasız bir kalem sahibi olarak “yürüyen kitap” dediği okuma tutkunu insanları “birlikte anlamaya, hatırlamaya, bağ kurmaya” çağırıyor; çağrıya kulak verenlerle “aynı serabı görme” niyetiyle yazıyor. Onlar aranmaz; yürüdükleri yolda türlü menziller üzerinde kendileriyle aynı dili konuşan dildaşlarını bulur, dinler ve okurlar. İşte bu denemeler bu çağrıyı işitmek üzere yola koyulanlarla “aynı akıntıya kapılmak” umuduyla yazıldı.
“Kitabhâne-i Sûdî’nin Meraklı Romanları” üst başlığıyla 1924 yılında kısa maceralardan müteşekkil 16 kitap hâlinde yayımlanan M. Kemaleddin’in polisiyeleri, nakil, tercüme ve adaptasyon ulamlarından hangisine gireceklerine dair belirsizliğe rağmen yerel unsurların incelikli bir şekilde kullanıldığı özgün bir anlatı diline sahiptir. 14 tanesi bulunabilen maceraların büyük kısmında polis hafiyesi Nahit başkahramandır. Diğer hikâyelerde soruşturmacı kahramanlar Prens Naim Paşa, Necla Hanım, Süreyya, Kamil Bey, Ahmet Efendi, Faik Bey gibi bağımsız karakterlerdir. Bununla birlikte, M. Kemaleddin’in polisiyelerinde olay örgüsü kahramanları geri plana itmiş olduğu için, kitaplar, dönemin diğer polisiyelerindeki kahraman merkezli kurgudan bağımsız, merak unsurunun sonuna kadar korunduğu ayrıksı bir külliyat olarak karşımıza çıkmaktadır.
Yüzyıllar boyunca Türklerin hâkim olduğu ve günümüzde nüfusunun yarısını Türklerin oluşturduğu İran, Türkiye ve Orta Asya arasında geçişi sağlayan önemli bir bölgedir. Bu husus Oğuz, Kıpçak ve Karluk gruplarının yegâne ortak destanı olan Köroğlu için de geçerlidir. Köroğlu Destanı’nın Batı ile Doğu kolları arasında köprü vazifesi gören İran Türklerinin anlatmaları, bu destanın bütüncül olarak incelenmesi için elzemdir. Günümüze kadar bölgesel olarak yapılan Köroğlu çalışmaları bir yapboz olarak düşünüldüğünde bu destanın Türkiye, Azerbaycan, Türkmenistan, Kazakistan ve Doğu Türkistan varyantları hakkında Türkiye’de birçok çalışma yapılmıştır. Bu yapbozda eksik kalan İran Türkleri varyantları da İran Türklerinde Köroğlu Destanı adlı bu kitap ile tamamlanacaktır.
Köroğlu’nun İran Türkleri anlatmalarını ele alan bu kitapta ilk olarak İran Türklerinde destan anlatıcıları olan âşıkların aldıkları eğitim, bağlı bulundukları âşık muhitlerinin temel özellikleri ve bu muhitlerdeki destan anlatma gelenekleri hakkında bilgi verilmiştir. Ardından İran’da derlenen 11 kol üzerinden Köroğlu Destanı’nın İran Türkleri anlatmaları yapı olarak incelenmiştir. Son olarak söz konusu kolların metinleri ek olarak okuyucuya sunulmuştur.
Türk iktisat tarihçiliğinin büyük ismi Ömer Lütfi Barkan, tarihçiliğimizin Köprülü sonrasında uluslararası mecrada boy gösteren ve onun Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası'nı çıkararak açtığı çığırın kendisinden sonraki ilk büyük ismidir. Barkan'ın en önemli yanı, tahrir defterlerini ilk defa sistematik olarak incelemeye başlayan ve bunların Osmanlı toprak ve nüfus meseleleri açısından değerini ortaya koyan bir bilim adamı olmasından kaynaklanır. Strazburg'da okuduğu yıllarda Lucien Febvre ve Marc Bloch gibi Annales ekolünün kurucusu olan tarihçilerin ders ve yayın faaliyetlerinin etkisiyle; ayrıca onların da üstadı olan meşhur Orta Çağ tarihçisi Henri Pirenne'in eserlerinin gölgesinde gelişen düşünceleri ve bilhassa bu ekolün sonraki temsilcisi Fernand Braudel'in çalışmalarına duyduğu ilgi, Türk tarihçiliğini bu yolda hazırlamak konusunda da kendisini bir öncüye dönüştürmüştür. Burada, Barkan'ın, 1936-1960 yılları arasında nüfus ve iskân meselelerine hasredilmiş çalışmaları, 1942'de Vakıflar Dergisi'nde neşredildikten sonra bir klasik hâline gelen “Osmanlı İmparatorluğu'nda Bir İskân ve Kolonizasyon Metodu Olarak Vakıflar ve Temlikler I: İstila Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeler” başlıklı oylumlu makalesinin çatısı altında bir araya getirilmiş, ayrıca bu toplama kapsamlı bir analitik dizin eklenmiştir.
Tuhaf görülecek ama, vaktimi en çok emen, yazılanlardan ziyade yazılmayanlar oldu. Notlarım yazdıklarımdan, okuduklarım notlarımdan çoktu. Yazıya hazırlanış yazıştan ve yazılmayacakları ayırmak yazılacakları dizmekten daha uzun sürdü. Hattâ vermenin tadıyla malûmatçı görünmenin gülünçlüğü: Öncekinin tadına kapılmamağa çalışmayı okuyana karşı saygı borcu bildim. Yazının içine biraz öz koymak; bu, yazıyı uçup giden bir duman hafifliğinden kurtarır. Yazının dışına biraz hafiflik vermek; bu, yazıyı, taş gibi toprağa saplamaktan esirger. Ne toprakta, ne bulutta, bunu yapabildiğimi bilsem, umduğuna eren bir kimse gibi sevineceğim.
Millî Eğitim Bakanlığı'nın tavsiyesinin doğurduğu ihtiyacı karşılamak üzere Mesnevî'de yer alan kısa hikâyelerden oluşan bir derlemedir. Girişte Hazret-i Mevlâna'nın hayatı ve eserleri hakkında özet bilgiler verilir. Hikâyeler öğrencilerin dimağlarında tat bırakacak ve onlara Mesnevî'yi sevdirecek şekilde seçilmiştir. Hikâyelerde tasavvufî görüşün temel kavram ve olgulara nasıl baktığı aksettirilmiştir. Otuz iki ana başlıktan oluşur. Bu başlıklar iç içe geçen küçük hikâyelerle işlenmiş ve açıklanmıştır.
