Bir varmış bir yokmuş, bir Unutkanlar Krallığı varmış. Tepesinde Kafalar, ovasında Eller yaşarmış. Kafalar Eller’i yönetirmiş. Bir gün gelmiş, Eller artık çalışmamaya karar vermiş. Prenses Emel saraydan kaçmış ve neler olup bittiğini anlamak için yola koyulmuş. Bilin bakalım kiminle tanışmış?Küçük Filozoflar Dizisi, 9-14 yaş çocukları için filozofların hikâyelerini anlatan çok güzel resimlenmiş kitaplardan oluşuyor. Diziyle çocukların felsefeye zevkli bir giriş yapmalarını, kendi sorularının peşinden gitme alışkanlığı kazanmalarını amaçlıyoruz. Simone Weil Unutkanlar Krallığı’nda dizinin yirmi dokuzuncu kitabı.
YAZAN: Anne Waeles, felsefe öğretmeni ve yazar. Kafalar-Tepesi’nde doğup büyüdü. Silgi Tugayı duymasın ama Paris’in devrim rüzgârları esen semtlerinden birinde oturuyor.RESİMLEYEN: Magali Dulain, Unutkanlar Krallığı’nda yaşasaydı Eller-Ovası’nda otururdu. Magali’nin elleri dergileri ve çocuk kitaplarını, bu arada bu kitaptaki gizemli afişleri süsleyen renklerin boyalarıyla kaplı.
Hasan Turgut Gülten Akın’ın şiiri üstüne bu kapsamlı incelemesine, ortadan, “aktivizm dönemi” olarak düşünülebilecek orta döneminden başlıyor ve “keşif dönemi” denebilecek ilk dönemi ile “melez dönem” denebilecek son dönemini bu ortaya referansla anlamlandırmaya çalışıyor. “Dönemsel arayışların yön vermesiyle aldığı formlar değişse de daima acil ve meşru bir talep olarak gündeme taşınan eşitlik, gücünü artırır ve bu gücünü muhafaza etmeyi sürdürür. Buradan bakıldığında, Akın şiiri, herkes ve her şey için eşitlik kurmaya çalışan bir sistem uğruna verilen mücadelenin ve bu mücadeleye eşlik eden kaçınılmaz zorlukların izdüşümüne dönüşmektedir,” diyen Turgut, Gülten Akın’ın şiirindeki eşitlik ve ortaklık arayışını Bruno Latour’un aktör-ağ teorisi ve Kojin Karatani’nin izonomi kavramından yola çıkarak okuyor. Şairin ana güzergâhlarının yanı sıra sapaklarını da dikkate alan kitap ortaklık alanı olarak ilk bölümde şehre, ikinci bölümde doğaya, üçüncü bölümde anneliğe, dördüncü bölümde kanona ve zeyil bölümünde ise özel olarak Maraş’ın ve Ökkeş’in Destanı’na odaklanıyor.
Gülten Akın şiirine olduğu kadar genel olarak edebiyat inceleme ve eleştirisine de ilgi duyan okurlarımızın zevkle okuyacağına inanıyoruz.
Oğuz İnel bu kurmaca söyleşide Michel Foucault’nun metinleriyle diyaloğa giriyor. Deliliğin Tarihi, Hapishanenin Doğuşu, Kelimeler ve Şeyler, Cinselliğin Tarihi gibi kitaplardan yola çıkılarak ele alınan bir düşünce, filozofun başka metinlerde dile getirdiği düşünceleriyle açıklanıp geliştiriliyor. Aynı şekilde Foucault kendisine yöneltilen eleştirilerle de karşılaşıyor ve bunları yanıtlıyor. Filozofun devasa yapıtına kendine özgü bir giriş olarak okunabilir bu çalışma..
Sinemaya gerçekten tutkuyla bağlı bir edebiyatçı Murathan Mungan. Sinema yazılarını derli toplu bir araya getiren ilk kitap 2007 tarihli Kullanılmış Biletler’di. Şimdi de tutkusunu Işığına Tavşan Olduğum Filmler’de sürdürüyor.
Doğrudan bir filmin kendisini incelemekten çok, içerdiği olgular, sorunlar nedeniyle söz söylemeye kışkırttığı alanlar üzerine de düşünmeyi sürdüren yazıları bir araya getiriyor Işığına Tavşan Olduğum Filmler’de. Sinemanın devleşmiş isimleri Kurosawa, Antonioni, Coppola, Haneke, Parajanov’un yanı sıra Yorgos Lanthimos, Denis Villeneuve ve Ursula Meier gibi çok parlak yönetmenlerin filmlerine kendi merceğinden bakıyor.
Yazı başlıkları şöyle: Gerçeğe Açılan Üç Kapı, Başka Dünyaların Filmleri, Işığına Tavşan Olduğum Filmler, Yaşlılık Devleri, Aile Sineması, Kefaret, Zaman ve İnşa ya da Geleceği Hatırlamak.
YAZAR HAKKINDA: Murathan Mungan 21 Nisan 1955 İstanbul doğumlu. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü’nü bitirdi. İlkin çeşitli dergi ve gazetelerde yazıları ve şiirleriyle görünen yazarın ilk kitabı 1980’de yayımlanan Mahmud ile Yezida’dır. Daha çok şiirleri, hikâyeleri, roman ve oyunlarıyla tanınan Murathan Mungan aynı zamanda radyo oyunu, film senaryosu ve şarkı sözü yazdı. 2011’in ilk yarısında Kibrit Çöpleri ve Şairin Romanı, 2012’de Doğu Sarayı yayımlandı. Metis Yayınları, yazarın kitaplaştırdığı bütün çalışmaları bir külliyat olarak yayımlamaktadır.
ürkiye’de feminist eleştiri ne tür bir iş yapar? Kendini nasıl eleştirir? Derlemeyi hazırlarken bu sorulardan yola çıktıklarını söyleyen Demet Gülçiçek ve Emine Erdoğan, niyetlerinin bir reçete sunmak olmadığını, amaçlarının feminist eleştirinin ortaya koydukları üzerine feminist özenle konuşmayı teşvik etmek olduğunu belirtiyorlar. Feminist Eleştiri, Donna Haraway’in sözünü, “feminist nesnellik, basitçe, konumlu bilgiler demektir”i merkezine alarak bilginin konumluluğuna ilişkin farklı düzeylerde ama ortak bir tartışma yürütüyor. Derlemelerde pek sık rastlamadığımız bir nitelik: Her yazı başka bir yerden, başka bir hikâye anlatıyor ama bütün yazılar aynı gövdeye bağlanıyor: Feminist bilgi, konumlu bilgidir. “Eleştiri” kelimesinin düşündürdüğü negatif etkinlikten çok, kitaptaki yazılar eleştiriyi üretken bir faaliyet olarak kuruyorlar. Konumluluğun ve bilmenin anlamını, feminizmin nasıl “çalıştığını” –ki bence bu feminizmin öznesi probleminden çok daha ilginç ufuklar açar– gösteriyorlar. Tam zamanında. — Aksu Bora
Bilgisayar teknolojilerinin hızla geliştiği şu günlerde “yapay zekâ” terimini giderek daha sık duyuyoruz; bilim, sağlık, eğitim, sanayi, eğlence, sanat ve daha nice alanda yapay zekâ uygulamaları gün geçtikçe yaygınlaşıyor. Peki ama yapay zekâ (YZ) derken tam olarak ne kastediyoruz?
Otuz yıldan uzun süredir YZ araştırmacısı olarak çalışan Michael Wooldridge, bu kitapta bize YZ’nin ne olduğunu ve –belki daha da önemlisi– ne olmadığını açıklıyor. Gerek medyada çıkan sansasyonel haberlerin gerekse yakın gelecekte “bilinçli makinelerin” aramızda olacağını ima eden araştırmacıların aşırı iyimserliğinin yanıltıcı bir tablo çizdiğini vurgulayan Wooldridge, YZ araştırmacılarının gerçekte ne üstünde ve nasıl çalıştığını anlatıyor.
“Makine öğrenmesi” ve “derin öğrenme” nedir? YZ konusunda filmlerde, edebiyatta ve medyada karşılaştığımız “Terminatör” senaryolarının gerçekleşmesi mümkün mü? YZ’de işler nasıl zıvanadan çıkabilir? YZ konusunda gerçekten endişelenmemiz gereken meseleler ve endişelenmemize çok uzun bir zaman hiç gerek olmayan meseleler neler? YZ işimizi elimizden alacak mı ve çalışmanın doğasını nasıl etkileyecek? YZ teknolojilerini kullanmanın insan hakları üstünde nasıl bir etkisi olabilir? YZ sistemlerinin ahlaki fail olarak edimde bulunması mümkün mü? Ve elbette: Makineler düşünebilir ve arzulayabilir mi?
Yapay zekânın geçmişine, mevcut durumuna ve nereye gittiğine dair nesnel bir değerlendirme sunan bu kitabı, konuya ilgi duyan okurlarımıza hararetle tavsiye ediyoruz.
YAZAR HAKKINDA: 1966 yılında İngiltere’nin Wakefield şehrinde doğan Michael John Wooldridge, lisans eğitimini ve doktorasını Manchester Üniversitesi’nde tamamladı. 2001-05 yıllarında Liverpool Üniversitesi’nin Bilgisayar Bilimleri Bölümü’nün başkanlığını, 2008-11 yıllarındaysa aynı üniversitenin Elektrik Mühendisliği, Elektronik ve Bilgisayar Bilimleri Bölümü’nün başkanlığını yapan Wooldridge, 2014-21 yıllarında da Oxford Üniversitesi’nin Bilgisayar Bilimleri Bölümü’nün başkanlığını yürüttü̈. Halen Oxford Üniversitesi’nde bilgisayar bilimleri profesörü olarak hizmet veren ve araştırmalarında yapay zekânın çeşitli veçhelerine odaklanan Wooldridge, uzun ve verimli kariyeri boyunca pek çok ödül aldı. Bunlardan en yakın tarihli ikisini saymak gerekirse, yapay zekâ alanındaki katkılarından ötürü 2021 yılında uluslararası Yapay Zekâ Geliştirme Derneği’nin verdiği Üstün Eğitmen Ödülü’ne, bilgi işlem alanına yaptığı katkılardan ötürü de 2020 yılında Britanya Bilgisayar Topluluğu’nun verdiği Lovelace Madalyası’na layık görüldü. 300’den fazla akademik makalenin yanı sıra yapay zekâyla bağlantılı konularda ders kitapları da kaleme alan Wooldridge’in bir popüler bilim kitabı daha bulunuyor: Artificial Intelligence: Everything You Need to Know About the Coming AI (Yapay Zekâ: Yaklaşmakta Olan YZ Hakkında Bilmeniz Gereken Her Şey; 2018).
