Duygu düzenleme sıradan bir günde bile neredeyse her bireyin yaşamakta olduğu duyguların farklı boyutlarını değiştirmek için kullandığı bilişsel ya da davranışsal stratejilerin geneline verilen isimdir.
Duygu düzenleme, bireylerin gündelik hayatlarında oldukça büyük yer tutan bir beceriler topluluğu olarak görülse de bu alanda yaygın olarak kabul gören kuramsal yaklaşımların ortaya çıkışı 2000’li yılların başına denk gelmektedir.
Yaşamın erken dönemlerinde kişilerarası bir süreç olarak başlayan duygu düzenleme, bireyin olgunlaşmasıyla birlikte sosyal, bilişsel ve davranışsal boyutlarıyla bireylerin gündelik hayatını etkilemeye devam eder. Bu beceriler hem sıradan stres kaynaklarıyla başa çıkmada hem de yakın geçmişte yaşadığımız COVID-19 salgını gibi beklenmedik büyük stres kaynaklarıyla baş etmeye çalışırken el altında bulundurduğumuz ve sıklıkla kullandığımızstratejilerdir. Bu nedenle duygu düzenleme bu kitapta kuramsal, sosyal, bilişsel, gelişimsel ve klinik alan olmak üzere beş farklı kısımda ele alınmıştır.
Bu kitabın hazırlanmasındaki ana amaç duygu düzenlemeye dair güncel kuramsal yaklaşımları ve görgül araştırmaları içeren Türkçe bir kaynağın okuyucuya ulaştırılmasıdır.
Türkiye-Batı ilişkilerinin mahiyetine dair tartışmaların günlük siyasette önemli bir yer tuttuğu bir zamanda yayınlanan bu kitap uluslararası ilişkiler literatüründe önemli bir boşluğu doldururken, Türkiye’nin Batı karşısındaki dış politikasının son yıllarda neden ve nasıl değiştiğine dair ampirik verilerle desteklenmiş, teorik olarak gerçekçi, kapsamlı ve güncel bir analiz sunuyor. Elitlerle yapılan görüşmeleri veri olarak kullanan, dengeleme odaklı ilkçalışmalardan biri olan Türkiye-Batı İlişkileri, ittifak içi muhalefete dair bir çerçeve oluştururken, bu bağlamda kullanılan devlet siyaseti araçlarını ü. kategoriye ayırıyor: sınırları test etme, sınırlara meydan okuma ve sınırları aşma. Kitapta Türk dış politikasının son dokuz yılıyla ilgili altı vaka incelemesi yer alırken, Türkiye’nin yakın komşuları ve transatlantik aktörlerle olan ilişkileri kapsamında, mülteci krizi, askeri alımlar, enerji politikaları vs. gibi bir dizi konuya mercek tutuluyor. Dursun-Özkanca uluslararası, bölgesel, sorun bazlı ve ülke içi faktörlerin, Türkiye’nin giderek gü.lenen sınırları aşma eğilimli dış politika davranışını açıklayabileceğini gösteriyor. Elinizdeki kitap Türkiye ile ABD, AB ve NATO arasında son zamanlarda giderek büyüyen ihtilafları anlamak isteyen herkes için önemli bir kaynaktır.
Elizabethtown Üniversitesi’nde siyaset bilimi profesörü olan Oya Dursun-Özkanca, Landon School of Economics Güneydoğu Avrupa Araştırma Merkezi’nde misafir öğretim üyesi olarak görev yapmıştır. Foreign Policy Analysis ve Civil Wars gibi akademik yayınlarda makaleleri yayınlanmıştır.
Türkiye'de Bizans Çalışmalarının Serüveni, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yüz yılında Bizans çalışmalarının kurumsallaşmasının serüvenini farklı safha ve yüzleri üzerinden anlatmayı hedefliyor. Yazar, kronolojik bölümlerle, üniversite eğitimi, akademik ve popüler yayınlar, bilimsel etkinlikler, sergiler ve alan çalışmaları gibi konuları ele alıyor.
Devlet dışı silahlı örgütlerin başka ülkelerin hükümetleri tarafından desteklenmesi uluslararası ilişkilerde tarih boyunca önemli bir stratejik yaklaşım olarak uygulanmıştır. Devletleri buna iten sebepler nelerdir? isyancı gruplar bu devletlerle işbirliği içinde olmayı neden tercih eder? Belgin Şan Akca, kitabında kullandıgı Devlet Dışı Silahlı Örgütler (DDSÖ) veri seti yoluyla, devlet dışı silahlı örgütlerin, devletlerle kurduklan işbirliklennın hem örgütler hem de devletler tarafından yapılan karşılıklı seçme sürecinin sonucu ortaya çıktığını iddia ediyor. Devletler arası ilişkilerin ve ayrıca devletler, silahlı örgütler ve diger olası destekçiler arasındaki etnik, dini ve ideolojik yakınlıklann oynadığı rolü, 355 devlet seçim vakası ve 342 örgüt seçim vakası ile ortaya koyuyor.
Bu bağlamda, örgütlerin de uluslararası Ilişkilerde devletlerin tercil-dernıden bağımsız olarak kendi başlanna var olabilen ve dış politikayı derinlemesine etkileyen temel aktörler olduklannı gösteriyor. Maskeli Devletler, uluslararası ilişkilerin temel kuramlannın devlet-odaklı çalışmalanndan farklı bir yöntem sunuyor. Dünyadaki çalişmalann önemli bir kısmının yaşandığı Ortadoğu'da konumlanan ve güvenlik konulannın öncelikli oldugu Türkiye için ayn bir önem taşıyan bu kitap, akademısyenler, siyaset yapıcılar ve konuya ilgi duyan tüm okurlar için bir başucu eser niteliğinde.
Döneminin tanınan gazeteci ve edebiyatçılarından Hikmet Şevki’nin 7 Nisan-10 Ekim 1928 tarihleri arasında Resimli Gazete’de tefrika edilen bu “unutulmuş” romanı, ilk kez Latin harfleriyle okurla buluşuyor.
Yakacık’taki Pembe Yuva’da annesi ve teyzesiyle huzur içinde yaşayan Füsun, ailesiyle ilgili bir sırrın ona anlatılmadığından şüphelenir. Mektuplar, gazete haberleri ve ortaya çıkan tanıklarla bu sırra dair bilgiler edindikçe aşk, ihanet ve suçlarla örülü bir geçmişle yüzleşmek zorunda kalacaktır...
Pembe Yuva, bir yandan Füsun’un büyüme hikâyesini diğer yandan da geçmişte işlenen ve üzerindeki sır perdesi aralanmamış bir cinayetin çözülme sürecini anlatan bir roman. Mekân çeşitliliği, yaşam tarzlarının sergilenişi gibi unsurlar da erken dönem Cumhuriyet tarihi araştırmacıları için önemli veriler sunmaktadır.