Renkler; Türk tarihi, kültürü ve dili bakımından büyük bir öneme sahiptir. Hiç şüphesiz ki Türk kültüründe araştırılması ve aydınlatılması gereken önemli konulardan birisidir. Türk kültüründe renklere ve ifade ettikleri anlamlara değinen çalışmaların az oluşu ve tarihçiliğimizde bu konuya temas edilmesi gerekliliği düşüncesi bu araştırmayı ortaya çıkarmıştır. Hem muhteva hem de kapsam bakımından elinizde tuttuğunuz bu eser Türkiye’deki az sayıdaki araştırmalardandır.
Türk Kültüründe Renkler adlı bu kültür tarihi araştırması için pek çok tarih ana kaynağı, erken dönemlerden kalan metinler, destan, hikâye, şecere, rivayet, atasözleri, deyimler ve ayrıca Türk tarihi ve kültürünü inceleyen araştırma eserleri taranmıştır ve ana kaynaklara sadık bir şekilde değerlendirmeler yapmaya gayret edilmiştir. Eserde renk adlarının etimolojik olarak köklerinden ve diğer lehçelerdeki kullanımlarından başlanarak kişi ve yer adlarında, destanlarda, atasözü ve deyimlerde, giyim-kuşamda, sanatta, devlet idaresinde, askeri düzende, bayraklarda ve yön sembolizminde Türk kültür tarihi bakımından renkler incelenmiş ve böylece genel olarak Türklerin maddi ve manevi hayatında renklerin yeri üzerinde durulmuştur.
Çingis Han'ın zuhurundan ve geniş Avrasya coğrafyasında onun nesli eliyle kurulan Türk-Moğol devletlerinin siyasi tecrübelerinden sonra, Asya'da daha küçük ve aynı devlet geleneğinin sürdürücüleri oldukları için “Yeni Çingisliler” olarak nitelenen “Türkistan Hanlıkları” dönemi başlamıştır. Tarım havzasında Çingis'in ikinci oğlu Çağatay Han'ın soyundan Sultan Said Han tarafından kurulup yaklaşık iki yüzyıl boyunca hüküm süren Yarkend Hanlığı ve bölgedeki dinî-siyasi çekişmeler sonucu el değiştiren iktidarın, tarikat liderlerinin başkanlığında 18. yüzyılın üçüncü çeyreğindeki Çin işgaline kadar “Hocalar Dönemi” adıyla süren bütünleşik siyasi tarihine dair birincil kaynaklara dayanan Yarlıklar ve İnayetnameler, Harvard Üniversitesi Houghton Kütüphanesi'nde, 16-18. yüzyıllar arasında hazırlanmış beşi soyurgal, biri tarhanlık yarlığı ve biri inayetname türünde, resmî niteliği olan toplam yedi belgenin lengüistik ve filolojik incelemesine dayanır. Türk diplomatiği açısından son derece önem arz eden bu belgeler aracılığıyla Türk resmî yazışma geleneğinin II. Türk Kağanlığından söz konusu döneme kadar olan bütüncül diline dair bir fikir edinmek ve bu literatürün aynı bütünlükle değerlendirilebilmesine giriş niteliğinde bir katkı sunmak mümkün olabilecektir.
Mehmed Emin Yurdakul, Türk edebiyatında yalın bir dille ve hece vezninin alışılmışın dışındaki kalıplarıyla şiir yazarak devrinde hüküm süren anlaşılmaz terkiplerle dolu edebiyat verimlerinden bağımsız, yeni bir çığırın öncüsü olmuştur. Bu sebeple çağdaşları tarafından “millî şair” unvanıyla da taltif edilen Yurdakul’un esas amacı halkçı, inkılapçı ve milliyetçi duygularla Türk milletinin meselelerini ele almaktı. Edebiyat tarihçiliğimizin büyük isimlerinden Fevziye Abdullah Tansel, yaşadığı dönemde çokça eleştirilse de sadece bu duyarlılıklarıyla bile Türk edebiyatı tarihinde önemli bir yer işgal eden bu müceddidin bütün şiir varlığını eleştirel bir yöntemle ilmî olarak derleyerek ortaya koymuştur. Tansel’in çalışmasında, kendisi tarafından Yurdakul’un hayatı, şiir anlayışı, şiirlerinin uyandırdığı ilgi ve akislere dair telif edilen oylumlu bir giriş bölümünü takiben “millî şair”in şu eserleri geniş notlarla neşredilmiştir:
Türkçe Şiirler (1898)
Türk Sazı (1914)
Ey Türk Uyan! (1914)
Tan Sesleri (1915)
Ordunun Destanı (1915)
Dicle Önünde (1916)
Hastabakıcı Kızlar (1917)
Turan’a Doğru (1918)
Zafer Yolunda (1918)
İsyan ve Dua (1919)
Aydın Kızları (1921)
Ankara (1939)
ve Türk Tarih Kurumuna bıraktığı, “Dağınık Şiirler” başlığıyla ilk defa Fevziye Abdullah’ın bu yayınında bir araya getirilen şiirler…
Taner Ay’ın girişimi, gündeme getirdiği yazarlar kadar gündeme getiriş biçimiyle de dikkate değer. Sürükleyici bir yazı üslubuyla eleştirel bir titizlik bu makalelerde birlikte işliyor. Ay, anekdotlar, alıntılar, dedikodular, merak uyandırıcı ara başlıklarla kitabın okunurluğunu artırırken, ortaya koyduğu her bilginin kaynağını ve gerekçesini de sunuyor. İkincil kaynaklardan azade bir şekilde kurmacayla malumat aktarımı arasında bir yerde kurulan bir söylemle, ele alınan yazarları efsaneleştiren bir tavırdan çok, Ay’ın söyleminde demokratik bir hassasiyet göze çarpıyor. Alıntıların kullanış şekliyle ve ikincil literatür, birinci elden tanıklıklar, resmî belgeler gibi unsurlardan oluşan kaynakçanın sunuluş tarzıyla okura bilgileri ve iddiaları sınama fırsatı sunuluyor. Ansiklopedi maddelerinden lisansüstü tezlere kadar uzanan bir metinler külliyatı içinde başkasının sunduğu bilgiyi sorgulamadan almak, gerekli sınamaları gerçekleştirmemek, böylece yanlışı çoğaltmak yaygınlaşırken, Taner Ay’ın metinleri kaynakla nasıl ilişki kurulur, hatalar nasıl tespit edilip düzeltilir konularında da uygulamalı bir ders niteliğinde.