Bir metni edebi metin yapan nedir? Eserin anlamı yazarın tekelinde midir? Kurmaca gerçekliği taklit mi eder? Okurun metinde yeri var mıdır? Üslubu meydana getiren nedir? Bir eseri anlamak için muhakkak yazıldığı bağlamı bilmek mi gerekir? Evrensel edebi değerler var mıdır? Teorinin Cini bu kilit sorular etrafına kurulmuş bir kitap. Amacı modern edebiyat teorisinin, özellikle de Fransız yapısalcılığının bu konulardaki temel tezlerini “sağduyu”yla, yani edebiyat konusunda sahip olduğumuz yaygın fikirlerle karşı karşıya getirmek, çarpıştırmak, bu şekilde teoriyi eleştirmek ve sonunda hem teorinin hem sağduyunun hakkını vermek. Kitap edebiyat teorisinin, dolayısıyla da edebiyat incelemelerinin 20. yüzyılda katettiği yola dair açık seçik bir panorama da sunuyor. Edebiyatı önemseyen herkese…
Yirminci yüzyılın önemli Rus yazarlarından Andrey Platonov’un dokuz öykü ve iki denemesini içeren bu derlemeyi, Günay Çetao Kızılırmak’ın güzel çevirisiyle okurlarımıza sunmaktan mutluluk duyuyoruz."Sonbaharın son demlerinde ihtiyar her zamanki gibi ötede duran keman kutusunun üzerine bir serçenin konduğunu gördü. Müzisyen, küçük kuşun henüz uyumamış, üstelik şu akşam vakti geçim derdine düşmüş olmasına şaştı. Gerçi sırf gündüz çalışarak karın doyurmak zordu artık: Tüm ağaçlar kış uykusuna çekilmiş, haşereler ölmüş, şehir toprağı çıplak ve aç kalakalmıştı çünkü atlar nadiren geçiyor ve kapıcılar peşlerinden derhal temizliyordu bıraktıkları gübreyi. Sahiden de bir serçe güzün yahut bir kış günü nasıl doyurmalıydı karnını? "Serçe kutunun ötesini berisini bir güzel teftiş etti ve işine yarayacak hiçbir şey bulamadı. O zaman ayacıklarıyla bozuklukları kıpırdattı, gagasıyla en küçük bronz kapiği aldı ve kim bilir nereye uçtu. Demek ki boşuna gelmemişti – ne olursa olsun bir şey almış sayılırdı! Varsın yaşasın, didinsin, onun da bir şekilde geçinmesi gerek."
Genç Parmenides yolda görüp peşine takıldığı Güneş’in Kızı ile birlikte evrende yolculuğa çıkıyor; Gündüz ve Gece yollarının eşiğindeki kapıda duran, bütün anahtarların muhafızı Adalet Tanrıçası Dike’den eşiği geçip hakikati öğrenmek için izin istiyorlar. Kapının arkasında “Varlık nedir? Hiçlik nedir? Olan ve olmayan nasıl düşünülebilir?” sorularının cevabını bulacaklar.
Küçük Filozoflar Dizisi, 9 - 14 yaş çocukları için filozofların hikâyelerini anlatan çok güzel resimlenmiş kitaplardan oluşuyor. Diziyle çocukların felsefeye zevkli bir giriş yapmalarını, kendi sorularının peşinden gitme alışkanlığı kazanmalarını amaçlıyoruz. Parmenides ve Güneş’in Kızı dizinin yirmi sekizinci kitabı.
İÇERİK TANITIMI: Mekânlar sadece taşla, betonla, demirle varedilmez. Korkular başta olmak üzere psikososyal haller de mekân kurucudur. Genelde metropoller, özelde İstanbul korku ortamlarıdır ve bu anlamda korku kişisel değil toplumsal bir kaygıdır. Öyleyse mekânın toplumsallığından ve zorunlu olarak da siyasallığından konuşmak gerekir. Mekânda korkulur, mekândan korkulur. Mekânda sıkılınır, mekândan sıkılınır. Bu haller de mekânda dışavurulur. Mekânı korkutmayacak hale getirmek için düşsel ve gerçek otoriteler tesis edilir. Dolayısıyla aşınmayacak kadar sıkı bir güvenlik düzeni arzulanır, bir disiplin rejimi inşa etmek için uğraşılır.
İstanbullular en azından 18. yüzyıldan başlayarak korkmak için hiçbir fırsatı kaçırmamış gibidirler. Kadın toplumsal kimliğindeki değişimlerden, otoritelerin protesto edilmesinden, kadın erkek mesire yerlerinde özgürce dolaşmaktan, kentteki yer ve sokak adlarından, kentsel ortamın çirkinleşmesinden, kente yeni göçmenlerin gelişinden, ötekileştirilen eski yeni her güç odağından, örneğin Bizans’tan, Batı’dan, hatta doğadan ve tarih yazmaktan korkulur. Hepsinin ardında da toplumsal “porozite korkusu” yatar. Kişilerin kentsel konum ve statülerini değiştirmelerinden, insanların ait oldukları yer ve toplumsallıklara sabitlenmeyip özgürleşmelerinden, öznelerin daha önce deneyimlemedikleri sulara, enginlere açılmasından endişe edilir. Korkularla paralize olunur; okurken size de çok tanıdık gelecek birçok ketlenme böyle oluşur. Bu kitap, iki yüzyıldır kılıktan kılığa girerek metropoliten mekânı tanımlamayı hâlâ sürdüren bir psikososyal ortamda nasıl bir “korkular imparatorluğu” inşa edildiğini tartışıyor.
İÇERİK TANITIMI: Bıraktığımız izler, sildiğimiz izler ve yeniden inşa etmeye çalıştığımız izler üzerine bir anlatı.
Modernitenin ezici hızına ve barbarlığına teslim olmayı inatla reddeden kahramanların izini süren ekolojik bir roman Cenup. Günümüzdeki yabancı düşmanlığının kökenlerini kazıp çıkarma peşinde Latin Amerika’nın zorlu coğrafyasında güneye doğru bir yolculuğa çağırıyor okuru: Guatemala’nın harap olmuş topraklarından, Nietzsche’nin kız kardeşinin Paraguay’da kurduğu Yahudi aleyhtarı komün Yeni Almanya’dan geçip Amazonlara varan uzun bir yolculuğa...
Sözcüklerin ve imgelerin toplamından inşa edilen bu çok katmanlı roman, kaybın acısı, dillerin ve anıların silinişi, bellek ve yazı ihtiyacı ve küreselleşmenin tehlikelerine dair büyüleyici bir anlatı.
Küçücük bir virüsün kibir, gösteriş dolu, her şeye kadir ve muktedir olduğu düşünülen kapitalist dünyamızı fos çıkarışını izlerken sürekli bundan birşeyler öğrenmeliyiz demiştik. Bugün sormalıyız: Öğrenebildik mi?Ne öğrendik?
İstanbul Politikalar Merkezi COVİD-19 salgınının başladığı 2020 başından günümüze, web üzerinde, salgın koşullarında dünyanın, toplumların ve bireylerin durumunun değerlendirildiği çok sayıda panel düzenledi. Bu panellerden hazırlanan Salgın, İklim, Toplum’da ilk günlerden başlayarak salgının dünyadaki ve özellikle Avrupa Birliği ve Türkiye’deki ekonomik ve sosyal etkileri, olağanüstü kriz koşulları altında insan davranışları, salgın ile iklim krizinin birlikte ilerleyişi, devletlerin ve uluslararası kurumların salgını yönetmedeki başarı ve başarısızlıkları, aşılama, komplo teorileri, salgının ekonomi politiği, göçmenler ve işsizler, salgın koşullarında sosyal güvenliğin, eşitlik, adalet ve temel özgürlüklerin durumu, bütün dünyada dijitalleşmenin artışı ve iş süreçlerindeki değişim ve Türkiye bağlamında din ile siyaset arasındaki ilişki tartışılıyor.
Çoğu katılımcı, yaşadığımız bu sıradışı deneyimden öğrenebileceğimiz çok şey olduğunu, gelecekteki salgınlarla ve gittikçe derinleşen iklim değişikliğinin getireceği ekolojik krizlerle başa çıkabilmek için bu deneyimimizi adaletli ve eşitlikçi bir dünya düzenine doğru seferber etmemiz gerektiğini düşünüyor.
Aşının bulunuşuyla ve uygulanmasıyla salgını geride bırakabileceğimiz bir eşikte yayımlıyoruz bu kitabı. Bizim için son iki yılın büyük başarısı bilime, dünyanın dört bir yanındaki doktorlara, sağlık emekçilerine ve biliminsanlarına aittir.
“Hem bir keşif yolculuğu hem de bir davet olan bu kitap, tohumların evrim, doğa tarihi ve insan kültürü boyunca açtığı dolambaçlı yolu takip ettikçe büyüyen merakımla birlikte artan bir ilgiden doğdu. Araştırma yaptığım ormanlar ve laboratuvarlardan başlayıp yol boyunca tanıştığım bahçıvanların, botanikçilerin, kâşiflerin, çiftçilerin, tarihçilerin, keşişlerin –ve elbette harikulade bitkilerin, onlara bağımlı olan hayvanların, kuşların, böceklerin– kılavuzluğunda hikâyenin gelişmesini izledim. Tohumların ortak özelliklerinden biri onları bulmak için uzaklara bakmamıza gerek olmamasıdır, çünkü tohumlar dünyamızın ayrılmaz bir parçasıdır.