“Resimli Gazete’nin Türk edebiyatında iz bırakacak derin bir tahlil mahsulü olarak okurlara sunduğu ve alt başlığı 'Aşk ve His Romanı' olan Pembe Yuva, Füsun’un roman boyunca ‘saadet', 'ızdırap', 'talih' ve 'hayat'la ilgili görüşleriyle de dikkat çekici bir romandır. Çocukluğundan itibaren bir sırrı, ondan saklanan geçmişi aydınlatmaya çalışan Füsun, duygu dünyasının derinliğiyle de Türk edebiyatında incelenmesi gereken kadın karakterler arasındaki yerini alıyor.”
The church of Saint Euphemia in Sultanahmet was among the important centers of pilgrimage in the Byzantine capital.This book focuses on the life of the saint and history, architecture and frescoes of her church in Sultanahmet, along with the recent restoration and conservations works on the church and small finds from the site.
Azize Euphemia Kilisesi, Bizans döneminde kentin önemli hac merkezleri arasındadır.
Bu kitapta Euphemia’nın yaşam öyküsü, Sultanahmet’teki kilisenin tarihi, mimarisi, duvar resimler, yakın dönem restorasyon ve konservasyon çalışmaları ile küçük buluntuları ele alınmaktadır.
Her şey bir kuşun şarkı söylemeyi bırakmasıyla başladı. Diğer kuşlar da ona sessizlikte eşlik ettiler. Ve kediler miyavlamadı; köpekler havlamaz, kurtlar ulumaz, böcekler vızıldamaz oldu... Haklarında belgeseller çekilen penguenler yürümekten, inekler süt vermekten vazgeçti. Tüm dünyada, sanki bütün hayvanlar bir anlaşma yapmış gibiydi.
Portekizli illüstratör Eduarda Lima'nın ilk resimli çocuk kitabı olan Protesto, çevre duyarlılığı konusunda bir "sessiz çığlığı" duyuruyor bizlere. Klişelerden uzakta, gülümseten sonuyla daha da çok düşündürüyor…
Eduarda Lima, 2D animatör ve illüstratördür. University College of London’da mimarlık ve London College of Communication’da Motion-Design okumuştur. İlk resimli çocuk kitabı olan Protesto, 2020 yılında, Portekiz Ulusal İllüstrasyon Ödülleri'nde Özel Mansiyon Ödülü almıştır.
Osmanlı İmparatorluğu’nda Emek ve İktidar kitabında Can Nacar, 1872-1912 yılları arasında tütün işçilerinin çalışma deneyimlerine ve bu bağlamda işyeri yöneticileri ve devletle olan ilişkilerine odaklanmaktadır. On binlerce kişinin çalıştığı Osmanlı tütün endüstrisi, ele alınan dönemde imparatorluk çapında hızla büyürken tütün mağazaları ve fabrikaları birçok işçi eylemine sahne olmuştur. Emek ve İktidar bu eylemler ile ilgili detaylı bir analiz sunarak işçilerin daha iyi çalışma ve yaşam koşulları sağlamak için verdikleri çetin mücadeleyi ortaya koymaktadır.
Osmanlı İmparatorluğu’nda emek ve sermaye arasında değişen güç ilişkileri ve bu ilişkilerde devlet aktörlerinin oynadığı rol hakkında değerli bilgiler sunan bu kitap, Osmanlı ve İngiliz arşiv belgelerinin ve süreli yayınların da içinde olduğu birincil kaynaklara dayanmaktadır.
“Osmanlı İmparatorluğu’nda Emek ve İktidar, Osmanlı tütün işçilerinin işverenleriyle, devletle ve Osmanlı toplumunun geri kalanıyla olan dinamik ilişkilerini mercek altına alan son derece önemli ve orijinal bir çalışma. Can Nacar, Osmanlı işçilerinin duygularına, kaygılarına, umut ve öfkelerine çok nadir ve çok kıymetli bir pencere açıyor. Nacar’ın bu mükemmel incelemesi, Osmanlı sosyal tarihçiliğinin ulaştığı yeni aşamanın sevindirici bir örneği.”
Yiğit Akın
The Ohio State University
Çiğdem Maner ve Özlem Dengiz Uğur tarafından yayına hazırlanan kitap, Türkiye’de kültürel miras konusunda çalışanlar için yeni fikirlerin oluşması ve sürdürebilir kültürel miras eğitiminin desteklenmesi amacıyla, VEKAM tarafından 29-30 Nisan 2021 tarihlerinde gerçekleştirilen “Çocuklar için Kültürel Miras Çalışmaları Çalıştayı II: Öğretmen Odaklı Uygulamalar” adlı çalıştayda sunulan bildirileri içermektedir. Çalıştay özelinde; kültürel mirası çocuklara öğretme ve öğrenme konuları üzerine odaklanılmış; alanında yetkin akademisyen ve uzmanlar özgün çalışmalarını ve görüşlerini paylaşmışlardır. Kitap, çocuklara yönelik kültürel miras eğitimi çalışmaları yürütenler için yöntem açısından önemli bir başvuru kaynağı olacaktır.
2013 yılında düzenlenen 8. Uluslararası ANAMED Yıllık Sempozyumu “Konut Palimpsesti: Roma, Geç Antik, Bizans ve Erken İslam Dönemlerinde Yaşam Kalıplarını Yeniden Değerlendirmek”in İngilizce bildiri kitabı “The Palimpsest of the House: Re-assesing Roman, Late Antique, Byzantine, and Early Islamic Living Patterns” yayımlandı.
Yayındaki makaleler, Roma, Geç Antik Çağ, Bizans ve Erken İslam dönemlerinde Akdeniz ve çevresindeki konutlardaki gelişmelere, sürekliliklere ve değişikliklere odaklanıyor. Çeşitli bölgeler ve zaman dilimlerindeki evler arasındaki etkileşime de ışık tutan bildiriler, konutların mimari özellikleri, yerleşimi ve iç mekânları, inşa edenleri ve kullanıcılarını da araştırıyor.
5-6 Aralık 2019 tarihlerinde gerçekleşen 14. Uluslararası ANAMED Yıllık Sempozyumu, "Miras, Dünya Mirası ve Gelecek: Ölçek, Koruma ve Diyalog Üzerine Görüşler"in İngilizce bildiri kitabı “Heritage, World Heritage, and the Future: Perspectives on Scale, Conservation, and Dialogue” yayımlandı.