Ahmet Hikmet Müftüoğlu, Haristan ve Gülistan, Çağlayanlar ve Gönül Hanım eserleriyle Türk edebiyatında kendine has bir yeri olan yazardır. Müftüoğlu, sadece bir nesir yazarı değil kültür, sanat, medeniyet, tarih, felsefe, estetik gibi alanlarda dikkat çekici gözlem, fikir ve tenkitleri de olan çok yönlü bir entelektüeldir. Müftüoğlu, devlet işlerinin yanı sıra 1924-1925 yıllarında da Resimli Gazete’de “Penceremden” üst başlığıyla seri yazılar yazmış ve birikimini bu yazılarında okurlarına aktarmıştır. Elinizdeki eser, işte bu yazıları günümüz okurlarının dikkatlerine sunarak onun sanatkâr ve fikir adamı kimliğinin karanlıkta kalmış yönlerini daha da aydınlatıyor.
Ahmet Hikmet Müftüoğlu, Penceremden ismini verdiğimiz eserinde, “medeniyet” fikrinden Almanya’da şahit olduğu “düellolara”, “resim sergilerinden” “Türk kadını”na, sarsıcı “aşk”lardan “mutlu evliliklere”, “Millî mücadele hatıralarından” “Türk’ün seciyesi”ne kadar birçok çarpıcı, ilginç ve bazen günümüzde bile hâlâ tartışılan konulara kendi “penceresinden” bir ufuk kazandırıyor.
“Bizce, Genel Sağlık Sigortası uygulamasında, sağlık hizmetlerinden yararlanma ile prim ödeme gün sayısı veya prim borcu arasında bağlantı kurulması, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesine, 1982 Anayasasına ve hatta, sağlanacak sağlık hizmetleri ile alınan prim tutarları arasında ilişki kurulamamasını öngören düzenlemeye aykırıdır. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesine ve 1982 Anayasasına göre, herkes, böyle bir şarta bağlı olmaksızın, sağlık sosyal güvencesine sahiptir.”
“Sosyal Güvenlik Kurumu ile Türk Eczacıları Birliği arasında yapılan Protokolde ve eczanelerin Sosyal Güvenlik Kurumuyla olan sözleşmelerinde öngörülen belirli süre yasaklama şeklindeki yaptırımlar, yalnızca eczacıların değil, aynı zamanda, eczaneden yararlanmakta olan vatandaşların cezalandırılmasına yolaçmaktadır. Özellikle, bir yerleşim merkezindeki tek eczanenin Mahkeme kararı olmaksızın aylarca yasaklanması o beldedeki tüm sigortalıları eczane hizmetlerinden yoksun bırakmaktadır. Bizce, sağlık alanındaki yaptırımlar, dolaylı olarak vatandaşların cezalandırılması şeklinde değil, yalnızca sorumlu kişi veya kişilerin hukuki alanıyla sınırlı olmalı, eczanelerle ilgili bu sakıncalı yasak yerine, sorumlu eczacıya yasak süresince yoksun kalacağı gelirden fazla cezai şart uygulanmalıdır.”
“Bize göre, Türk Eczacıları Birliği Kanunu, Eczacı Odalarına ve Türk Eczacıları Birliğine, Sosyal Güvenlik Kurumu müfettişi gibi, eczaneleri denetleyip aleyhlerine işlem yapma yetkisi verilmesine imkân tanımamakta, aksine, Odaları ve Birliği, eczacıların haklarını ve menfaatlerini korumakla yükümlü kılmaktadır. Böylece, Birliğin, kamu kuruluşlarıyla eczacılara yaptırımlar uygulanmasına yönelik işlem yapmasını ve daha sonra Mahkemece bu uygulamaların haksız bulunması halinde eczacıların zararlarını üstlenmesini öngören bir Protokol yapamayacağını, aksine, haksız yaptırım uygulanması halinde mağdur eczacılara haklarının korunması hususunda yardımcı konumunda olması gerektiğini düşünmekteyiz.”
Komşu teyze Evet Hanım…
Affedersiniz, aslında Emek Hanım.
Ne söylesek ne istesek bıkmadan, usanmadan her şeye EVET dediği için büyük küçük herkes ona “Evet Hanım” diyor.
Günlerden bir gün çocuklar, kendini Evet Hanım’ın yerine koyuyor ve bunca koşuşturmaya nasıl yetiştiğini düşünüyor.
Acaba Evet Hanım da bir gün köşesine çekilip dinlenebilecek mi?
Eski Uygurlarda Yerleşik Yaşam Kültürü adlı bu kitap, eski Türk çağında yerleşik yaşam kültürünün en önemli temsilcilerinden Koço/İdikut Uygurlarının şehir kültürünü, konut, mutfak ve beslenme ile giyim kuşam ve süslenme kültürünü, devrin yazılı kaynakları olan Uygur sivil belgeleri başta olmak üzere, Uygur Budist ve Maniheist çevrede üretilen eserlerden derlenen ilgili söz varlığı üzerinden tarihî-karşılaştırmalı yöntemle incelemeyi amaçlamıştır.
İpek Yolu’nun en önemli güzergâhlarından olan Tarım havzasında devlet kuran Koço/idikut Uygurları Orta Asya’daki yerleşik yaşam kültürünün ilk ve önemli temsilcilerinin başında gelir. Ayrıca Koço/İdikut Uygurlarının dönemi genel Türk tarihinin sosyal ve kültürel açıdan en önemli gelişmelerinin yaşandığı bir devir olarak da büyük önem taşır. 9.-14. yüzyıllar arasını kapsayan bu dönemin en zengin yazılı tanıkları olan Uygur sivil/hukuk belgeleridir. Bu belgeler Uygurların sosyal, kültürel ve ekonomik durumuyla ilgili bilgi veren önemli kaynaklar arasında yer alır.
Bu kitap çalışmasında filolojik olarak incelenen söz konusu dil malzemesinden çıkan sonuçlar, ilgili dönemdeki tarihî ve arkeolojik kaynaklarla da desteklenerek Koço/İdikut Uygurlarının maddi yaşam kültürünün zenginlikleri ortaya konulmaya çalışılmıştır.
Prof. Dr. A. Melek Özyetgin
Dünya klasikleri denildiğinde akla gelen ve bu başlığın altına girecek kitaplarıyla romancılığın büyük isimlerinden biri olan Balzac’ın, Türkçeye Vadideki Zambak ismiyle tercüme edilen romanı 1835’te yayımlanmış ve onun en bilinen romanları arasında yer almıştır. Dante’nin İlahi Komedya’sına karşılık İnsani Komedya (La Comédie Humanie) ismiyle eserlerini toplayan Balzac’ın bu romanı, İnsani Komedya’nın “Taşra Yaşamından Sahneler” bölümünde de yer almaktadır. Roman, ailesiyle ilgili bazı sıkıntıları olan ve hayli zorluklar çeken bir gencin, Felix’in hayatını ve evliliğinde mutsuz olan Henriette ile Felix’in aralarındaki ilişkiyi anlatır. Fakat bunların yanında devrim sonrasının Fransa’sını ve 19. yüzyıldaki sosyal hayatı da okuyucuya aksettirir.