“Evet, bir tohumlar dünyasında yaşıyoruz. Sabah kahvemizden, onun yanında yediğimiz çörekten tutun da kıyafetlerimizin dokunduğu pamuğa, yatmadan önce içtiğimiz bir fincan kakaolu süte kadar tohumlar gün boyu bizimledir. Tohumlardan yiyecekler, alkollü içkiler, yağlar, baharatlar, zehirler, yakıtlar, iplikler, boyalar elde ediyoruz. Tohumlar dünyadaki hayatın temel yapıtaşlarıdır; farklı beslenme alışkanlıklarının, ekonomilerin ve yaşam tarzlarının temelini onlar oluşturur. Keza, vahşi doğadaki yaşama dayanak oluşturanlar da yine onlardır.
“Peki tohumlar nasıl bu kadar başarılı oldu? Tohumların ve onları taşıyan bitkilerin gezegenimizi tepeden tırnağa değiştirmelerine imkân tanıyan özellikleri, alışkanlıkları nelerdi? Bu sorunun cevabı, elinizdeki kitabın anlatısını kuruyor ve sadece tohumların doğada nasıl serpildiklerini değil, insanlar için neden bu kadar elzem olduklarını da açıklığa kavuşturuyor.”
— Thor Hanson
Sibirya Hayali Norveçli yazar Per Petterson’un At Çalmaya Gidiyoruz, Lanet Olsun Zaman Nehrine, Reddediyorum, Benim Durumumdaki Erkekler ve Ardından’dan sonra yayımladığımız altıncı romanı.
“Yandaki bölmeyi dene,” diyor Jesper tahta perdenin arkasından seslenerek. “Dorit yatıyor orada, çok iyi huyludur.”
Aradaki yolda duruyor ve Jesper’in sakin sakin nefes alışını dinliyorum. Bakışlarımı bölmesinde uyuyan Dorit’e çeviriyorum, geniş sırtı karanlıkta giderek daha iyi seçiliyor. Eğilip Dorit’in sırtını okşuyorum.
“Konuş onunla,” diyor Jesper, ama ben ne diyeceğimi bilemiyorum, şu an dilimin ucuna gelenleri yüksek sesle söyleyemem. Bölme daracık, hiç boş yer yok, Dorit hafifçe dönse beni tahta perdeye yapıştırır. Hayvanın boynunu okşuyorum, sonra da kulağına eğilip cesur kurşun asker masalını anlatmaya başlıyorum. Masalın sonuna, kurşun askerin alevlere karşı koyarken yavaş yavaş eridiği bölüme gelince öne doğru yatıyor ve kollarımı hayvanın boynuna doluyorum, pencereden içeri dolan rüzgârın nasıl balerini havalandırıp alevlere doğru sürüklediğini, ateşe düşen balerinin nasıl kayan yıldız gibi parladığını ve alevlerin söndüğünü anlatıyorum, masalımı bitirdiğimde soluk bile almaktan korkuyorum.
1934 yılının Noel gecesini yaşıyoruz, Jesper ve ben her şeyin nefes aldığı bir ahırda iki ayrı bölmede, iki ayrı inekle sarmaş dolaş yatıyoruz, belki de uykuya dalıyoruz, çünkü gerisini pek hatırlamıyorum.
Kavram araştırmaları özellikle sosyal bilimlerin, tarihin, etimolojinin alanına giren pek çok çalışmada geçmişe dönük incelemelerin bir parçası olmuştur. Bu kitaptaki incelemelere kuramsal temel sağlayan kavram tarihi ise ayrı bir çalışma alanı ve yaklaşımı özelliği taşıyor. Alanın öncüsü Reinhart Koselleck tarihsel olgulara kavramlar penceresinden bakmaya çağıran bir üst bakış getiriyor.
Elif Daldeniz-Baysan’ın ––bir bölümü Nihal Ekin Erkan’la ortak çalışmanın ürünü olan–– incelemelerini bir araya getiren bu seçki, Türkiye’de sınırlı ölçüde ilgi odağı olan kavram tarihi araştırmaları içinde özel bir yerde duruyor. Kavram tarihi yöntemini çeviri(bilim) perspektifiyle ele alan bu yazılar, Türkiye’deki kültürel değişimi yansıtan belli bazı kavramların izini sürüyor. Diller ve kültürler arasında kavramlara ilişkin aktarım sorunsalının temel izlek olarak tekrarlandığı çalışmalarda; kültür ve millet kavramlarının Osmanlı / Türk düşünce coğrafyasına aktarılışı, patent metinlerinin çevirisi, şehircilik kavramlarının uluslararası düzlemden yerel politikalara girişi gibi konulara uzanılıyor.
Bu çalışmalar düşünce dünyamıza genel anlamda katkıda bulunmanın yanı sıra, çeviri ve dil alanına özel bir araştırma perspektifi de sunuyor.
Bu kitapta esas olarak üstünde durduğum noktalar şunlar: 1. Neoliberalizm çağında bilginin üretilmesi, iletilmesi ve dağıtılmasında yaşanan ve entelektüel mülkiyet, medya ve üniversite çevresinde yoğunlaşan derin kriz; 2. Buna bağlı olarak “Hakikat” dediğimiz, başlangıcından bugüne felsefenin esas konusunu teşkil eden ve birbirimizle anlaşabilmemiz için zorunlu olan kavramsal zemini oluşturan şeyin kaybolma eğilimine girmesi; ve 3. “Popülizm” diye adlandırdığımız, bir bakıma binyıllardır çeşitli adlar altında varolan, ama daha somut bir açıdan bakıldığında da son yarım yüzyıldır hızla yükselen yeni politik/kültürel oluşum(lar). Bunlar aslında yapmamız gereken tartışmaya bir önsöz bile sayılmaz; daha ziyade bir döküm, bazı soruların, bazı metodoloji arayışlarının yüksek sesle söylenmesi. Bundan sonrasını ise bu konuların tümünde söyleyebileceklerimiz, yapacaklarımız belirleyecek; çünkü mücadelenin sonucunda ne olacağı, mücadele boyunca yapılanların ta kendisidir, ne eksik ne fazla.
Mutlaka kaçınmamız gereken tek şey ise susup (ya da birkaç yüzyıldır ezberlediğimiz klişeleri tekrarlamakla yetinip) olacakları seyretmek ve tarihin müthiş bir iyi niyet ve merhametle bizi masum seyirciler, elinden bir şey gelmeyen gözlemciler ya da “yenik kahramanlar” olarak yargılamasını çaresizce beklemek.
— Bülent Somay
Kalıtımın temel birimi olan genler hepimizin hayatında önemli bir rol oynar; dış görünüşümüzden belli hastalıklara yatkın olup olmamamıza ve hatta mizacımıza kadar pek çok özelliğimizde hatırı sayılır bir etkileri vardır.
Teknolojinin sunduğu imkânlar sayesinde, son yıllarda genetik alanında çarpıcı gelişmeler yaşanıyor. Anne karnında yapılan taramalar birçok genetik bozukluğun teşhis edilmesini sağlıyor ve ebeveynlere seçenekler sunuyor. Araştırmacılar kanserin ve çeşitli hastalıkların genetik altyapılarını temel alan tedaviler üzerinde çalışıyor. Hastalık genlerinin kesilip atılmasını ya da düzenlenmesini içeren yeni yöntemler –her ne kadar şu an emekleme döneminde ve biraz tartışmalı olsa da– daha sağlıklı bir insanlığa giden bir yol vadediyor.
Tıpta böyle bir devrim yaşanırken, genetiğin temel kavram ve mekanizmalarını anlamak giderek daha fazla önem kazanıyor. Gen, genom, kromozom ve DNA nedir? Genetik bozukluk ve hastalıklar nasıl aktarılır? Bunları ve başka hastalıkları “gen tedavisi” aracılığıyla iyileştirmek mümkün mü? Genlerine müdahale edilerek “tasarım bebekler” üretilebilir mi? Bu müdahalelerin ahlaki içerimleri nelerdir?
Hem tıbbi genetikçi hem de genetik patolog olan Edwin Kirk, bu kitapta bir yandan genlerin incelikli işleyişini açıklarken, bir yandan da genetik bozukluk ve hastalıklardan etkilenen insanların dokunaklı hikâyelerini aktarıyor. “İnsan genetiğinin hikâyesi insanların hikâyesidir,” diyen Kirk, bize genetiğin soyut bir araştırma alanı olmanın ötesinde, etten kemikten insanların kaderleri açısından belirleyici olabilen son derece insani bir alan olduğunu gösteriyor.
“Başlık: Bu aşksız bir ilişki mi, yoksa aşkın hallerinden biri mi?“Eğer o soğuk salonda soluk kanepede yani sahnenin tam ortasında ve Avignonlu Kızlar’ın karşısında bu kelime ağzından çıksa, hayat değişir miydi? Bu sözcük tek başına evde bağımsız bir cumhuriyet gibi kendi kurallarını koyarak yaşamaya başlar mıydı ve kafalarında hâlâ aşk mı, değil mi sorusu dönüp dolaşan kadın ve erkek, bu yeni ülkenin katı, karşı konulmaz kurallarına uymak zorunda olduklarından, böyle soruları kafalarından atarlar mıydı? Ancak bu sözcük o eve, yaşamının adamla sürdürdüğü anlarına ait değildi.”
Anatomi Dersi, Ayşegül Devecioğlu’nun Başka Aşklar, Kış Uykusu ve Arkası Mutlaka Gelir’in ardından yayımlanan dördüncü öykü kitabı.
Yirminci yüzyılın en önemli edebi figürlerinden biri olan Franz Kafka kuşaklar boyunca pek çok yazar ve sanatçıyı derinden etkiledi; öykü ve romanları edebiyat, müzik, resim, heykel, dans ve film gibi çok çeşitli alanlarda sayısız esere ilham kaynağı oldu. Kafka’yı 1988 yılından beri “çizgi romana tercüme eden” görsel sanatçı Peter Kuper’ın uyarlamaları da bu eserlerin arasında değerli bir yere sahip.