Bu yayını oluşturan makaleler –Dünya Mirası Sözleşmesi ve Türkiye'deki uygulamalar da dahil olmak üzere– arkeolojik ve doğal mirasın korunması, alan koruması ve koruma çalışmalarının finansmanı, arkeolojik araştırmalara yerel halkın katılımı ve arkeolojinin kamu gözündeki algısı gibi konuları araştırıyor. Kendi çalışmaları üzerine derinlemesine düşünmeyi ve eleştirel değerlendirmeyi sağlayarak belirli koşullarda neyin işe yarayıp neyin yaramadığına dair çalışmalarını da sunan yazarlar, aynı zamanda başarılı olmuş örnekleri ve sorunları da tartışmaktadırlar.
Çok önemli ancak az çalışılmış bir alana disiplinlerarası açıdan yeni bir bakış
Eski çağlardaki evlerin maddi kalıntıları ile günlük yaşama ilişkin metinsel kanıtlar, bu konutların mimari ve dekoratif özelliklerini ve özel mekânların kullanılma biçimlerini anlayabilmemiz için olmazsa olmaz niteliktedir. Antik evler, içlerinde hem özel hem de kamusal faaliyetlerin gerçekleştirilebildiği yapılar olarak, eski toplumların sosyal, iktisadi, siyasi ve dini yönlerine ayna tutar. Ne var ki, eski çağlar hakkındaki bilgimiz açısından taşıdıkları paha biçilmez öneme rağmen, konut yapıları genelde hâlâ yeterince ilgi görmeyen bir araştırma alanı olarak kalmıştır.
Bu derleme kitap, İstanbul’daki Koç Üniversitesi Anadolu Medeniyetleri Araştırma Merkezi’nde 2013 yılında düzenlenen 8. Uluslararası ANAMED Yıllık Sempozyumu’nda sunulmuş bildirilerden oluşuyor. Makaleler, Roma devri, Geç Antik, Bizans ve Erken İslam dönemlerinde Akdeniz çevresindeki özel konutlarda meydana gelen gelişmelere, sürekliliklere ve değişimlere odaklanıyor. Değişik bölgelere ve dönemlere ait evler arasındaki etkileşime ışık tutan kitap, özel konutların mimari özellikleri, yerleşim planları ve iç mekânları ile onları yaptıran ve kullanan insanları mercek altına alıyor.
Akademi, politika ve yöntemin kesiştiği noktada Türkiye’deki miras uygulamalarının incelenmesi
Bu kitapta yayımlanan makaleler, 2019 yılında İstanbul’daki Koç Üniversitesi Anadolu Medeniyetleri Araştırma Merkezi’nde (ANAMED) gerçekleştirilen 14. Uluslararası ANAMED Yıllık Sempozyumu’nda sunulan bildiriler arasında yer almaktadır. Arkeolojik ve doğal alanların korunmasıyla uğraşan arkeologları ve miras alanında çalışan farklı geçmişlere sahip uzmanları bir araya getiren sempozyum, Dünya Miras Alanları başta olmak üzere Türkiye’deki mirasın korunması ve geliştirilmesi konularına odaklanmıştı.
Kitaptaki makaleler —Dünya Mirası Sözleşmesi ve bunun Türkiye’deki uygulanma biçimi de dahil olacak şekilde— arkeolojik ve doğal mirasın korunması ve geleceğini, miras alanlarının korunmasının ekonomik yönünü, arkeolojik araştırmalar sırasında gerçekleştirilen toplumsal katılım projelerini ve toplumun arkeoloji algısı konularını ele almaktadır. Yürüttükleri çalışmaları derinlemesine irdeleyen ve değerlendiren yazarlar, belirli koşullar altında neyin işe yarayıp neyin yaramadığına dair daha net bir resim oluşturabilmek niyetiyle hem elde edilen başarıların hem de karşılaşılan sorunların bir tartışmasını ortaya koymaktadır.
Essays illuminate the lives of ordinary people who lived in the Ottoman era.
Drawing from centuries-old court records, The Other Faces of Empire traces the lives of “outstage” people in vast empire lands. Each essay in the collection tells the story of an ordinary person navigating the Ottoman Empire. On this journey, we meet colorful and quite extraordinary figures: Deli Şaban, “naughty and haramzade” with his unsuccessful suicide attempts; Divane Hamza, who harassed the people in the village of Evciler in Bursa; Mâryem of Konya, who killed her husbands and buried them in the floor of a room of her house; Alaeddin from Skopje, who was captured by pirates; Nicolò Algarotti, a Venetian broker; and many others.
The volume’s micro-historical perspective strengthens its place in historiography, and moreover, it updates the historical record by sharing the overlooked stories of “ordinary” people and recording their names in the Ottoman historical literature one by one.
Prof. Dr. Ayla Ödekan, disiplinler ve kültürler arası yaklaşımı ile Türkiye’de sanat tarihinin öncü akademisyenlerinden biri olmuştur. Farklı alanlarda üretmiş olduğu çok sayıdaki yayını ile çeşitli bilimsel ve kültürel faaliyetleri, Ödekan’ın bilime ve kültüre yaptığı katkıların ne denli önemli olduğunu göstermektedir. İstanbul Üniversitesi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi ve özellikle de İstanbul Teknik Üniversitesinde uzun yıllar görev yapmış olan Prof.Ödekan, çok sayıda öğrenci yetiştirmiş, sanat tarihi eğitimine önemli katkılarda bulunmuştur.
Koç Üniversitesi Çocuk (KÜ Çocuk) tarafından yayımlanan “Nehir Çocuk”, gerçekle hayal gücünü bir araya getirerek çevresel konular hakkında bilinçlenmeyi teşvik ediyor.
Abel, herkesin önünde gururla duyurur: “Ben büyüyünce nehir olacağım.” Çeşitli nedenler ortaya koyan arkadaşlarına göre bu söylediği bir saçmalıktır Abel'in, ayrıca imkânsız hayaller kurmak da yasaktır. Bütün bunlara karşın Abel, yine de iyimserliğini korur. Neden olmasın!
Bir nehir olsaydı, bacakları olmazdı belki ama her zamankinden daha hızlı koşardı, hatta kıtaları bir uçtan bir uca geçerdi. Bir nehir olsaydı, kimse olmazdı etrafında örneğin, yalnız kalırdı ama balıklar, yengeçler hatta denizkızları ona eşlik ederdi... Peki tekneler, insanlar çöpleriyle onun karnını doldururlarsa, o zaman ne yapardı?
Gerçekle hayal gücünü bir araya getiren Nehir Çocuk, çevresel konular hakkında bilinçlenmeyi teşvik ediyor; Cécile Elma Roger’ın yazdığı hikâye Ève Gentilhomme’un çizimleriyle birleşerek gerçek, hayal ve umut arasında bir köprü kuruyor.