Balzac’ın gözlem kabiliyetini eserlerindeki karakterlerde görmek mümkündür. O, Cemal Süreya’nın aktardığına göre İnsani Komedya’sının ön sözünde şöyle der: “Gözlemek ve tasvir etmek yetmez, belli bir amacı göz önünde tutarak gözlemek ve tasvir etmek gerekir.” İşte Balzac’ın bu romanında da sadece yaşadığı toplumu, ailesini ve karşılaştığı karakterleri değil, aslında kendisini de gözlemlediğini hissedeceksiniz.
İkinci Meşrutiyet Cumhuriyet’in laboratuvarı olarak bilinegelir. Anayasal monarşinin başlangıç evresi 1908’dir ve baş aktörü İttihat ve Terakki Cemiyeti’dir. Fransız devriminin esintisi “hürriyet, müsavat, uhuvvet”, devrimin şiarıdır. Meşrutiyet’in ilk yılı “İlan-ı Hürriyet”tir. 1908 doğumlular doğum yılı sorulduğunda “Hürriyette doğdum,” yanıtını verirler. Türkiye’de temel hak ve özgürlükler alanında önemli adımların atıldığı evre işte İkinci Meşrutiyet’in bu ilk yılıdır. 1908 bir anlamda 600 yıllık mutlak monarşiyi, Osmanlı hanedanı saltanatını sonlandırır. Jön Türk devrimi ise dünya tarihi açısından 20. yüzyılın baş döndürücü kaotik dönüşümlerinin ilklerinden biri sayılır. Otuz üç yıllık II. Abdülhamit saltanatı 31 Mart’la son bulur.
Daha önce İttihat ve Terakki ve Şura-yı Ümmet gazeteleriyle sesini duyuran İttihat ve Terakki Cemiyeti bu kez yarı-resmî Tanin’le okuyucuların karşısına çıkıyor. Dönemin önde gelen tanıklarından Hüseyin Cahit Yalçın’ın 1908-1909 evresi üzerine Tanin’deki başmakaleleri bu kitapta yer alan yazılar. Anadolu’da Devrim Günleri – II. Meşrutiyet’in İlanı adlı eseriyle konuya ne denli hâkim olduğunu bildiğimiz Mülkiye kökenli tarihçilerimizden Kudret Emiroğlu Hüseyin Cahit’in bu değerli yazılarını Latin harflerine kazandırıyor. Göz nuru gerektiren, büyük emek mahsulü olan ve 1908 Jön Türk devriminin ilk elden anlatımını içeren kitaptaki makaleler, geçen yüzyılın siyasi tarihinin temel kaynaklarından birini oluşturuyor.
Sevmenin De Yana Yakıla’sı Var
Karanlıktı Ne Zaman Ulaşsam
Güneş Daha Mı Hışırtılı Geçecek
Akışı Unutuluşu Bastırılmış Göğünle
Dokunsam Onu Kusursuz Bir A Sanarak
Ya Ölmeden Önce Ya Birkaç Kez
O Kadar Berrak, Tamamlanmamış
Aldırmaz Bir Bedende, Hep Aynı
Tufandan Sonra Da Nuh’un
bir daha dokunmaması o ağır suya
Her şiir bir müzedir. Duygularımızın, fikirlerimizin, kanaatlerimizin, umutlarımızın, sevinçlerimizin, acılarımızın, öfkelerimizin ve nice hasletimizin sergilendiği bir müze. Elinizdeki kitap, genç bir şairin dimağında ve yüreğinde beslediği, büyüttüğü ve hatta öldürdüğü duyguların cesurca terennümü. “Atlara fısıldayan” şair Alperen Alparslan, bahse konu müzeleri gezdirirken sizi masumane bir sevgi gösterisinin ve çılgınca haykırışın tılsımına davet ediyor. Şüphesiz her şair gibi, onun “adı da savaşlara gebe” ve bu savaştan sağ çıkıp çıkmadığına sizler kani olacaksınız. Kanaatiniz ne olursa olsun; genç kalemşorun, şiirin burçlarında dalgalandırdığı ses bayrağını ruhunuzun zirvelerinde duyacaksınız. Umarız, Alperen Alparslan, Türk şiirinin -tüm kaygıları bir kenara bırakarak- tek kaygısı estetik hazlar olan neferleri arasında çolpan misali parlayacak ve hiç sönmeyecek dizelerin müellifi olur.
anahtar deliğinden geçmeli kovulanağlayınca içinde gözyaşı eksilmezçaresizlik tozuyor bukleler arasındabıçkın ve lodoslu bir eğimden aşağıboynunu yürüyorum göz kararmasıylahabersiz baktığında çiçeğin simasıbile somurtkan. gel oksijeni kırbaçla
Gittikçe kötüleşen, çürümeye meyyal bir dünyada temiz bir vicdan olarak kalabilmenin yollarını arıyor Ercan Ata. Çağın gidişatına inat, insani özü gün yüzüne çıkarmayı deniyor. Yıllardır okuyup yazmanın verdiği kültürel birikimi, şiir ve hikâyelerden sonra bu kez de denemede yansıtıyor. Sadece yazım aşaması yaklaşık iki yıllık emeğin ürünü olan bu metinlerde o, bir aydın sorumluluğu ve duyarlılığıyla “Huzur, dostluk, gurbet, yalnızlık, yaşam, ölüm” gibi kavramların etrafında serazat koşturuyor düşünce atını. Çocukluktan ilk gençliğe, yaşlılıktan ölüme kadar insanın yaşam duraklarında soluklanmasını da sağlıyor sonra. Sıradan insanın, günlük hayatına ayna tutuyor. Onun ümitlerini, sevdalarını, kayıplarını, mutluğunu, hüznünü işliyor ilmek ilmek. Edebiyat, sanat ve hayatın olduğu arka fonda birçok sanatçının eserlerine göndermelerde bulunarak düşüncelerini görünür kılıyor.
İnsana soruyor: “Yaşamak oldukça ağır gelir bize. Yalılarımız, lüks sitelerde korunaklı ve garantili evlerimiz, sevgililerimiz, pahalı arabalarımız yoktur. Varsın bunlar olmasın ne çıkar? Yaşamak nesnelerden daha derin ve güzel bir edim değil midir? Kendimizden uzaklaşmaya çalışırken içimizde oluşan hayat adlı boşluğu ne kadar doldurabiliriz ki?..”