Kafka’nın öykülerinin bireysel yorumlara ilham verdiğini, her okura benzersiz bir kişisel bağlam sunduğunu belirten Kuper şöyle diyor:
“Kafka kırk bir yaşını doldurmadan öldü, bundan neredeyse yüz yıl önce, ama öyküleri daha dün yazılmış hissi veriyor. Ya da belki takipçilerinden Gustav Janouch’un dediği gibi, Kafka’nın eserleri ‘yarının bir aynası’dır. Bu eserler şimdiye ve buraya ait; Kafka’nın hikâyeleri insanlık durumumuza giden bir yol haritası teşkil ediyor. Bizi kurumlarımızın tehlikelerine karşı uyarıyor, bize zaaflarımızı hatırlatıyor, absürdlüklerimize gülmemiz için bizi dürtüyorlar. Dünyamız giderek daha çok ‘Kafkaesk’ sıfatını yansıtırken, Kafka’nın kulaklarımıza fısıldadığı bütün o mesajlarda yeni bir anlam bulabiliriz.”
Kafka’nın uzunlu kısalı on dört öyküsüne Kuper’ın getirdiği yaratıcı yorumların, Kafka okurlarına yeni ve farklı bakış açıları sunarken, onunla henüz tanışmamış olan okurlar için de yazarın benzersiz dünyasına güzel bir giriş olacağını umuyoruz.
Thales ve Bilgelik Tahtı, Metis Küçük Filozoflar dizisinin 27. kitabı olarak yayımlanıyor.
Demirci tanrı Hefaistos dünyaya barış gelsin diye altın bir taht yapar. Ne var ki yeni savaşlar çıkarmaktan başka bir işe yaramaz eseri. Bu tahta oturmayı ancak insanların en bilgesi hak ediyordur. Filozof Thales’le birlikte işte bu insanın peşine düşüyoruz. Sahi, nedir bilgelik? Kime bilge denebilir?
Küçük Filozoflar Dizisi, 9 - 14 yaş çocukları için filozofların hikâyelerini anlatan çok güzel resimlenmiş kitaplardan oluşuyor. Diziyle çocukların felsefeye zevkli bir giriş yapmalarını, kendi sorularının peşinden gitme alışkanlığı kazanmalarını amaçlıyoruz.
Bazı durumlarda eleştirmen ile metin arasındaki ideal mesafenin belirlenmesi için, öncelikle okuma sürecinin bir deneyime dönüşmesine, metinle özdeşleşmeye izin verilmesi gerekir. Fazla yaklaşmak ile fazla uzaklaşmak arasındaki skalada, risk, metnin toplumsal bağlamdaki anlamını ıskalamak ile metni toplumsala gömmek arasında değişen yoğunluklarda kendisini gösterir. Romanlar üzerine yazmanın zorluğu çoğu zaman bundan kaynaklanır. Kendi dilini arzulamak, metni kendi diline boğmak, onu görünmez kılmak değildir elbette. Tersine, belli bir etki alanı oluşturmuş edebi eleştirilerin çoğu, edebi metni daha da görünür kılmak üzere onun kendine özgü biçim-içerik formülasyonlarını araştırmışlardır. Metni çok yakından tanıyacak kadar içerden okuyarak ve yapıtın dilinden (dünyasından) çıkıp toplumsal bağlamdaki yerini tespit edebilecek kadar dışardan değerlendirerek.
Bu derlemede on beş roman üzerine farklı kuramsal yaklaşımlarla, farklı bakış açıları ve mesafelenme tercihleriyle yazılmış on beş yazı yer alıyor. Yayımlanmalarından itibaren eleştirmenlerin dikkatini çeken bu romanların büyük kısmının önemli bir ortak noktası var: Anımsama ve travmatik bir geçmişle hesaplaşma.
— Jale Özata Dirlikyapan
Jacques Lacan bu seminerinde Sigmund Freud’un yorumlanmasına odaklanıyor yine: Özellikle Freud’un en önemli metinlerinden saydığı Haz İlkesinin Ötesinde’nin yanı sıra psikanaliz tarihinde bir dönüm noktası oluşturan “Irma’ya İğne Yapılması Rüyası”ndan yola çıkarak, bir yandan Freud’un geleneksel ben tasavvurundan nasıl koptuğunu gösteriyor, bir yandan da Freud’dan sonra bu tasavvurdan uzaklaşılmasını örnekleriyle eleştiriyor. Edgar A. Poe’nun ünlü öyküsü “Çalınmış Mektup”tan ve dönemin öncü bilimi sibernetikten yola çıkarak da simgesel düzeni ve öznelerarasılığı tartışıyor. Claude Lévi-Strauss, Alexandre Koyré, Maurice Merleau-Ponty ve Jean Hyppolite gibi düşünürlerin gerek konferansları gerekse eserleriyle girilen diyalog semineri daha bir zenginleştiriyor. Freud’un Teorisinde ve Psikanalizin Tekniğinde Ben, psikanalizin yanı sıra felsefe ve beşeri bilimlere ilgi duyan okurların yararlanacağını umduğumuz bir kitap.
Metis Yayınları’nın Kitapseverler İçin Hazırladığı Cep Defterlerinin Dokuzuncusu. Çizgili Ve Sayfa Altlarında Çeşitli Kitaplardan Kısa Alıntıların Yer Aldığı Bu Kullanışlı Not Defteri, Farklı Renk Ve İçeriklerle Düzenli Aralıklarla Yayımlanıyor.
Bitki ve hayvanların bilimsel isimleri çoğumuza anlaşılmaz gelir; bu Latince terimlerin ancak, tozlu odalarda büyüteçlerle acayip numuneleri inceleyen taksonomistler için ilgi çekici olabileceğini düşünürüz genelde. Evrimsel ekolog Stephen B. Heard ise bize bu önyargının ne kadar yanlış olduğunu, bilimsel isimlerin ardında ne kadar ilginç hikâyelerin yatabildiğini gösteriyor.
İsveçli botanikçi Carl Linnaeus’ın icadı olan isimlendirme sistemi sayesinde, bilimsel isimlerin (özellikle de belli kişilere gönderme yapan “eponim” isimlerin) biliminsanlarının kişiliklerine açılan bir pencere haline geldiğini belirten Heard şöyle diyor: “Eponim isimlerin açtığı pencereden baktığımızda, insanlığın en iyi ve en kötü yanlarını görürüz. Bilimin, içinde çokça kişilik ve tarih barındıran bütünüyle insani bir faaliyet olduğunu ve isimlendirilen tür, ona ismini veren kişi ve isimlendirmeyi yapan biliminsanı arasındaki şaşırtıcı bağlantılarla şekillendirildiğini anlarız.”
Bu isimlerin gönderme yaptığı kişiler arasında kimler yok ki: Charles Darwin ve Alexander von Humboldt gibi meşhur biliminsanları; Maria Sibylla Merian gibi, daha az bilinen ama bitki ve hayvan bilimine büyük katkısı olmuş insanlar; David Bowie, Beyoncé ve Frank Zappa gibi müzisyenler; Harry Potter ve Yüzüklerin Efendisi gibi fantastik romanların ve diğer edebi türlerden eserlerin kahramanları; hatta (ne yazık ki) Hitler gibi diktatörler – ve daha niceleri.
Aşktan nefrete, hayranlık ve minnetten horgörü ve intikama birçok insani duyguyu barındıran hikâyelerle örülü olan ve bilim pratiğinin güzel yanlarına olduğu kadar kimi eksiklerine de dikkat çeken bu kitabı bütün bilimseverlere tavsiye ediyoruz.
“Uzun, çok uzun zamandır sıkışmış olan göğsüme usul usul boşluk pompalıyorum, içimdeki sessizlik etrafımı saran sessizlikle uyum sağlayana dek. Sırtımı çam iğnelerine vererek tekrar uzanıyorum ve buz gibi soğuk havayı solumak iyi geliyor. Ağaç gövdelerinin arasından, tamamen açık ve yıldızlarla dolu gökyüzüne bakıyorum ve o yavaşça dönüyor, tüm dünya yavaşça dönüyor ve muazzam bir boşluk oluyor. Sessizlik her yerde, yıldızlarla benim aramda hiçbir şey yok ve bir şey düşünmeye çalıştığım zaman, hiçbir şey düşünmüyorum. Gözlerimi kapatıyorum ve kendime gülümsüyorum.”
Lanet Olsun Zaman Nehrine ve Benim Durumumdaki Erkekler’den hatırlayacağınız Arvid Jansen’in hikâyesini anlatmaya devam ediyor bu romanında Per Petterson. Evlat, kardeş, sevgili, koca ve baba olarak kendini yenilmiş hisseden, vasat yazarlık kariyeri zaman içinde sönüp gitmiş kırk üç yaşındaki Arvid Jansen’in ağabeyinden başka kimsesi kalmamıştır. Ne var ki kardeşinin tam zıddı gibi görünen tuzukuru David de hayatının dizginlerini elinden kaçırmaya başlamıştır.
Ardından, donmuş nehrin altındaki dip akıntısını, şahdamara uzak bir yerde yeniden atmaya başlayan nabzı, ancak dibi gördükten sonra yükselen bir neşeyi getiriyor akla. Her şeyin ardından, dışa vurmaya cüret eden küçük bir kıpırtı.
YAZAR HAKKINDA: 1952’de Oslo’da dünyaya geldi. Kütüphanecilik eğitimi alan Petterson, tüm zamanını yazarlığa vakfetmeden önce bir süre kitapçılık, çevirmenlik ve edebiyat eleştirmenliği yaptı. 1987’de öykülerden oluşan ilk eseri Aske i munnen, sand i skoa yayımlandı. Daha sonra yazdığı Ekkoland (1989), Det er greit for meg (1992), Til Sibir (1996), I kjølvannet / Ardından (2000) adlı eserleriyle Norveç’in en iyi romancıları arasına girdi. At Çalmaya Gidiyoruz (Metis, 2008) ile büyük bir çıkış yapan yazar hem Norveç Kitapçılar Ödülü’nü hem de Norveç Edebiyat Eleştirmenleri Ödülü’nü aldı. Eser İngilizceye çevrildikten sonra dünya çapında ün kazandı. 2004’te Månen over Porten adlı bir deneme kitabı yayımlayan Petterson’un Lanet Olsun Zaman Nehrine (Metis, 2012) adlı romanı Kuzey Ülkeleri Konseyi’nin edebiyat ödülüne layık görüldü. Ayrıca Metis’te yazarın Reddediyorum (2013) ve Benim Durumumdaki Erkekler (2020) adlı romanlarını yayımladık. Til Sibir romanı da 2022 Metis yayın programında.