Cécile Elma Roger, yayıncılık alanında eğitimini tamamladıktan sonra oyunculuk eğitimi almak için Paris'e yerleşti. 2019'da çocukların dünyasına adım attı ve ilk çocuk kitapları yayımlandı. Aynı zamanda oyuncu olan yazar, çocuklar için yazmaya devam ediyor ve çeşitli etkinliklerde okuma yapıyor.
Ève Gentilhomme, illüstratör ve grafik tasarımcı. Görsel iletişim, ardından güzel sanatlar ve son olarak sanat yönetmenliği üzerine eğitim aldıktan sonra çocuk kitaplarıyla tanıştı. 2018'den beri çocuk kitapları tasarlıyor ve resimliyor.
Üretim Otomasyonu
Koç Üniversitesi Yayınları
1949’da iktidarı ele geçiren Çin Komünist Partisi sınıfsal eşitlik sağlamak amacıyla iktisadi, kültürel ve siyasal sermayeyi hedef alan bir dizi kampanya başlattı ve 1949 devrimini takip eden onyıllarda, Çinli işçiler iş güvenceli kadrolu çalışma ve fabrikalarda meşru paydaşlık anlamına gelen bir “endüstriyel yurttaşlık” elde ettiler.
1990’ların ortalarından itibaren sürekli kadrolu çalışma sisteminden büyük ölçüde esnek, güvencesiz çalışmaya dayalı bir sisteme geçilmesiyle birlikte, Çin’de endüstriyel yurttaşlık radikal bir değişime uğradı.
Bu komünist projenin başarısızlığının sebeplerini anlamak için nüfusun yönetildiği temel mekân olan işyerindeki hiyerarşik yapılara odaklanan ve araştırmasını o dönemde fabrikalarda çalışmış kisilerle yaptığı görüşmelere dayandıran Joel Andreas, dünya çapındaki en uzun süreli endüstriyel yurttaşlık deneyiminin yükseliş ve düşüşünü kayıt altına alıyor. Bunun Çin Komünist Partisi açısından ne anlama geldiğini, işçiler arasında nasıl yankı bulduğunu, Maocu dönem boyunca ne yönde gelişim gösterdiğini ve 1990’lardaki yapısal reformun işçilerin yoğun muhalefetine rağmen hangi yollardan uygulandığını belgeleriyle ve tanıklıklarla ortaya koyuyor.
Haklarını Yitirenler, Çin’in yirminci yüzyılda giriştiği sosyalist deneylerin tarihine, mirasına ve geleceğine ilgi duyanların okuması gereken bir çalışma. Ayrıca, 2017’den bu yana faaliyette olan Koç Üniversitesi Asya Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi KUASIA (Koç University Center for Asian Studies) işbirliğiyle yayımlamaya başladığımız “Asya Çalışmaları” serisinin de ilk kitabı... “Asya Çalışmaları” serisi, alanın klasikleşmiş eserleri ile önemli güncel çalışmaları nitelikli çeviriler ile Türkçeye kazandırmanın yanı sıra, Türkçe ve İngilizce dillerindeki telif eserleri de okurlarla buluşturacak.
Joel Andreas, UCLA’de sosyoloji alanında doktora derecesi aldı. 2003’ten beri Johns Hopkins Üniversitesi'nde ders veriyor. Başlıca araştırma alanları siyasal çekişmeler, toplumsal eşitsizlik ve Çin'in günümüzde yaşadığı toplumsal değişim.
Hep kitaplar hakkında konuşuyoruz, biraz da "kitap"tan söz edelim mi?
Nedir gerçekten kitap? Neye benzer, ne yapar, ne eder? Ses çıkarır mı mesela, konuşur mu bizimle? Peki nereden gelmiştir?.. Murray McCain’in kaleme aldığı ve çizimlerin John Alcorn’a ait olduğu Kitap!, kitabın gerçekten de ne olduğunu ve içeriğinde neler yer aldığını bulmak üzere bu ve benzeri soruların peşine düşüyor.
Dışındaki cildinden kullanılan mürekkebine, içinde hangi karakterlerin ve nasıl sözcüklerin yer aldığından harflere ve noktalama işaretlerine dek bir kitap hakkında bilinmesi gereken her şey eğlenceli bir dille anlatılıyor. İlk olarak 1962'de yayımlanan ve kısa sürede çok sevilerek klasik çocuk kitapları arasında gösterilen Kitap!, hiçbir dijital teknik kullanılmadan, tamamen elle çizilip renklendirilmiş büyüleyici resimleri ve yaratıcı tipografisi ile tam bir görsel şölen aynı zamanda!
Bu önemli çalışma Şarkiyatçılığa şimdiye kadar yaklaşılmamış bir açıdan bakıyor: Edward Said ve diğer çağdaş düşünürlerin Batı’nın Doğu’ya yaklaşımını eleştiren görüşlerini ele alıyor ve Osmanlı-Türk aydınlarının onlardan çok daha önce, 19. yüzyıl sonlarından itibaren bu konudaki tespitlerini ortaya koyuyor. Avrupa Şark’ı Bilmez, Şarkiyatçılığa “Şark”ın kendisinin verdiği cevaplar konusundaki kaynak eksikliğini tamamlayan değerli bir kitap.Rashid KhalidiModern Arap Araştırmaları Edward Said ProfesörüColumbia Üniversitesi Tarih BölümüAvrupa Şark’ı Bilmez, Zeynep Çelik’in uzman bakışı ve bilgi birikimiyle bir araya getirilmiş, gelecek kuşaklara yol gösterecek bir giriş yazısıyla açılan çok önemli bir kitap. Çelik’in yapıtı geç dönem Osmanlıların ayakları yere basan, entelektüel, kozmopolit bir dünyasının olduğunu, hem “modernite projeleri”ne katıldıklarını hem de Avrupalı bilim insanlarının “Şark” konusundaki varsayımlarını keskin bir eleştirel gözle değerlendirdiklerini gösteriyor. Böylece 19. yüzyılın Şarkiyatçı kuramcılarına karşı çıktığı gibi, Şark’ın kuramsal kurtuluşunu Avrupa-Amerika entelektüel düşüncesinin evrenine yerleştiren bazı 21. yüzyıl düşünürlerinin görüşlerini de sarsıyor.Jerrilyn DoddsHarlequin Adair Dammann İslam Araştırmaları ProfesörüSarah Lawrence CollegeAvrupa Şark’ı Bilmez, öfkeli Osmanlı ve Türk aydınlarının Şarkiyat eleştirilerini bir araya getiriyor ve Zeynep Çelik kitap için seçtiği metinleri giriş yazısında ustaca tanıtıyor. Çelik’in çalışmaları, Osmanlı İmparatorluğu ve Ortadoğu’nun modernleşmesini anlamak için şart.Orhan PamukEdward Said’in çığır açıcı yapıtının Şarkiyatçılığı emperyalizmin anahtar tekniklerinden biri olarak tanımlamasından bu yana, yerel direnişin ifadelerini ele alan fazla çalışma yapılmadı. Zeynep Çelik’in kapsayıcı giriş yazısına eşlik eden alıntılar Şarkiyatçılık eleştirilerine ek olarak imparatorluk ve milliyetçilik düşlerini seslendiriyor. Bu metinler, geç dönem Osmanlı İmparatorluğu ve erken dönem Türkiye Cumhuriyeti’nde Batı’nın kültürel egemenliğine karşı entelektüel tartışmaların ne kadar zengin ve canlı olduğunu sergileyen büyüleyici bir okuma sunuyor. Avrupa Şark’ı Bilmez, Şarkiyatçılık çalışmalarına katkıda bulunacak ve bu alandaki araştırmacılar ve eğitimciler için önemli bir kaynak kitap olacak.Selim KuruYakın Doğu Dilleri ve Uygarlıkları Doçenti ve Bölüm BaşkanıWashington Üniversitesi
Kızıldeniz ticaret, hac ve fetih peşinde gidenler için ezelden beridir dünyanın en çok dümen tutulan mekânı olmuştur. Ne var ki bu çok boyutlu tarih, kahramanları tarafından açığa çıkarılmamıştır.