Bireyin iç dünyasından hareketle yaşamak denilen toplamı sorguluyor. İçsel sorularla başlayıp çağın yaldızını döküyor. Utandırmayı deniyor çağını...
Edebî sanatlar veya söz sanatları adını verdiğimiz söz ve anlam oyunları, az sözle çok şey ifade etmeye, anlam ve çağrışım ilgileri kurmaya yarar. Sözcüklerin anlam olarak görüntülerinden ve ses değerlerinden yararlanmak, söze bir anlam derinliği kazandırmak amacı güder. Bazı söz sanatları ise sözün ahengini güçlendirmeye yarar. Söz sanatları, şiiri sıradan ve yavan sözler yığını olmaktan kurtarır. Okuyucunun duygu ve düşünce dünyasını harekete geçirir, coşku ve heyecanını artırır. Okuyucuyu düşünmeye ve şiirdeki gizli anlamları keşfetmeye zorlar.
Sanatçıları, toplumun diğer bireylerden farklı kılan bir özellik de, onların kullandıkları dili gündelik hayatın dışındaki anlam ve göreviyle kullanabilmeleri, sözcüklere ve cümlelere yeni anlamlar yüklemeleri ve dili zenginleştirebilmeleridir. Edebî eserlerden zevk almak ve onu doğru anlamlandırmak ise bu sanatlı dilin özelliklerini bilmekle mümkündür.
Bu çalışmamızda 1860’tan günümüze Türk Edebiyatında haklı bir yer edinmiş olan ve edebi sanatları başarıyla kullandığına inandığımız hemen her şairden -iki yüzün üzerinde şairden- daha önce bu konuda kaleme alınmış ve çoğu birbirinin tekrarı olan onlarca kitabın hiç birinde örneklenmemiş binlerce şiir parçası bulacaksınız.
Bu çalışmamız, şiirseverlerin, genç şairlerin, Türk Dili ve Edebiyatı bölümü lisans öğrencilerinin, edebiyat öğretmenlerinin ve Edebî Bilgiler dersi okutan akademisyenlerin yararlanabileceği bir kaynak olacaktır.
Recai Kapusuzoğlu
Yeni İstanbul gazetesinde 1961 yılında yayımlanan Gagaringrad Moskova Notları kitap olarak ilk kez Ülkü dergisinin hediyesi olarak 1962 yılında neşredilmişti. Tarık Buğra’nın Moskova’da geçirdiği bir haftada aldığı notlara dayanan bu yazı verimi, onun, “20. asrın büyük problemi” olarak tanımladığı komünizmi yerinde gözlemlemesi ve dönemin Moskovası’nı ilk ağızdan aktarması açısından da önem taşımaktaydı. Kitabın 1962 baskısında da belirtildiği gibi “hava alanına her türlü peşin hükümlerden uzak inen bir yazarın karşılaştığı çetin meseleler ve gerçeklerin ifadesi” olarak da hülasa edilebilecek olan bu eser, yurt içinde yoğun ilgi de görmüştü.
“Bir Köyden Bir Başşehre” başlıklı gezi notları ise Tarık Buğra’nın Türkiye Spor için kaleme aldığı millî takım kampındaki izlenimlerinden oluşuyor. Millî takım futbolcularının ruh haletlerinden kampta yaşanan ilginç olaylara kadar her türlü gelişmenin not edildiği, günümüz spor muhabirlerine de rehber olacak nitelikte bir tür kamp günlüğü özelliği taşıyan bu yazı dizisi, ilk kez kitaplaşıyor.
BOZKURTLAR, Ateş çocuk dergisinin 7 Ocak 1937’de çıkan 7. sayısından, 29 ve 30. sayılar haricinde, 40. sayısına kadar tefrika edilip kitap olarak yayınlanacağı 1946’ya dek yarım kalan Bozkurtların Ölümü ve onun devamı olarak 1949’da yayınlanan Bozkurtlar Diriliyor’un, Ötüken Neşriyat tarafından 1973’te büyük yazarının lütufkâr müsaadeleriyle birleştirilip neşredilen ilk baskısında aldığı yeni ismidir.
Birinci Gök Türk Kağanlığı’nın çöküşü ve Kür Şad önderliğindeki 40 Türk bahadırının canları pahasına esarete başkaldırarak bağımsızlık ateşini yakmalarının, onların unutulmaz ihtilal girişiminden elli yıl sonra, Kutluk Şad liderliğindeki Türklerin İkinci Gök Türk Kağanlığı’nın kurt başlı sancağını yeniden yükseltmelerinin temiz ve ince işlenmiş destansı bir dille anlatıldığı bu büyük Türk romanı, yazarı hayattayken klasikleşmiş ve pek çok nesli millî gurur ve şuur yoluna sevk ederek ölümsüzleşmiştir.
Bozkurtlar, okuyucularını asırlar öncesine, ata yurtlarını yoğuran eski tasa ve kıvançların, zafer ve yenilgilerin; bozkırda şekillenen eski Türk yaşayış ve töresinin, ahlâk ve erdemlerinin yüceltildiği ülküleştirilmiş bir kahramanlık diyarına taşır. Bu iklimin havasını soluyacak Türk çocukları, karşılarında, atalarının göz alıcı bir aydınlıkta parıldayan faziletli hayat sahnelerini bulacaklardır.
İlk defa 1971 yılında, Ankara’da “sarı kara” bir güz gecesinde “Bican Agay”ın zihnine düşen ve çıkmak, ışık görmek için onu çok zorlayan Kara Kam’ın şiirleri, yıllar boyunca kendisini görünür kılacak geçitler arayarak gölgelerde dolaştı, ara ara birkaç düşsel yoklamayla birkaç kıtalık sözler etti. Pek çok yükseliş ve geliş gidişi takiben 90’lı yıllar boyunca sesini parça parça duyurdu ve 2003 yılındaki son seslenişlerinden on yedi yıl sonra tamamlandığında, evrenin ve insanın yaratılışından Ergenekon’dan çıkışa dek hikâyemizi dillendiren 3631 dizelik muazzam bir Türk destanı hâlinde anıtlaştı. Ahmet Bican Ercilasun’un kırk yıllık edebiyat ve dil verimi olarak bize ulaşan Kara Kam’ın Türk Bitigi, kaynak olarak millî destanımızın kök ve dallarından beslenen bir dil uzluğuyla kurgulanmış çağdaş bir eserdir. Destan, Orhun Anıtlarından yüz elli yıl öncesinin dilinin Türkçe kökenli söz varlığının Köktürk dönemi metin, ses ve biçim bilgisine göre düzenlenmiş özgün bir dillendirilişi ve bu özgün metnin ölçünlü Türkiye Türkçesine birtakım yeni yaratımlarla aktarılışından oluşmaktadır.