Toplumsal çatışmalarda şiddete ve şiddetsizliğe başvurmanın siyasi ve etik boyutlarını tartışan Butler açıkça şiddetsizlikten yana tavır alıyor. Butler, meşru şiddet tekelini elinde tutan aktör olarak devletin şiddet tanımındaki muğlaklığı kendi amaçları doğrultusunda nasıl kullanabildiğini gösterirken, bir yandan da şiddetsizliği savunmak için yeni bir tasavvur geliştiriyor ve şiddetsizliği toplumsal eşitliğin bir gereği olarak temellendiriyor. Şiddetin özsavunma olarak meşrulaştırılmasında sorunlu bulduğu sınırı, kimin “öz”, yani “biz” olarak tanımlanageldiğini ve bu sınır var olduğu sürece şiddeti özsavunmayla gerekçelendirmenin nasıl bir dışlama, dolayısıyla eşitsizlik yarattığını tartışıyor. Yine eşitlik açısından, bütün yaşamların aynı derecede önemli addedilmesi için insanlar daha hayattayken “yası tutulabilirliğin” nasıl pay edildiğini düşünmeye çağırıyor. Klasik sözleşmeciliğin temelinde yatan bireyciliğin eleştirisiyle birlikte, Butler şiddetsizliği karşılıklı bağımlılığın kaçınılmazlığına dayandırıyor.
Siyaset ve felsefeyle ilgilenen okurlarımızın zevkle okuyacağına inanıyoruz.
Psikanaliz tedavisi sağlıklı ve patolojik durumları birbirinden ayıran sınırların aslında zannedildiği gibi keskin olmadığı ve birinden diğerine geçişin mümkün olduğu fikri üzerine kuruludur. Analizdeki kişinin kendisinin de fark edeceği gibi tedavi olmakla kendini tanımak, kendi ruhsallığının derinliklerini kavramak ayrılmaz şekilde iç içe ilerler. Günümüzün en şanslı bireylerinin sanatçılar olduğu söylenebilir, çünkü onların kendi karanlıklarını emanet edebilecekleri emniyetli ve çok zengin potansiyellere sahip bir yer vardır: Sanat yaratısının gerçekleştirildiği alan.
Zaten birçok sanatçı da bunun farkındadır: Eserlerini yaratırken kendi içlerinde de bir dönüşümün gerçekleştiğini biliyorlar ve sanatları aracılığıyla kendi karanlıklarına dalıp, içsel bir yolculuğu tamamlayıp kendi derinliklerinden hakikati nasıl bulup çıkardıklarını anlatıyorlar bize.
“Tıpkı psikanaliz tedavisinde olduğu gibi sanatsal yaratıcılıkta da esas olan bireysel süreçlerin tekilliği ve biricikliğidir. Farklı tarihlerde kaleme aldığım ve Hermann Melville’den Henry Bauchau’ya, Sevim Burak’tan Selma Gürbüz’e, Alvin Lucier’den Mehmed Siyah Kalem’e farklı ressam, yönetmen, besteci ve edebiyatçıların eserlerine odaklanan bu denemeler, sanatsal yaratıcılıkla psikanalitik düşüncenin kesiştiği noktalardan doğan bu tür tekil örnekler getirmeyi amaçlıyor.”
Nilüfer E. Güngörmüş
Bu seçki erkeklere, erkeklik dünyasına ilişkin yalnızlıkları konu edinen, “erkek yalnızlığının” evrensel ölçekte paylaşılabilir yanlarına değinen öykülerden derlendi. Kendisine öğretilmiş erkekliğin içinde tutuklu kalmış, bir türlü bunun dışına çıkamayan erkeklerin farkındalık bilinci taşımayan yalnızlığı en yaygın yalnızlık çeşitlerindendir. Bu nedenle seçkide erkeklerin içine kıstırıldıkları koşullara izdüşümler içeren öyküler bulunmasına özen gösterdim. Erkekler Yalnızlıklar’da farklı kuşaklardan yazarların farklı sosyal kesimlerden ve sınıflardan erkeklerin kendilerine özgü dünyalarına ışık düşüren öykülerini okuyacak, bunlar arasında yatay ya da dikey koşutluklar kurabileceğiniz yalnızlık durumları bulacaksınız.— Murathan Mungan
Kitaptaki hikâyeciler:Kadri Öztopçu, Melisa Kesmez, Sibel K. Türker, Mehmet Günsür, Tarık Buğra, Ayşegül Çelik, Pınar Kür, Başar Başarır, Ayfer Tunç, Behçet Çelik, Türker Armaner, Neslihan Önderoğlu, Murat Gülsoy, Türker Ayyıldız, Polat Özlüoğlu, Murat Özyaşar, Vüs’at O. Bener, Memduh Şevket Esendal, Ahmet Büke, Oktay Akbal, Selim İleri, Mehmet Bilâl Dede, Ömür İklim Demir, Cemil Kavukçu, Necati Cumalı, Ayşegül Devecioğlu, Uğur Nazlıcan, Ahmet Güntan, Doğu Yücel ve Onur Çalı
İnsanın barındırdığı farklı imkânların çağlar içinde büyük bir şiddetle bastırılmasıyla vardık bu çöküş ânına — karşı karşıya olduğumuz ekolojik krizi yaratan sınıfsız, tahakkümsüz, arı haliyle soyut insanlık değil.
Bu çöküşte en büyük sorumluluğu taşıyan kesimler ise bedeli hâlâ en az sorumluluğu olanlara yıkmaya çalışıyor.
“Yüksek gelirli ülkelerin aşırı enerji ve malzeme kullanımını azaltması gerekiyor, hızla yenilenebilir enerjiye geçmemiz gerekiyor, kesintisiz büyümedense insanların mutluluğuna ve ekolojik kararlılığa odaklanan bir post-kapitalist ekonomiye geçmemiz gerekiyor.
Ama bundan fazlasına ihtiyacımız var, yaşayan dünyayla ilişkimizi düşünmenin yeni yollarını bulmalıyız,” diyor Jason Hickel.
“Küçülme, karşımızdaki zorluğa yaklaşmanın bir yolunu sağlıyor. Toprağın, halkların, hatta zihinlerin sömürülmekten kurtarılması anlamına geliyor.
İnsanların şeyleştirilmemesi, işin ve yaşamın gereksiz yüklerinden arındırılması, ekolojik krizin dindirilmesi anlamına geliyor. Küçülme, daha az almakla başlayan bir süreç.
Ama sonunda çok geniş bir ihtimaller denizine açılıyor. Bizi kıtlıktan bolluğa, kaynak sömürüsünden yenilenmeye, tahakkümden mütekabiliyete, yalnızlıktan ve ayrılmadan yaşam dolu bir dünyayla bağ kurmaya doğru götürüyor.
Cesaretimizi toplayabilirsek farklı bir gelecek yazmak ellerimizde. Ya her şeyi kaybedecek, ya bir dünya kazanacağız.”
Tarihin herhangi bir döneminde “yamyam” insan toplulukları var mıydı? Tekeşlilik ve babalık nasıl doğdu? İnsanın alametifarikası olan büyük beyin ve iki ayak üstünde yürüme bize nelere mal oldu? Ete olan düşkünlüğümüz nasıl ortaya çıktı? Farklı bölgelerdeki insanların ten renkleri neden ve nasıl farklılaştı? Uzun ömürlü büyükanneler insan toplumuna neler kattı? Neandertallerle aramızda nasıl bir ilişki vardı? Medeniyetin gelişmesiyle birlikte tıp ve teknolojideki ilerlemeler evrim sürecimizi nasıl etkiledi? Koreli paleoantropolog Sang-Hee Lee, okurla sohbet havasında kaleme aldığı yazılardan oluşan bu kitapta insanın evrimiyle ilgili kilit sorulara aydınlatıcı cevaplar sunuyor.
“Bu kitaptaki yirmi iki hikâye sınıfta öğrencilerle girdiğim diyaloglardan ve doğrudan veya dolaylı olarak yaşadığım anlardan esinlenilerek yazıldı. Hikâyeler eğlenceli ve ilgi çekici olduğunu umduğum bir şekilde, makale formatında kaleme alındı. Bu konuları paleoantropoloji hakkında hiç bilgisi olmayanların da anlayabilecekleri şekilde açıklamaya çalıştım. İnsanlığın kökenlerinin izini süren bu heyecan verici yolculukta bana eşlik etmeye davet ediyorum sizi.”
YAZAR HAKKINDA: Koreli paleoantropolog Sang-Hee Lee, Seul’de doğdu. Seul Ulusal Üniversitesi’nde arkeoloji eğitimi gördükten sonra Michigan Üniversitesi’nde antropoloji mastırı ve doktorası yaptı. 2001 yılında Riverside Kaliforniya Üniversitesi öğretim kadrosuna katılan Lee halen aynı üniversitede antropoloji profesörü olarak hizmet veriyor. Çeşitli bilim dergilerinde yayımlanan çok sayıda makaleye imza atan Lee araştırmalarında cinsel dimorfizm, beyin büyüklüğünün evrimi, uzun ömür ve Kuzeydoğu Asya’da insan evrimi gibi konulara odaklanıyor. Amerikan Bilimsel Gelişme Birliği ve Amerikan Ulusal Bilimler Akademisi üyesi yazarın İnsan Türleriyle Yakın Temas adlı kitabı Amerikan Antropoloji Derneği’nin W.W. Howells Kitap Ödülü’ne (2018) ve Emory Elliott Kitap Ödülü’ne (2018) layık görülmüştür.Koreli bilim muhabiri ve yazar Shin-Young Yoon, ülkesinin en prestijli bilim dergilerinden Gwa Hak Dong-A’nın baş editörüdür ve birçok ödüle layık görülmüştür.