Fernand Braudel’in Akdeniz üzerine meşhur çalışmasından ilham alan Alexis Wick, Kızıldeniz:Kayıp Mekânın İzinde’de eşsiz bir tarihi aktörün özelliklerini ortaya koyuyor. Bu kayıp mekânı ele alırken ayrıca okuru Avrupamerkezciliğin kalbine yönlendirerek denizin eleştirel, kavramsal bir tarihini sunuyor.Kızıldeniz’in tarihyazımına dahil edilmesiyle yetinmeyerek, emperyal Avrupa hegemonyasından önce denizin ve dünyanın tahayyül edildiğini araştırıyor. Kızıldeniz’in modern tarih felsefesinin önemli bir unsuru olduğunu gösteren yazar, aynı zamanda tarih disiplini ve tarihçilik zanaatı üzerine serin bir sav öne sürüyor.
Alexis Wick, Koç Üniversitesi Tarih Bölümü’nde öğretim üyesidir.
Prof. Dr. Suraiya Faroqhi’nin on yedinci ve on sekizinci yüzyıl İstanbul’undaki mücadeleler, şenlikler ve felaketler üzerine yazdığı Türkçe makalelerden oluşan kitap. In this curation of her recent articles, Suraiya Faroqhi takes the reader to seventeenth- and eighteenth-century Istanbul, with occasional forays intoearlier and later periods. The city’s “ordinary” inhabitants take center stage. While epidemics and large-scale conflagrations might wreck lives overnight, the residents of Istanbul worked hard to keep alive and feed their families. From the foods eaten and the streets traversed, to the miseries endured because of recurring fires, Surviving Istanbul illustrates a city of immigrants, slaves, artisans, and rural dwellers supplying the urban markets, with all the struggles that living in (and around) the city entailed. However, this was a population of youngsters, who whenever possible were good at finding opportunities for fun and games, at public festivities or when taking a swim in a river emptying into the Bosporus. Using archival and narrative sources, especially the impressions of Evliya Çelebi (1611–about 1685), this book is a mosaic depicting what daily life may have looked like in pre-modern Istanbul.
Suraiya Faroqhi is a professor of history at Ibn Haldun University, Istanbul.
Ahlak Psikolojisi köklü bir geçmişe sahip olsa da, evrimsel yaklaşımlar nispeten kısa bir süre önce ortaya kondu ve son yirmi yılda bu alanda kuramsal ve yöntembilimsel birçok yenilik meydana geldi.
Türkiye’de ahlak psikolojisi alanında çalışan dört nesilden on beş yazarın makalelerini bir araya getiren Ahlakın “Yeni” Soyağacı, ahlak psikolojisini tarihsel bir perspektifte yerleştirirken, güncel kurumsal yakalşımların bir özetini sunuyor. Ahmlakın biyolojik ve kültürel belirleyicilerine dair çeşitli tartışmaların yürütüldüğü on iki bölümden oluşan çalışma, ahlaka dair bütünlüklü bir resme ulaşmak için hem çevresel hem de biyolojik etkenlere odaklanılması gerektiğini ortaya koyuyor.
İnsan ahlakının şekillenişini ve işlyeyişini siyaset, insan ilişkileri, karar verme süreçleri, iktisadi davranışlar ve hatta iklim krizi gibi farklı alanlardaki yansımaları açısından ele alan bu kapsamlı derleme, güncal çalışmaları ve tartışmaları başarıyla sunuyor.
“Kadın doğulmaz, kadın olunur”. Bu meşhur cümle, 1949 tarihli İkinci Cinsiyet‘in odak noktasını oluşturur. Simone de Beauvoir böylece cinsiyet meselesini doğanın alanından çıkarıp kültürün ve tarihin alanına yerleştirirken, bir anlamda toplumsal cinsiyet tartışmasını da erkenden başlatmış olur. Bunu yaparken hem varoluşçuluk, fenomenoloji ve yapısalcı antropoloji gibi kendi çağdaşı olan düşünceleri hem de Hegel ve Marx gibi felsefe klasiklerini cinsiyet düzleminde yeniden okur. Beauvoir’a göre kadın, kendine has bir durum tarafından, tarih boyunca farklı koşullar altında yeniden üretilen Başkalık durumu tarafından belirlenmiştir: Kadın ile erkek arasında eşitsizlik vardır, kadın ikinci cinsiyettir ve hem bireysel hem de toplumsal bakımdan ezilmiştir. Bu durumun temelinde yatan öncesiz sonrasız kadınlık efsanesi, ataerkilliğin başlıca unsurlarındandır. Ataerkillik sadece kadını değil, erkeği de bu çerçevede üretir ve belirler. Öyleyse kadın ile erkek arasındaki eşitsiz ilişki kadının veya erkeğin doğasından kaynaklanmaz. Kadın ve erkek, doğal veya biyolojik belirlenimlerden ziyade tarihsel ve kültürel birer kurgudur. Öte yandan kadının ezilmişliği diğer ezilenlerin durumundan farklıdır. Kadınlar, aralarındaki farkları aşan ve kapsayan kadınlık durumunun bilinciyle hareket etmezler. Öncesiz sonrasız kadınlık efsanesinin etkisi altında kadın içkinliğe hapsolmuş, adeta içkinlikle özdeşleşmiştir. Bu kavramsal çerçeveden hareketle Beauvoir, kadının özgürlüğü, ev içi emek, annelik, evlilik kurumu, kadın bedeninin tahakküm altına alınması gibi, feminist düşüncenin güncel meselelerine dokunan birçok konuyu tartışmaya açar. Son kertede kadın ve erkek kurgularının tarihin diyalektik hareketine tâbi olduğunu ve bu hareket içinde aşılıp yıkılacağını düşünür. Ama bunun olmazsa olmazı kadının etkili eylemidir. Kadının ve erkeğin özgürleşmesi Beauvoir düşüncesinde kadının dünyada eylemesiyle ve üretmesiyle mümkündür ancak. 1970’lerden beri Türkçe basımı bulunmayan İkinci Cinsiyet‘i yeni çevirisiyle Türkiyeli okura sunuyor, feminizm tartışmalarına katkıda bulunmasını diliyoruz.