Türk edebiyatının yenileşme tarihinde önemli bir devreyi dolduran ve XIX. yüzyılın son çeyreğinde aydınlığın geldiği bir ocak olan Ahmed Midhat Efendi’nin, matbaa kurması ve işletmesi, her alanda sayısız kitap ve risale neşretmesi ve Osmanlı toplumunu okumaya alıştırması gibi büyük emekleri düşünülünce onun Osmanlı yazı hayatını içeren bir kitabın önsözü olarak nitelendirilmesi hiç de abartı olarak algılanmaz.
Fakir bir esnaf ailesinin çocuğu olarak dünyaya gelen Ahmed Midhat Efendi, oldukça güç şartlar içinde yetişmiştir. Çocukluğu mahrum bir ortamda ve oldukça “serazat” geçmiş ve ailesinin geçim zaruretinden dolayı Mısır Çarşısı’nda bir aktar dükkânına boğaz tokluğuna çırak olarak verilmiştir. Hem dostu hem de Rodos’ta sürgün arkadaşı olan Ebuzziya Tevfik’in ifade ettiği gibi, hayata nasıl çalışarak başladıysa, ömrünün sonuna kadar bu yoğun çalışma temposundan hiç ödün vermeden aynı şekilde devam eden Ahmed Midhat Efendi’ye takılmış lakaplardan ikisinin “Kırk Ambar” ve “Kırk beygir kuvvetinde bir yazı makinesi” olması da tesadüfî değildir.
Felâtun Bey İle Râkım Efendi romanı 1875 yılında yayınlanır. Romanın yayımlandığı yıl, Tanzimat Fermanı’nın ilan edilişinin üzerinden 36 sene geçmiştir.Tanzimat Fermanı’nın ilan edilmesiyle birlikte, Batılılaşmanın bir devlet programı hâline gelmesi ve bu çerçevede devlete ait bütün kurumların yenilenmeye başlaması, bu değişimin kısa bir sürede gündelik hayatta da karşılık bulmasına yol açmış; yüzyıllardır “öteki” olarak görülen Batı’nın hayat biçimi, giyim kuşamı, modaları, düşünce biçimi, sosyal ve siyasi yapısı, felsefesi, Osmanlı için kendisinden mutlaka yararlanılması gereken ve vazgeçilmesi mümkün olmayan önemli değerler hâline gelmiştir. Kısa sürede toplumsal hayatta da karşılığını bulan bu değişim isteği; bu hayata ait pek çok unsurun, modernleşme süreci içerisinde yeni dönemin getirdiği düşüncelerle; yeniden konuşulmasını, tartışılmasını ve biçimlendirilmesini de sağlamıştır. Bu bağlamda, Felâtun Bey İle Râkım Efendi romanı da bu değişimin getirdiği problemleri ele alan bir eserdir.
Ahmed Midhat Efendi’nin, hayata çalışma / ticaret merkezli bakışının en zengin örneklerini içeren metinlerden biri olan Felâtun Bey İle Râkım Efendi romanında da bir taraftan kendisine benzeyen, alınteriyle para kazanan ve bu yüzden romanda hamiliğini yaptığı Râkım Efendi’yle, hazırdan yiyen bir mirasyedi olduğu için alay ettiği, aşağıladığı Felâtun Bey’in üzerinden iki tip Batılılaşma arasındaki farkları ortaya koyarken bir taraftan da çalışma arzusuyla başarıya ulaşma fikrini işler.
Hayrettin Ziya Taluy ismi pek çoklarımız için hiçbir şey ifade etmiyor bugün. İşin hazin tarafı, Hayrettin Ziya yaşadığı dönem içinde de sesini duyuramamış, eserlerini geniş kitlelere tanıtmayı, okutmayı başaramamıştır.Merkezden uzak olduğu, edebi kamu içerisinde yer almadığı için hatır-gönül ilişkilerini kullanarak eserleri hakkında tanıtma yahut eleştiri yazıları çıkartamamış, muhtemelen dönemin önemli köşe yazarlarına, münekkitlerine, dergi sahiplerine birer nüshalarını bile yollamamıştır roman ve öykü derlemelerinin. Yani oyunu kurallarına göre oynamamış, belki de bu tarz davranışlara gönül düşürmemiştir.Hayrettin Ziya’nın İnsan Artıkları ve Aşınmış Vicdanlar romanları, ahlaki tezleri, sosyolojik saptamaları ve tartıştırdıkları olgular açısından ele alındığında son derece değerli eserlerdir. İki romanda da gerek külhanbeyi ağzı, argo kullanımı, gerek dramatik kurgu oldukça başarılıdır. Hayrettin Ziya her ne kadar Trabzon’da yaşasa da iki romanını da İstanbul’da geçirmiş, gece hayatı, parkları ve sokaklarıyla geçmiş zamanların İstanbul’unu ölümsüzleştirmiştir.
yasa çevirdi bayramlarımızılâin ortalamalıklar,ey amos...ve ağıtlara döndü şarkılarımız...
vazgeçilmez mobilyasıdır şimdi evlerimizinyemeğimizi üzerlerinde yediğimizsanal endîşelerve zevklerimizin bayağılığı...
Mumların Şerhinde Pervane.Esâtir Puslanır...Kalbin Akşam,Sayhalar Issız,Ki GözlerCâmda MülŞehvetiyle SüslenenGülşende Çârnâçâr Kalır...
Ayrılıklardan Şikâyet BâbıdırCân...Söz Ve Kül...
İstanbul’da Türkçe gazetecilik 1830’lardan 1990’lı yılların başlarına kadar Babıali semti ve çevresinde faaliyet göstermiştir. Şehrin idari, ekonomik, toplumsal ve kültürel anlamda geleneksel merkezi sayılan bölgede gelişen 160 yıllık gazetecilik tarihi aynı zamanda haber kaynağı kurumlar, meslek çevresi ve sosyalleşme mekânları ile iç içe geçmiş bir deneyimin tarihi olarak tanımlanabilir. Ancak Babıali, 1990’lı yıllarda gerçekleşen mekânsal değişimle gazeteciliğinin merkezi olma özelliğini yitirmiş, İstanbul gazeteciliğinde medya plaza dönemi başlamıştır. “Basının Endüstrileşmesi” ve “Basından Medyaya Dönüşüm” süreçleriyle paralel gelişen medya plaza dönemi, İstanbul gazeteciliğinin Babıali çevresindeki mekânsal tarihiyle biçimlenen gazetecilik pratikleri ve meslek kültürü üzerinde önemli etkiler bırakmıştır.