“Koronavirüs pandemisinin beraberinde getirdiği şartlar altında normalliğe dönmek için can atmak gayet normal. İktidarların bizi ‘bildik yollara’ geri döndürmek için ellerinden geleni yapacağına hiç şüphe yok. Peki biz normallik olarak kabul edilen distopyaya sorgusuz sualsiz, kuzu kuzu dönecek miyiz? Yoksa başka bir şimdi hayal etmeye, gerekirse onun için savaşmaya hazırlanarak mı geçireceğiz şu ânı?”
Yanis Varoufakis’in bu sözleri, Her Şey Değişmeli!’deki ortak arayışı özetliyor. İçinde bulunduğumuz durumun sorumlusu olan finansal kuruluşlar hızla sisteme “format atmak” peşindeyken, daha adil bir dünya için farklı alanlardan alternatif çözüm önerileri getiren konuşmacılar, bu anlatıya kendi çözümlerimizle yanıt vermemiz gerektiğini, kapitalizmin “büyük sıfırlama” adını verdiği Truva atını yenmemiz gerektiğini hatırlatıyor bize.
Teknolojinin kontrolünü elinde bulunduran az sayıdaki şirketin özelleştirdiği kamusal hayatı, siyaseti geri almak için; sağlık, eğitim, barınma ve emeğin daha az baltalandığı bir dünya için çalışan; bu uğurda benzersiz bir formül bulmaktan ziyade bilgiye dayalı önerilerin paylaşıldığı bir ortak çalışma hedefleyen ve Uluslararası Halklar Meclisi, İlerici Enternasyonal, Avrupa’da Demokrasi Hareketi 2025 (DiEM25) gibi inisiyatiflerde bir araya gelen katılımcılar şu çağrıyı yapıyorlar: “Önümüzdeki dönemde topluluklarımız ve kurumsal yapılarımız eşi benzeri görülmemiş sınavlara tabi olacak; tüm bilgimizi, zamanımızı ve uzmanlığımızı ânın hizmetine sunmamız gerekecek. Devrimcinin vazifesi mücadele etmektir; başka bir şimdi için siz de katılın mücadelemize.”
HAZIRLAYANLAR HAKKINDA: Renata Ávila, Avrupa Birliği’ni demokratikleştirmeyi amaç edinen DiEM25’in Koordinasyon Kolektifi üyesidir. Srećko Horvat ise Zagreb’de düzenlenen Yıkıcı Festival’in ve DiEM25’in kurucularından biridir.
Böyle Söylüyordu Nietzsche, Metis Küçük Filozoflar dizisinin 26 kitabı olarak yayımlanıyor. Dağlarda inzivaya çekilmiş olan Nietzsche dünyanın anlamını ve yaşamın güzelliğini keşfetmiştir. İnsanların arasına dönüp onlara harika bir armağan vermek, yaşama sevincine giden sarp yolu göstermek ister.Küçük Filozoflar Dizisi, 9 - 14 yaş çocukları için filozofların hikâyelerini anlatan çok güzel resimlenmiş kitaplardan oluşuyor. Diziyle çocukların felsefeye zevkli bir giriş yapmalarını, kendi sorularının peşinden gitme alışkanlığı kazanmalarını amaçlıyoruz.
İnsan hayatının belirleyici dönemlerinden biridir ergenlik, hayatla başa çıkmayı öğrendiğimiz dönemdir bir bakıma. Bu yüzden de zor bir süreçtir; yaşadığımız fiziksel değişime eşlik eden ruhsal çalkantılar nedeniyle hem yetişkinlerle hem de kendi içimizde çatışmalar yaşarız sık sık. Peki, insanlar için bu kadar önemli bir süreç olan ergenlik diğer hayvanlarda nasıl geçer? Onlar da bizimkilere benzer tecrübeler yaşar mı?
“Vücudumuz ister deriyle kaplı olsun ister pullar ya da tüylerle, ister koşarak hareket ediyor olalım ister uçarak, yüzerek veya sürünerek, erişkinliğimizi inşa eden ve biçimlendiren biyoloji hepimizde ortaktır,” diyen Barbara Natterson-Horowitz ve Kathryn Bowers, Delişmenlik Çağı’nda çocuklukla yetişkinlik arasındaki dönemin evrenselliğini inceliyor. İnsana özgü olduğunu düşündüğümüz ergenlik çağı deneyimlerinin hemen hepsinin bütün hayvanlarda gözlemlendiğini ilginç örneklerle açıklayan yazarlar, “bu ortak tecrübelerden aktarılan kadim mirasın, yetişkinliğe geçerken hayatta kalmak ve büyümek için modern bir yol haritası oluşturabileceğine” inanıyor.
Ergenlerde sık gözlenen riskli davranışlardan zorbalık ve kaygıya, ebeveyn-çocuk çatışmasından akran baskısı ve cinsel rızaya pek çok konuyu evrimsel bakış açısıyla açıklayarak bunlara yepyeni bir gözle bakmamızı sağlayan bu kitabı, ergenlik çağındaki insan ve hayvanları daha iyi anlamak isteyen tüm okurlarımıza tavsiye ediyoruz.
Bir bilim, uygulama ve hareket olarak 1980’lerde dünya sahnesine çıkan agroekoloji günümüzde, endüstriyelleşmiş, tek tip ürüne dayanan, doğaya zarar veren, kâr rasyonalitesini temel alan şirket tipi üretim karşısında güçlü bir alternatif haline gelmektedir.
Agroekoloji organik tarım, permakültür, onarıcı tarım, doğal tarım gibi değişik yaklaşımları bir araya toplar ama bunlardan daha fazlasıdır: Ayırt edici hedefleri arasında çiftçilerin girdi bağımlılığını ortadan kaldırmak, gıda üretimine bir ekonomi-politik meselesi olarak bakarak gelir dağılımının daha adil hale gelmesine çalışmak, zararlıların ve hastalıkların polikültür, doğal şeritler, doğal tarla sınırları vb. uygulamalarla kontrol altına alınması, çiftçiden çiftçiye bilgi aktarımını hayata geçirmek, tarımsal sorunların çözümü için geleneksel kadim bilgiyi günümüzün bilimsel tarım bilgisiyle bütünleştirmek, genel geçerli reçeteler yerine, yerele odaklanan bir bilgi birikimini ve paylaşımını teşvik etmektir.
İyi haber: Dünya çapındaki gıda şirketlerinin bütün baskılarına rağmen günümüzde gıda üretiminin %70’i hâlâ küçük çiftçilikle yapılıyor. Bunun anlamı, sağlıklı gıdalar için hâlâ çok geç değil. Bu kitapta söz alan yazarlar agroekolojinin çeşitli veçhelerini –yaygınlaşmasının önündeki engeller ve imkânlar da dahil– ele alırken bu ümidi korumaya ve geliştirmeye çalışıyorlar: Başka bir tarım mümkün, başka bir dünya mümkün.
Tuncay Birkan’ın yirmi iki yıllık bir dönem içinde sol, kültür, felsefe, bilim, yayıncılık ve çeviri gibi alanlarda söz aldığı yazıların biraz güncellenmiş hallerini içeren bir seçki Sol: Evin Reddi. Yerlicilikten solun akademikleşmesi tehlikesine, entelektüelin konumundan “Tanrı’nın Ölümü”ne, tahlil gereğinden eylem gereğine, geleceksizlik hissinden kurtulma imkânından farklı bir kır-kent tasavvuru geliştirme ihtiyacına alttan alta birbiriyle bağlantılı temalar etrafında örülen yazılar bunlar.
Sol adını verdiği şeyin tam da “ev”in akla getirdiği, konfor hissi veren zihinsel alışkanlıkları, düşünmeden verilen otomatik tepkileri reddetme duruşu olduğunu belirten Birkan, bu yazılarda “hayalgücümüze koyduğumuz ketlemeleri bütünüyle kaldırıp pratiğe yönelik fikir ve hayal geliştirmeye, söz değil eylem üretmeye, mücadele olan/olması gereken her yerde, sömürü ve tahakküm mağduru herkesle yan yana durmaya” çağırıyor bizi.
Pis sularla köpürüp içimize çekiliyoruz. Bir dalganın üstüne binmiştik, tuzunu emmiştik, kıyıya vurduk.
Çok az zaman var, vakit geçmek bilmiyor.
Zamanın dayattığı harflerle cümleler kuruyor.
Saat kaç deyince, nasıl da şaşırıyor.
Devam Ağacı, Murathan Mungan’ın çeşitli tarihlerde farklı mekânlarda yaptığı dokuz konuşmanın metinlerini bir araya getiriyor. Mungan’ın genel olarak hayatta ve sanatta kendine dert edindiği meselelere, temel ölçütlerine, yazı dünyasının temalarına ilişkin aydınlatıcı ipuçları taşıyan, sosyolojik bir kadraja alınmış metinler bunlar.Devam Ağacı metinleri okura kendi dünyasını oluşturabilmiş yaratıcı bir sanatçının yoluna devam ederkenki ısrarını gösteriyor; yıllara yayılmış hassasiyetlerin, dikkatlerin üzerinden geçiyor, bazen de bunların altını çiziyor.
Birgül Oğuz’dan yalnızlık, güven ve arkadaşlık üzerine uzun bir hikâye.“Şimdi ormanda bir patikada dalgın yürürken aniden ağaçların, boyumu aşan yabani otların arasına dalıp koşmaya başlamışım gibi hissediyordum. Tren hızlandıkça bir sevinç dalgası yükseliyordu içimde. Ama her an daha da kararan bir ormanda dikenli bitkilerin, böceklerin, gececillerin arasına fütursuz dalışımın ödeyemeyeceğim bir bedeli olduğu duygusuna da kapılıyordum. Davranışımın kaynağına belirsiz bir gelecekte varacağımı seziyordum.”