Beynimiz, genetik olarak belirlenmiş, her şeyi değil bazı şeyleri öğrenebilen sabit bir yapı zannedilir. Bu yanlış anlayış bütün hayatımızı yönlendirerek kimilerini matematikten, kimilerini müzikten soğutur.
Stanford Üniversitesi’nde eğitim profesörü olan ve onlarca yıl inançların ve önyargının eğitim üzerindeki etkisini inceleyen Jo Boaler, modern nörobilim bulgularına ve eğitim alanında yapılmış onlarca çalışmaya dayanarak bu “sabit beyin” fikrini çürütüyor. Sınırsız Zihin’de, en güncel bilimsel bulgular ışığında, öğrenme potansiyelinin kilidini açmak için altı anahtar ortaya koyuyor; ve araştırmaları, en yüksek seviyelere ulaşanların herhangi bir beceriye yönelik genetik bir eğilim nedeniyle değil, kitapta ortaya koyduğu anahtarlar nedeniyle bunu yaptığını kanıtlıyor.
Beynimiz “sabit” değildir; değişim, büyüme, adaptasyon ve yenilenme yeteneğine sahiptir. Herhangi bir yaştaki herkes bir şey öğrenebilir.
“Jo Boaler bugün en yaratıcı ve yenilikçi eğitimcilerden biri. Sınırsız Zihin’de, en üst düzey beyin bilimini sınıftaki tecrübesiyle birleştiriyor ve her birimizin sınırsız potansiyele sahip olduğunu kanıtlamakla kalmıyor, aynı zamanda bunu nasıl başarabileceğimize dair stratejiler de sunuyor.”
-Lauren Powell Jobs
Jo Boaler, Stanford Graduate School of Education, Matematik Eğitimi bölümünde öğretim üyesidir.
Dimdik dur. Dallarını güneşe uzat. Bir ağaç ol! Hepimiz ağaçlar gibiyiz: Omurgamız, gövde; derimiz, kabuk; kalplerimiz ise öz odunu gibi bize güç verir ve bizi destekler. Ağaçlar da insanlar gibi sosyal varlıklardır. Bilgi yaymak için kendilerince “konuşurlar”; besinleri ve kaynakları paylaşırlar. Birbirlerine sığınak olur ve birbirlerini korurlar. Birlikte dayanışma ile daha güçlüdürler.
Bu muhteşem ve şiirsel anlatımda, yazar Maria Gianferrari ve çizer Felicita Sala, bizi doğanın en büyük yaratımlarından biri olan ağaçlara benzetiyor. Ağaçlar, daha iyi insanlar olmamız için bize ilham veriyor.
Orta yaşlarında orta boy bir yıldızın yörüngesine kapılmış gezegenlerin üçüncüsünde 3,3 milyar yıl önce filizlendik. Bin asır önce Rift Vadisi’ni terk edip dünyaya açıldık. Beslenme konusundaki esnekliğimiz, 16 milyar sinir hücresine ev sahipliği yapan görkemli neokorteksimiz ve doğayı dönüştürme konusundaki kabarık sicilimiz bizi memeliler arasında özel bir yere taşıdı. 100.000 yıldır etrafta kasıla kasıla yürüyor, 18. yüzyıldan beri kendimize bilge sıfatını yakıştırıyoruz. Bizler Homo sapiens’iz.
Nicholas P. Money, modern insana seslendiği manifestosunda bu tabloyu başaşağı ediyor. Batı bilimi ölümcül bir hataya dönüştükçe doğa dikiş yerlerinden sökülüyor. Görkemin yerini gösteriş aldıkça, Homo sapiens yerini Homo narcissus’a terk ediyor. Ben hissini veren şeyin “biz” olduğu unutuldukça Bencil Maymun kurtuluş umudunu yitiriyor. Bu karamsar hikâyenin ışıklarını söndürmeden önce insanlığın berbat ettiği şeye dürüstçe bakmaya ve hatasını kabullenmeye cesaret edenler için bir umut zerresi, bir ipucu da bırakıyor Money: Zarafet. Ancak ve ancak doğanın geri kalanına karşı göstereceğimiz nezaketle gelecek.
Nicholas P. Money, Miami Üniversitesi, Biyoloji Bölümü’nde öğretim üyesidir.
Hayvanların nasıl gördüklerine dair bilimsel gerçeklere dayanan, gerçeküstü bir dedektiflik hikâyesi… Kraliyet şenliği gecesi Kraliçenin balosu tüm hızıyla devam etmektedir. Aniden bir şimşek çakar, ardından da her şey karanlığa bürünür. Işıklar tekrar yandığındaysa cüretkâr bir soygun açığa çıkar. Biri Kraliçenin gölgesini çalmış! İyi ki kraliyet dedektifi Peygamberdevesi Karidesi konukları sorgulamak için oradadır. Bay Bukalemun, Kaptan Köpekbalığı, Mızrakbaşlı Yılan, Keçi, Yusufçuk, Dev Mürekkep Balığı, Doktor Güvercin ve iki genç denizkestanesi Romanof ile Ekino’yu teker teker sorgular. Her bir şüphelinin kendine has bakış açısı bulmacanın önemli bir parçasını oluşturur ve böylece sonunda gecenin olayları eksiksiz -ve beklenmedik olduğu kadar eğlenceli- bir şekilde ortaya çıkar. Bu yaratıcı ve sıra dışı kitapta, Cybèle Young esprili anlatımı ve çarpıcı çizimleriyle hem düşsel anlamda zengin hem de bilimsel gerçeklerle dolu bir dünya sunuyor.