Şimdiye kadar yapılan araştırmalarda, 1980-2000 yılları arasında Türk basınında gerçekleşen hızlı dönüşüm siyasal, ekonomik ve teknolojik boyutlarıyla incelemekle birlikte mekânsal değişim ve habercilik pratiklerine yaptığı etkiler çalışma konusu edilmemiştir. Bu çalışmanın amacı; Babıali gazeteciliğinin mekânsal çevreyle kurduğu ilişkilerin gazetecilik pratiklerine yansımalarını ortaya koyduktan sonra, mekânsal değişimle birlikte haber üretim süreçlerinde gerçekleşen değişimleri sorgulamaktır.
Şerif Aydemir, tanışıklıklarından, gidip gördüklerinden, oturup dinlediklerinden insana mahsus en güzel verimlerden biriyle, kayıt düşerek dönüyor. Bu kayıtları, yani not defterinden süzülen hatıra parçalarını, selis bir Türkçeyle revnaklı kaleminden bize aktarıyor. Bunu yaparken de süsten, söz kalabalığından, kalemi eline alınca yazmanın iştahlı dolambaçlarına sürüklenmekten ustalıkla kaçınıyor ve biz okurlara dilimizin yalın kuvvetinden birer şerare gibi atılıp çoğalan bu büyüleyici anlatıları ve anekdotları keyifle okumak kalıyor.
Bir millet ne kadar büyük adam yetiştiriyor, büyüklerine sahip çıkıyor, onlara müteşekkir oluyorsa, gelecek nesillerine o nispette önemli emanetler ve mesajlar tevdi etmekle birlikte milletçe ölümsüzlüğün temellerini güçlendiriyor demektir. Bir millet yetiştirdiği büyük adamlara sahip çıkmasını bilmeli ve onlara gereken önemi göstermelidir. Onları ideal birer şahsiyet olarak hem kendi nesline hem de beşeriyete sunmasını bilmelidir. Büyük adamlar veya tarihe mal olmuş önemli kişiler, mutlaka birileri tarafından ilgili olsun olmasın bir şekilde sahiplenilmişlerdir. Bugün Türkiye, gerek Türk dış işlerinde ve gerekse kültür politikasında, geçmiş Türk büyüklerine sahip çıkma gibi bir geleneği olmadığından meydanı boş bulan herkes, bu değerlerimize kolayca el uzatabilmektedir. Türkiye'nin böyle giderse gelecek nesillere, atalarından yadigar olarak aktaracağı, gurur duymalarını sağlayacağı kültürel ve manevı mirası kalmayacaktır. Prof. Dr. İsmail Yakıt, Türklüğü Tartışılan Meşhurlar kitabında Türk kültürünün en önemli şahsiyetlerinden Farabı'nin, İbn Sina'nın, Birunînin, Selahattin Eyyubı'nin, Sühreverdı'nin, Mevlana'nın, Mimar Sinan'ın ve Mehmet Akif Ersoy'un hem yaşadıkları dönemlerin hem de günümüzün önemli yerli ve yabancı kaynakları ışığında "Türklüklerini" ortaya koyuyor.
Hasan Erdem, Doğu Avrupa’da hâkimiyet kuran ve Avrupa’nın neredeyse tamamını nüfusu altına alan Türklerin büyük başbuğu Atilla’yı ve onun korkusuz savaşçılarını ele aldığı üç kitaptan oluşan Atilla serisinden sonra Atlı Han’ın Oğulları ile okuyucusunun karşısına çıkıyor. Atlı Han’ın Oğulları romanı, Atilla’nın ölümünden sonra taht kavgasına tutuşan üç kardeşin başından geçenleri konu almaktadır.
Dengizik Han’ın içinde bir gazap denizi coşmaya başlamıştı. Yüzü aç bir kurdun ifadesine bürünen, damarları öfkeyle şişip kabaran, şakakları nabız gibi atan, gözleri çakmak çakmak olan Dengizik Han sağ elini hışımla beline koydu.
- O zaman seninle yollarımızı ayırıyoruz, kardeşim. Akıllı olduğunu sanıyor, kendini benden üstün görüyor, yıllardır barıştan başka kelime etmiyor, Hunların pusatlarını körleştiriyor, yiğitliğini unutturuyorsun. Kurdun kuzuyu izlediği gibi beni izlemeyecek, her şart altında benim yanımda durmayacaksan, senin gibi düşünen boy beylerini de yanına alıp hemen çadırımı ve Hun topraklarını terk et. Bir hafta içinde çekip gitmez isen dökülecek Hun kanının sebebi de sen olursun.
“Kayboldun. Ellerin dokunduğu hiçbir şeyi tanımıyordu, ellerin birer mezar gibiydi. Hissiz, sessiz. Dokunmanın bir anlamı vardır sözlüklerde yazmayan. İnsan dokunarak yaşadığının farkına varabilir. Sevdiğin kadına dokunmak, bir çocuğun saçına, fırından çıkan sıcak ekmeğe, merdiveni tırmanırken demirlere, suya ve daha nicesine. Hele başını yükleyince avuçlarının içine tanımaz ise eller ait olduğu kişinin çehresini, işte tam orada bekler kapkara bir oyuk.”
Ellerim Neden Siyah?’la Türk okuruyla buluşan Numan Altuğ Öksüz edebiyat yolculuğuna Herkes Mağlup’la devam ediyor. Yazar, sade ve özgün bir üslupla kaleme aldığı bu eseriyle ilk kitapta okuyucuyla kurduğu bağı daha da kuvvetlendirecek gibi.
17 Ağustos 1999 depreminin öncesini ve sonrasını büyülü bir atmosfer içerisinde sergileyen Zemheri Kuyusu romanının kahramanları yirmi yıl sonrasında bu kuyudan çıkabildiler mi yoksa kaosu temsil eden kuyunun hâlâ dibindeler mi?
TRT BELGESEL ekibinde görevli Orhan Kirtmen adlı bir kameraman Tataristan’ın başkenti Kazan’da esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolur.
Kara Kalem, Altın Hızma ve Çarşamba Karısı adlarını taşıyan ecinnilerin yolları Zemheri Kuyusu’nun kahramanlarıyla kesişiyor.
Keremet ile Yıldıray kimdir?
Zemheri Kuyusu’ndaki Deli Memet bu romanda Delibaş Memet sıfatıyla okurun karşısına çıkıyor.
Ve bir de İt-Baraklar.