Uzun süredir dünyada egemen yönetim ideolojisi olan neoliberalizmin ekonomik sonuçları hakkında çok sayıda çalışma ve tartışma var. Buna karşılık, neoliberalizmin yol açtığı siyasi sonuçları ve sorunları da derinlemesine tartışmak gerekiyor. Wendy Brown’ın temel sorusu “Neoliberal ekonomik sarsıntıların sonucunda neden ve nasıl sol değil de sağ güçlendi?” şeklinde özetlenebilir. Sağ, özellikle de popülist sağ, toplumdaki hangi ihtiyaçlara ne gibi kavram kümelerini kullanarak, ne gibi ideolojik manevralarla karşılık verdi de 2008’deki küresel finans krizinden güçlü çıktı, pek çok ülkede iktidarı ele geçirebildi? Bu hareketlerin sonucunda hangi sosyal haklar zayıfladı, eşitlik ilkelerinin uygulanmasında ne gibi kayıplar yaşandı?
Peki, ortaya çıkan “harabeler” neoliberalizmin teorisiyle ne kadar uyumlu? “Reel” neoliberalizm kendi teorisiyle hangi bakımlardan çelişmek pahasına hayata geçirilebildi? Teorik olarak önemli roller biçilen gelenek, ahlak ve piyasa gibi toplumsal etmenler insanlar arasındaki ilişkileri fiilen nasıl düzenledi? Brown, Amerika Birleşik Devletleri örneğinde bu soruların cevaplarını arıyor.
Kitabın izinden gitmek, neoliberalizmin başka ülkelerde yarattığı siyasal ve toplumsal tahribat üzerine düşünmek, sol adına dersler çıkarmak isteyenler için…
Hayvanlar âlemi insanı ezelden beri büyülemiştir. Kimi gerçek, kimi hayal ürünü olan hayvanlar efsanelerde, masallarda, sanat eserlerinde sık sık boy gösterir. Çağımızda artık ejderhaların, Zümrüdüanka kuşunun ya da tek boynuzlu atların gerçekte var olmadıklarını biliyoruz. Peki ama var olan bazı hayvanların da en az onlar kadar ilginç ve büyüleyici olduklarını biliyor muyuz?
Borges’in Düşsel Varlıklar Kitabı’ndan ve ortaçağ hayvannamelerinden esinlenen bu kitapta Caspar Henderson, evrimin yaratıcılığının insanın hayal gücünden hiç de aşağı kalmadığını gözler önüne seriyor. Sevimli yüzüyle aksolotldan tehditkâr görünümüyle dikenli moloka, dayanıklı su ayısından yanardöner Venüs kuşağına birçok sıradışı hayvanı daha yakından tanımamıza, aşina olduğumuz bazı hayvanların ise bir o kadar sıradışı özelliklerini keşfetmemize imkân sağlıyor. Bunu yaparken de bilimin yanı sıra edebiyat, sanat, felsefe, mitoloji ve tarihten faydalanarak zengin bir metin ortaya koyuyor.
Fakat hemen belirtelim: Hayal Bile Edemeyeceğimiz Varlıklar Kitabı bir ucube sirki değil. Amacı ele aldığı hayvanları ötekileştirmek değil, bilakis (kendisi de bu kitapta yer alan) insanla diğer hayvanlar arasındaki derin evrimsel bağı, farklarımızın yanı sıra benzerliklerimizi vurgulamak ve bazıları yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan hayvanlara karşı sorumluluklarımızı hatırlatmak.Dünya hayal bile edemeyeceğimiz varlıklarla dolu, diyor Henderson. Onları koruyabilmek için öncelikle hayal gücümüzü, onların gerçekliklerini daha iyi anlayacak şekilde genişletmemiz lazım.
Jacques Derrida’nın 1996’da verdiği “Konukseverlik Üstüne” seminerinden iki oturumla birlikte, seminerleri dinleyen Anne Dufourmantelle’in “Davet” başlıklı metni yer alıyor bu kitapta. Kitabın kendisi bir konukseverlik sahnesi gibi tasarlanmış: Derrida o zaman genç bir felsefeci olan Dufourmantelle’in “davet”ine uymuş, kapısını açtığı seminerinin metnini ona teslim etmiş; Dufourmantelle’in metni de Derrida’nın seminerine kitabın kapısını açmış ve baştan sona eşlik etmiş. Jacques Derrida felsefe ve edebiyatın klasik metinleri ile güncel gelişmelere aynı anda başvurarak konukseverliğin yasa ve koşullarını sorguluyor; sadece bireysel değil toplumsal düzlemde de koşulsuz bir konukseverliğin mümkün olup olmadığı, nasıl mümkün olduğu üstüne düşünüyor. Felsefenin hayatın anları ya da olayları üzerine düşünmenin bir yolu olduğunu gösteren bu metinler düşünülmemişi bulup çıkarmak, üstüne düşünmek ve düşündürmek isteyen Derrida’nın felsefesi için de uygun bir “giriş kapısı”.
Yazar Oğuz İnel filozof Slavoj Žižek’in düşünce ve metinleriyle bir diyaloğa giriyor bu kurmaca söyleşide: Sorular, bağlantılar ve örneklerle hem Lacan düşüncesini hem kendi düşüncesini açmaya sevk ediliyor Žižek. İki oturum olarak tasarlanmış kitapta ilk bölümde arzu, gerçek ve özgürlük gibi kavramlar üstünde durulurken, ikinci bölümde salgın, din, terör ve demokrasi gibi güncel ve siyasal meseleler ele alınıyor.
Žižek’i okumak ve yeniden okumak isteyenler için.
Hiç kimsenin rahatça yerleşemediği gösterişli bir koltuğa benzer “ideal”. Hep oradaymış ve hep orada olacakmış gibi optik düzenin merkezine yerleşiktir. Bir sabitlik sunar; konfor vaat eder. Kapaktaki koltuk gibi hem gündelik ve sıradan bir nesne gibi görünür; hem de aşırı varlığıyla gündelik olanın rahatını kaçırır, göze kendi varlığını dayatır ve sembolik olarak hep erişilemez bir uzaklıkta kalır.
Bu çalışma “idealliği” tam karşıtı olarak görülen “kırılganlık” ile birlikte tartışıyor. Ankara’dan ve Roma’dan katılımcıların anlattıkları hikâyelerde bu iki kavram, çeşit çeşit ses ve imgeye bürünerek farklı katmanlarıyla karşımıza çıkıyor. Kırılganlıklarını dile getirmeye çalışan bu hikâyelerin arka planında, toplumsalın özneyi idealliğe çağıran o gıcırtılı sesini de duyuyoruz.
Yara, kesik, kırık, çatlak, delik… Kırılganlığın ilk akla gelen, sabit bir kırılma anında kıstırılmış imgeleri bunlar. İdeale karşı kırılganlığı, vulnus’u tanıyan bir görme rejiminde, böylesine bir sabitlemeye direnen, yaşayan ve dönüşen şeylerin bu imgelerin yerine geçebileceği umudunu taşıyor bu metin. Belki, çiçeklerin!
-Gamze Hakverdi
Aynı zamanda çok iyi bir yazar olan hukukçu Lizzie O’Shea’ye göre, teknolojiyi anlamanın anahtarı gelecekte değil geçmişte. Geleceğin Tarihleri bunu savunuyor ve bizi dijital çağın pratik ve devrimci olanaklarını keşfetmeye davet ediyor: İnternet bugün teknoloji devleri tarafından hangi amaçlarla kullanılıyor? Sanal âlemin bizi gözetlemesi, hakkımızda veri toplaması ve bu verilerle yalnızca pazarlamacılığın değil, devletlerin denetim tekniklerinin de geliştirilmesi karşısında ne yapabiliriz? Daha da önemlisi, sürekli gelişen dijital teknolojiyi kamu yararına kullanmak mümkün mü, nasıl?O’Shea yeniliğin kaynağında kapitalist hayal tacirlerinin aksine, yalnızca bireysel çıkarları görmüyor; kâr hırsından uzak kolektif çabaların dijital alanın ortaya çıkışında oynadığı rolü de hatırlatıyor. Günümüzün teknoloji CEO’larının ufuksuzluğa ve bayat bir ütopyacılığa saplanmış toplum tasavvurları yerine Paris Komünü’nün bize internet etiği hakkında neler söyleyebileceğini soruyor. Dijital alanı demokratikleştirmek için Karl Marx’ın yanı sıra Thomas Paine ile Frantz Fanon’un devrimci çalışmalarında ilham kaynakları buluyor. Teknoloji sermayedarlarının “kendi suretlerinde yaratmak” istedikleri internet dünyasının karşısına potansiyel özgürlük olanaklarını çıkarıyor.
Kısacası Geleceğin Tarihleri, olduğu gibi kabul etmeye meyilli olduğumuz bu dünya karşısında, bizi düşünmeye ve başka bir gelecek kurmaya çağırıyor.
Vajinismus, yani kadının bedenindeki kimi tepkiler nedeniyle cinsel ilişkinin “tamamlanamaması”, genellikle tıp alanında ele alınır. Ülkemizde sıklıkla kadının “evlilik kurumu içindeki görevi”ni yerine getirememesi üzerinden tanımlanır ve beden parçalarına odaklanmış tedavilerle, kadının ihtiyaç ve taleplerine pek de kulak verilmeksizin, acilen çözülmeye çalışılır. Oysa cinsel ilişkinin verilmiş roller uyarınca kolayca gerçekleştirilmesi gereken "doğal" bir şey olduğu önkabulü, toplumun cinsellik üzerindeki yoğun etkisini gözardı eder. Cinselliği çevreleyen kültürel, kişilerarası ve içsel senaryolara odaklanan Yatak Odasındaki Kalabalık, sözü vajinismus deneyimi yaşamış kadınlara veriyor ilk kez. Katılımcıların aile hayatları, partnerleriyle ilişkileri ve tıbbi çözüm ararken karşılaştıkları sorunlar üzerine anlatılarını aktarırken “Her biri benzer deneyimleri kendi kabuklarında yaşamış, kendilerini yalnız hissetmişlerdi,” diyor Yeliz Turan Yunusoğlu. “Bu çalışmayı yapmaktaki hedefim, kadınların yaşadıkları güçlükleri sadece tasvir etmek değil, aynı zamanda içinde bulundukları durumu değiştirmelerine yardımcı olmaktı. Kadınları cinsel olarak sağlıklı kılmak için cinsel arzularını daha iyi yönetme, karar sürecine aktif katılımlarını sağlama ve cinselliği kendi kontrollerinde yaşama konusunda cesaretlendirmeye ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.”