Koç Üniversitesi Stavros Niarchos Vakfı Geç Antik Çağ ve Bizans Araştırmaları Merkezi’nin (GABAM) ilk kitabı Türkçe ve İngilizce iki ayrı cilt olarak yayımlandı. “Alakent Kilisesi.Myra’da Bir Bizans Yapısı (12. – 13. Yüzyıllar)” başlıklı kitap, 2010-2013 yılları arasında Antalya’nın Demre İlçesi’nde bulunan Myra Antik Kenti’nin Roma dönemi tiyatrosuna 250 metre uzaklıkta bulunan bir orta Bizans dönemi kilisesinin kazısından restorasyonuna kadar olan tüm aşamalarını ele alıyor.
Demre’nin Alakent Mahallesi'nde bulunan, varlığı arkeologlar ve sanat tarihçileri tarafından uzun süredir bilinmekte olan bu küçük Bizans kilisesi Myra Andriake Kazıları kapsamında yürütülen bir kazı çalışması sonucu gün ışığına çıkarıldı. Yapının yüzyıllar boyunca 5 metrelik alüvyon dolgunun altında kalmış olması, duvar resimlerinden çatı kiremitlerine, cephe süslemelerinden devşirme malzemelere kadar birçok öğeye yerinde ve iyi durumda korunmuş olarak ulaşılmasını sağladı.
Editörlüğünü GABAM Direktörü ve Koç Üniversitesi Arkeoloji ve Sanat Tarihi Bölümü öğretim üyesi Engin Akyürek’in yaptığı kitapta, Myra Andriake Kazıları başkanı Nevzat Çevik’in “Kazının Öyküsü”, Engin Akyürek’in “Myra: Likya’nın Metropolisi”, “Alakent Kilisesi: Konumu ve Mimarisi” ve “Değerlendirme”, Ayça Tiryaki’nin “Mimari Plastik”, Nilay Çorağan’ın “Duvar Resimleri”, Özgü Çömezoğlu Uzbek’in “Seramik Buluntular” ve “Mezarlar”, Hüseyin Sami Öztürk ile Christof Schuler’in “Yazıtlar” ve Sebahattin Küçük’ün “Koruma Çalışmaları” başlıklı yazıları yer alıyor.
Son otuz yıl zarfında Çin’in ekonomisi hızla büyüdü ama kent merkezlerinin çevre niteliği ağır sanayi üretimi ve kömür tüketimi nedeniyle bir o kadar çarpıcı biçimde azaldı. Çin bugün dünyada en çok sera gazı üreten ülke konumunda ve dünyadaki en kirli şehirlerin çoğu Çin’de.
Pekin’de Mavi Bir Gökyüzü, Çin’deki kentsel gelişmenin yerel ve küresel düzeydeki çevre sorunlarını nasıl etkilediğini ele alıyor. Ülkedeki yurttaşların, ailelerin ve devletin günlük gidişata bağlı olarak yaptığı tercihlere odaklanan Matthew Kahn ve Siqi Zheng, Çin’in şehirlerinde yaşayan insanların günden güne daha temiz yaşama koşulları talep etmesini inceliyor ve sürdürülebilir kentsel büyüme açısından Çin’in hangi yolda olduğunu değerlendirmeye açıyor.
Kahn ve Zheng, Çin’deki şehirlerin durumuna gerek üst ve orta sınıfın gerekse yoksulların gözünden bakıyor. Şehirlerde yaşayan ebeveynler çocuklarını çevresel risklerden korumayı arzuluyor ve orta sınıfın daha iyi hayat koşulları talebi, devlet yetkilileri üzerinde daha çevreci politikalara dönük olarak baskı doğuruyor. Amerikan şehirlerinin tarihsel evrimini bir karşılaştırma aracı olarak kullanan yazarlar, önümüzdeki yıllarda Çin’in çevresel ilerleme konusunda ne gibi süreçlerden geçebileceğine dair öngörülerde de bulunuyor. Çin’in şehirlerindeki yakıcı ekonomi ve çevre meselelerine eğilen Pekin’de Mavi Bir Gökyüzü, daha temiz bir Çin’in sosyal açıdan hem ülkenin kendisi hem de dünya için daha fazla istikrar sağlayacağını ortaya koyuyor.
Masallar şehri Timbuktu yüzyıllar boyunca Batılıların “kara kıta” Afrika ile ilgili fantezilerinin odak noktası oldu. 18. yüzyılın sonlarından itibaren, bir yeryüzü cenneti olduğu düşünülen bu “uzak” diyarı ve hazinelerini “keşfetme” hummasına yakalanmış bir dizi Avrupalı kâşif şehre ulaşmak için seferlere çıktı. Fakat üst üste bir sürü keşif seferi saldırılar, çetin iklim şartları ve hastalıklar yüzünden başarısızlığa uğradı.
“Keşif” sonunda gerçekleşti ve Timbuktu’nun gerçekten de hazineleri olduğu görüldü: Şehir ortaçağda bir ilim merkeziydi ve kütüphaneleri dinden şiire, hukuktan tarihe, farmakolojiden astronomiye kadar sayısız konuda on binlerce elyazmasıyla doluydu.
Charlie English, kapsamlı bir araştırmaya ve birebir görüşmelere dayanan sürükleyici kitabında bu iki yüz yıllık “keşif” hikâyesini çok daha yakın tarihli bir başka olayla iç içe anlatıyor: 2012 yılında el-Kaide bağlantılı cihatçıların Mali’ye girişi ve gözükara bir kütüphaneciler ve arşivciler grubunun yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalan binlerce paha biçilmez elyazmasını usul usul Timbuktu’dan kaçırışı.
“Olağanüstü bir incelik ve ustalıkla icra edilmiş bir tür postmodern tarihçilik.”
Kalabalık insan topluluklarının kısıtlı alanlarda bir arada yaşamasını mümkün kılan hizmetler nedir diye sorsak, “su tesisatı”ndan mutlaka söz etmemiz gerekir. Oysa temiz suyu evlerimize kadar ulaştırıp atıklarımızı tahliye eden sistemin modern yaşam için taşıdığı anlam genellikle gözardı edilir.
MÖ 3000’de Harappalılar’ın inşa ettiği ilk su tesisatı sisteminden başlayıp Roma hamamlarına, Ortaçağ manastırlarına, saraylardaki tuvalet âdetlerinden kanalizasyon sisteminin var olmadığı Londra’nın zor zamanlarına uzanan ilginç örneklerle su tesisatının tarihini özetleyen W. Hodding Carter, günümüzde uygulanan yöntemleri, arıtma ve dönüştürme konusundaki araştırmaları, geliştirilen yeni ürünleri ve geleceğin muhtemel teknolojilerini renkli bir anlatımla okura sunuyor.