İstanbul’dan Balıkesir’e, Madra Dağlarından Ural Dağlarına, Başkurdistan’ın başkenti Ufa’dan Şanlıurfa şehrine, Bauman Caddesi’nden Şemsettin Günaltay Caddesi’ne yine büyülü bir yolculuk bekliyor Zemheri Kuyusu’nun tutkunların...
Bu baskıda, MS. I.-3. yüzyıllar arasında yaşadığı tahmin edilen İlk Hindu saray şairlerinden ve Sanskrit edebiyatının babası Bhāsa’nın, Sanskrit aslından İngilizce çevirisiyle karşılaştırılarak H. Derya Can tarafından dilimize aktarılan iki dramı yer almaktadır. Dört perde hâlinde elimizde olan Daridraçārudattam (Fakir Çārudatta), sonraki dram yazarları tarafından da ele alınan yarım kalmış bir eserdir. Mahābhārata destanından alınan Ūrubhaṅgam (Kırık Kalça) ise savaşın yarattığı trajedinin anlatıldığı tek perdelik bir dramdır.
Eylül gerek konusu gerek yapısı gerekse metinde geçen kahramanların ruh tahlillerine yer verilmesi gibi özellikleri bakımından Türk edebiyatının önemli romanları arasında yer alır. Mehmed Rauf, bu romanında esasında basit bir yasak aşk hikâyesini anlatmıştır. Fakat Eylül’ü farklı yapan en önemli özellik, eserin teması veya konusu değil; anlatım tarzı, yani üslubudur. Roman, üslûbundaki etkileyicilikten dolayı, yüzyıldan fazla bir süredir, Türk okurunun daima gündeminde kalmış; beğenilerek okunmuştur. Yazar, romanında aşk konusunu geliştirirken, roman kahramanlarının yaşadıkları yasak aşkın onların ruhlarında bıraktığı derin etkiyi başarılı bir şekilde anlatmıştır. Bu bakımdan Eylül, edebiyat tarihimizde ilk psikolojik roman olarak tanınmaktadır.
Burhan Cahit Morkaya’nın ilk kez 1932 yılında İstanbul’daki İkbal Matbaası’nda basılan romanı Köy Hekimi, Suat Naci isimli genç bir doktorun Isparta’nın Bademli kasabasında başından geçenleri okurla buluşturur.
Burhan Cahit’in Millî Mücadele’ye odaklandığı ve bütün bir savaş sürecini Bademli kasabasının sakinleri üzerinden anlattığı Köy Hekimi, babasız büyüyen çocukları, kendi kendine yetme mücadelesi veren insanları, erkeklerin cepheye sürüklendiği bir ortamda bütün iş yükünü üstlenmek zorunda kalan kadınların mücadelesini ve savaşın halk üzerindeki yıkıcı tesirlerini incelikli bir şekilde anlatır.
Şehir ile kasabanın, I. Cihan Harbi ile Millî Mücadele’nin, mütevazilik ile hamasetin, cehalet ile kibrin sık sık karşı karşıya geldiği bir eser olan Köy Hekimi, okurlara ülkenin kuruluş yıllarında Anadolu’da neler yaşandığını Anadolular üzerinden anlatan bir roman…
Moğolistan’ın başkenti Ulan Bator’un 300 km batısındaki Arhangey eyaleti sınırları içinde, Harhorin şehrine 60 km mesafedeki Çaydam gölü yakınında, 732 yılında ağabeyi Bilge Kağan tarafından Kül Tigin’in hatırasını ve kahramanlıklarını ebedîleştirmek için diktirilen ve tarihimizin en önemli belgelerinden biri olan Kül Tigin Yazıtı yer almaktadır. 18 Temmuz 1889’da Rus Coğrafya Derneği adına bölgede araştırma seferi yürüten Nikolay Mihayloviç Yadrintsev tarafından keşfedilen yazıtta, Köktürk Devleti’nin tarihî macerası ve Kül Tegin’in kahramanlıkları anlatılmaktadır. Metin, Bilge Kağan tarafından yazılmış, Yollug Tigin tarafından 20 günde taşa oydurulmuştur. Yazıtın doğu yüzündeki Çince metin ise Kül Tigin’in cenaze törenine katılan General Çang Senüñ maiyetindeki Çinli ustalarca hakkedilmiş, yazıtın bulunduğu barkın süslemelerini de Çinli saray bedizcileri yapmıştır. Dikilişinin 1290. yılında dil ve tarihimizin ölmez hatıralarından biri olarak yükselen Kül Tigin Yazıtı’nın önceki yayınlar ışığında yeni bir değerlendirmesini sunmaktan kıvanıyoruz.
16. asır Osmanlı şairi Bâkî’nin bugüne kadar ele geçmediği söylenen eseri, Bünyamin Ayçiçeği’nin editörlüğünde Gülşah Taşkın, Arzu Atik ve Güler Doğan Averbek tarafından yayına hazırlanan bu kitap ile Bâkî külliyatında olması gereken yere ircâ edilmiş bulunuyor.Bâkî, Ebu Eyyub el-Ensârî’den nakledilen hadisleri ihtiva eden Nefehâtu’l-abîri’s-sârî bi-ehâdîsi Ebî Eyyûb el-Ensârî’ninmuhtasar şerhi olarak tanımlanabilecek eserine Hayâtu’l-kulûb bi-rivâyâti Ebî Eyyûb adını vermiş ve onu Sokullu Mehmed Paşa’ya hediye etmiştir. Bâkî’den sonraki asırlarda nisyan âleminde kalan metin, Türkiye’de birkaç yıldır Güler Doğan Averbek tarafından yürütülen Osman Reşer çalışmalarının semerelerinden biridir. Reşer’in Leipzig Üniversitesi Kütüphanesi’ne sattığı yazmalar arasında söz konusu eserin bir nüshasının bulunduğu Averbek tarafından belirlenmiş, yapılan taramalarda Türkiye’de iki nüshaya daha ulaşılmıştır.Türk edebiyatının tartışmasız en büyük şairlerinden biri olan Bâkî’nin nazım ve nesirdeki tavrı birbirinden farklıdır. Ona asırları aşan şöhretini getiren kudreti, şüphesiz şiirdeki gücü ve nazım tekniğindeki vukufudur; şiirleri ve nesirleri edebî açıdan mukayese edildiğinde neredeyse iki farklı sima ile karşı karşıya olunduğu söylenebilirse de muktedir bir şairin diğer eserlerinin her halükârda kıymeti haiz olacağı izahtan varestedir.
Internet Explorer tarayıcısının 9.0 ve daha eski sürümlerini desteklememekteyiz. Web sitemizi doğru görüntüleyebilmek için tarayıcınızı güncelleyebilirsiniz, güncelleyemiyorsanız başka bir tarayıcıyı ücretsiz yükleyebilirsiniz.