YAZAR HAKKINDA: Yeliz Turan Yunusoğlu, 1989 yılında İzmir’de doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini İzmir’de tamamladıktan sonra Hacettepe Üniversitesi Amerikan Kültürü ve Edebiyatı Bölümü’nde lisans eğitimi aldı. 2019 yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Anabilim Dalı’nda yüksek lisans tezini tamamladı. “Sexual Scripts on Vaginismus: Rewriting Women’s Sexual Difficulties from Their Point of View” (Vajinismus Üzerine Cinsel Senaryolar: Kadınların Cinsel Problemlerini Kendi Bakış Açılarıyla Tekrar Yazma) isimli yüksek lisans tezi kültür ve düşün dünyasına sağladığı katkılardan dolayı ODTÜ Sosyal Bilimler Tez Ödülü’nü (2019) aldı. Araştırma konuları arasında kadın ve cinsellik, cinsel problemler ve evlilik içi cinsel şiddet bulunan Turan Yunusoğlu, Atılım Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışmaktadır.
Bu derlemedeki yazıları birleştiren nokta, sahiden evrensel bir menzile sahip yeni bir sol siyasette temellenen daha kapsamlı, yeni bir dayanışmaya duyulan ihtiyaç. Yazarlar, bugün çok tehlikeli bir durum içinde olduğumuza, neredeyse hayal bile edemeyeceğimiz felaketlerin kapıda olduğuna işaret ediyor. Bununla birlikte, bu tehlikeler Sol için yeni bir vizyon oluşturma fırsatı olarak da görülüyor.
Son Gerisayım aynı zamanda yeni bir başlangıca doğru bir gerisayım: Teori alanında bir komedi tatbikatı; yakınıp durmak yerine, yaşadığımız krizleri anlayıp ele almak için başvurduğumuz koordinatları yeniden düşünmek isteyen bir teori pratiği bu kitap.
Kent teorisi modernliği alışılagelmiş şekliyle şehre, belirli öznellik biçimlerinin tarihsel olarak ortaya çıkışına ve kültür, sanat ve mimarideki önemli gelişmelerin yükselişine bağlar. Bu da genellikle on dokuzuncu yüzyılda ve yirminci yüzyılın başlarında Avrupa ve Amerika’nın belli başlı metropollerindeki teknolojik, ekonomik ve toplumsal dönüşümlerin sonucu olarak değerlendirilir. Buna karşılık, modern dönemde Batılı olmayan şehirlere genellikle Batılılaşma ve gelişme merceğinden bakılır. Bu “diğer” şehirlerdeki kentsel modernliği nasıl anlamalıyız?
İstanbul Açık Şehir, İstanbulluların şehirlerini tartışırken, hayal ederken, inşa ederken ve tüketirken kendilerini nasıl tanımladıklarını inceleyerek kültürel yaratıcılığı vurgulamayı amaçlıyor. Yazılı basına ve fotoğraflara, filmlere, mimari miras sergilerine ve tema parkları na odaklanan kitap ortak temsil pratikleri aracılığıyla bu popüler tasvirler arasındaki bağlantıları araştırıyor. Türeli kentsel modernliğe farklı bir bakış açısı öneren kitabı hakkında şunu söylüyor:
“Şehrin geçmişinin çağrıştırılması yoluyla geleceğinin tanımlanması ve tartışılması hakkındadır bu kitap: Geçmişe ait hayal ve imgeler de, geleceğe dair tahayyüller de, esasen bugüne ait yorumlardır, bugünün endişelerine istinaden üretilirler ve bugünü anlamak için kullanılabilirler. Bu varsayımdan hareketle, bu çalışma ‘İstanbul’un hangi geçmiş(ler)i nasıl dolaşıma giriyor ve yorumlanıyor?’ sorusunu kentin görsel temsilleri üzerinden incelemeyi amaçlıyor.”
Istanbul Açık Şehir, kent araştırmacılarının ve tarihçilerinin, kültür araştırmacılarının, sanat tarihçileri ve antropologların yanı sıra planlamacıların, mimarların ve sanatçıların ilgisini çekecek özelliklere sahip.
“Dünyayı sadece çağdaşlarımızla değil bizden sonrakilerle de paylaşıyoruz ve onu yaşanabilir bir yer olarak inşa etmek, korumak ve geleceğe bırakmak sorumluluğumuz var,” diyor Fatmagül Berktay. “Dünya sevgisi, ona ihtimam gösterme, özgürlük aşkı gibi kavramlar politik etkinliğin temelini oluştururlar. Eğer kişi politikayla ilgiliyse veya politika teorisiyle uğraşıyorsa neredeyse otomatik olarak bu değerlerle ilgilenmek ve seçimler yapmak zorunda kalır. Politik teorinin değeri, doğrulanabilir öngörülerde veya kesinliği kendinden menkul yargılarda bulunmasında değil, ortak dünyayı anlamaya çalışarak, değerlendirerek, yorumlayarak siyasal yaşama anlamlı biçimde bilgi sağlamasında yatar.”
Bu kitaptaki yazılar, verili kavramları ve varsayımları sorgulayarak, onları eleştirel aklın süzgecinden geçirerek “zihnimizi genişletme” çağrısı yapıyor. “Yeni ilişkiler, yeni bağlar kurabilmek, yeni başlangıçlar yapabilmek” için sadece bilgiye erişmeyi değil, bu dünyada nasıl yaşanacağını, başkalarıyla nasıl etik bir ilişki kurulacağını da mesele edinmemiz gerektiğini söylüyor. “Hasmı ne pahasına olursa olsun mat etme” isteğinin tekbenci ve tahakkümcü bir tutum olduğunu, politik eylemin ancak çoğulluk olgusunu paylaşan insanlar arasında gerçekleşebileceğini hatırlatarak, tahakküme karşı çıkmaya çalışan herkesi düşünmeyi seçmeye, saygılı ve dürüst bir ortak düşünme sürecine davet ediyor.
“Bu da pek cesurca sayılmaz. Tabanları yağlamak... Doğrusunu istersen, tahmin ediyorsundur zaten, ben de hiç cesaret edemedim. Fırtınalar! Konga! Sen sanıyor musun ki o adam... En iyi ihtimali seçiyorum... Babamı hiçbir zaman tanıyamayacağım, sen de beni tanıyamayacaksın, bu hep böyle gidecek, peş peşe, sırayla. Kendimi suçlamaya devam mı etmeliyim? Aslında her şey içmeye devam etmek için, âleme devam etmek için, böyle yaşamaya devam etmek için mazeret oldu diye kendimi suçlamam mı gerekiyor?”
Francisco Casavella’nın Türkçedeki ilk romanı Eğlencelerin Sırrı, yaklaşık kırk yıl süren Franco diktatörlüğünün ardından gelen geçiş döneminde, 1980’ler İspanyası’nda geçiyor. Siyasi hesaplaşmasını yapmak yerine geçmişini unutmaya çalışan, hızla “modern dünya”ya yetişmek isteyen toplumun savruluşlarına on beş yaşındaki bir gencin gözünden tanık oluyoruz: Taşrada başlayıp Barcelona’da hızını alan romanda kuşak çatışmaları, hayatın anlamı, evden kaçışlar, ilk aşklar, hayal kırıklıkları, tilt makinaları, türlü acayiplikler, hahadamlar-hahkadınlar, yalanlar, gerçekler var... tekmili birden 20 bölümde.
Günümüz Türkiye sinemasından altı film: Gnostisizmin kefaretçi, mesihçi ve devrimci yönlerine olumlayıcı yaklaşan bir masal üzerine kurulmuş Ulak, din ile ekonomi arasındaki ilişkiyi tartışma fırsatı sunan Takva, din görevlisi başkahramanı Selman Bulut’un Karaköy’deki merkez camisinde işlenen bir cinayeti soruşturduğu İtirazım Var!, heterodoks İslam ve sosyalist düşünce arasındaki paralellikleri konu edinen İftarlık Gazoz, İslam’ın modernlikle bağdaşabilirliği meselesini tartışan The İmam, ve bir roman uyarlaması olan ve din ile felsefeyi karşı karşıya getiren Gölgesizler. Birbirinden bağımsız görünen üç farklı alanın, siyaset, din ve sinemanın birbirlerini nasıl sorunsallaştırıp yeniden şekillendirdiğini bu filmler üzerinden inceleyen Ebru Thwaites Diken, kitabını şöyle gerekçelendiriyor:
“Siyaset, din ve sinema arasındaki ilişkiye, bu üç alanın ortak kökenleri temelinde odaklanıyorum. Bu üç alanı ‘gösteri’ kavramı birbirine bağlar. Hem siyaset hem din alanında iktidar görsel mekanizmalara dayalıdır. Günümüzde ise sinema, ’gösteri’ bakımından ayrıcalıklı bir konumda; bir kitle sanatı olduğu ölçüde, hangi öznelliğin üretildiğiyle ilgili olarak kolektif bilinçdışını şekillendiriyor. Bu üç alanda da öznelik, görme ilişkisi üzerinden kuruluyor. Kitabın amacı, siyaset ve dinin sinemasal doğasının Türkiye sineması bağlamında kendini gösterme şeklini anlaşılır kılmaktır. Kitap bunun yanı sıra, bir sanat formu olarak sinemanın siyasi ve dinsel ifadeler, duyumlar, duygulanımlar ve hakikatler yaratma kapasitesini de incelemektedir.”
Internet Explorer tarayıcısının 9.0 ve daha eski sürümlerini desteklememekteyiz. Web sitemizi doğru görüntüleyebilmek için tarayıcınızı güncelleyebilirsiniz, güncelleyemiyorsanız başka bir tarayıcıyı ücretsiz yükleyebilirsiniz.