Su tesisatı konusuna duyduğu ilgiden yola çıkan Carter’ın şahsi deneyimlerini ve gözlemlerini tarihsel bilgilerle harmanlayarak, temiz su, tuvalet ve çevre için güvenli kanalizasyon sistemlerinin insanlık için yarattığı farkı ortaya koyduğu Sifon, su tesisatı ve atık konusuna başka bir gözle bakmanızı sağlayacak ilginç ve öğretici bir çalışma.
Küçük Saime’nin önce annesini, ardından ninesini kaybetmesiyle düştüğü derin üzüntü, babası Sadık Bey’i yeni bir evlilik yapmaya sevk eder. Saime’nin müstakbel üvey annesi Binnaz Hanım’ın geçmişinin anlatılmaya başlanması yer yer dramatik, yer yer komik yeni hikâyeleri beraberinde getirir.
Saime, Osmanlı toplumundaki aile ve mahalle yaşantısına, evlilik ve ölüm ritüellerine dair canlı ve çarpıcı sahnelerin, giyim kuşam ve modayla ilgili ayrıntılı betimlemelerin yer aldığı, yazıldığı dönemi yansıtan “gerçekçi” bir roman.
Türk edebiyatının en önemli yazarlarından Recaizade Mahmut Ekrem’in 1898 yılında İkdam gazetesinde tefrika edilirken sansür nedeniyle yarım kalan romanı Saime, yazarın attığı düğümler, metne serptiği ipuçlarıyla tamamlanmamış bir lezzet bırakıyor okurun damağında.
Üzerine yazı yazabilir, çizebilir, baskı yapabiliriz; onu yırtabilir, buruşturabilir ya da katlayabiliriz. Kâğıt büyülü bir cisim ve başka hiçbir şey modern dünyanın gelişimine onun kadar katkı sağlamadı, hatta insanı bu denli değiştirmedi. Kutsal kitaplardan iskambil kâğıdına, banknottan gazeteye, tuvalet kâğıdından hisse senedine, boş sayfalardan başyapıtlara her alanda, her sınıfın, her an hayatında. Beyaz Büyü’de Lothar Müller, Çin’de doğan kâğıdın Mısır’dan Avrupa’ya nasıl geldiğini ve nasıl modern medeniyetin hammaddesine dönüştüğünü anlatıyor. Edebiyata hem şekil veren hem de esin kaynağı olan bu büyülü cismin, beyaz bir sayfaya dönüşene kadar geçtiği yolda kâğıt fabrikatörlerinden paçavra toplayıcılarına, mucitlerden edebiyatçılara, roman kahramanlarından devlet adamlarına dokunduğu insanlarla yeniden tanıştırıyor bizleri.
Edebiyat eleştirmeni ve gazeteci Lothar Müller, Süddeutsche Zeitung’un kültür eklerinin yazı işleri müdürü. Aynı zamanda Berlin’deki Humboldt Üniversitesi’nde onursal profesör.
Henry Marsh, yaşamını ölüm-kalım aşamasındaki hastaları kurtarmaya adamış bir beyin cerrahı. Kimi zaman kendini bir kahraman gibi hissederken kimi zaman da ailelere acı haberi veren kişi olmak zorunda kalmış. Her şeye rağmen mesleğini seven bir doktor olarak beyin cerrahisine katkıda bulunmak için elinden gelenin en iyisini yapmış. İngiltere’de emekli olmasına karşın Nepal’de ve Ukrayna’da hastalara şifa dağıtma çabasını sürdüren Marsh’ın kırk yıllık meslek yaşamına ilişkin muhasebesi niteliğindeki Kabuller: Bir Beyin Cerrahının Sınır Tanımayan Hikâyesi hayatın bütününe ve ölüme dair zihin açıcı bir kitap. Londra’daki hastanede tedavi ettiği hastalarıyla ilişkilerinden, yurtdışında karşılaştığı zorlu koşullarda insanlara yardım eli uzatma çabasından, yaşamını anlamlı kılmak için seçtiği başka uğraşlardan söz eden Marsh, bir cerrah olarak ikilemlerini, zaman zaman da çaresizliğini dürüstçe dile getiriyor. Tıp eğitimi aldığı dönemi, genç bir cerrahken yaşadığı önemli deneyimleri, mesleğinin en güç yönlerini, hastalarının yaşamını uzatmak için ortaya koyduğu çabayı anlatırken değindiği noktalar yaşamın ne kadar değerli olduğunu derinden hissettiriyor.
“Tefrika Dizisi”nden, bir dönemin çok okunan yazarı Ercüment Ekrem’in renkli romanı…
Şevketmeap’ta Ercüment Ekrem yan hikâyelerle beslenen bir aşk, kıskançlık ve ihanet hikâyesini bazen komik bazen dramatik unsurlarla ustaca kurguluyor.
Öte yandan roman, Cumhuriyet’in ilk yıllarından yakın geçmişe belirli bir siyasal tutumu yansıtırken, yazarın kıvrak diliyle dönemin toplumsal ve kültürel hayatının capcanlı bir resmini sunuyor.
Latin harflerine aktarılmış orijinal metniyle sadeleştirilmiş metin bir arada.
Psikopati nedir, ne değildir? Ahlakın Dışındakiler bu soruya psikopatların neden yoksun olduklarını sorarak yaklaşıyor. Her bir bölümde, farklı yazarlar, belirli ahlaki bozuklukları ve eksiklikleri ele alarak insanların ahlaki yargılara varabilmek için hangi yetilere ihtiyaçları olduğunu bulmaya çalışıyor.
Kitap temel bir varsayımdan hareket ediyor: Psikopati, kimi filozofların iddia ettiği gibi tek bir eksiklikten değil, bir dizi yetinin yokluğundan kaynaklanır. Bu bağlamda, ahlaki psikolojinin üzerinde durduğu ahlaki güdülenim, ahlaki duygular ve ahlaki karakter gibi meseleler ele alınıyor; psikopatik davranışların ahlaki sorumluluk, ahlaki suçun gerekçelendirmesi ve tehlikeli görülen insanlara karşı toplumun ve adaletin tepkileri gibi sosyal yönleri inceleniyor.
Ahlaki felsefedeki tartışmalarla psikiyatrik psikopati nosyonunu bir araya getiren çalışma, “ahlaki bakış açısının” ve ahlakiliğin normatif yönünün daha iyi anlaşılmasına katkıda bulunmayı amaçlıyor. Yazarlar, psikopatiyi inceleyen her disiplinden uzmanların ampirik çalışmalarına katkıda bulunacak kavramsal bir çerçeve kuruyor.
Osmanlılar ve Afrika Talanı, Osmanlı İmparatorluğu’nun emperyalizm çağındaki yayılmacılık gayretlerini ele alan ilk çalışma. Okuru II. Abdülhamid’in iktidarının ikinci yarısında İstanbul’dan Berlin’e, doğu Sahra’ya, Çad Gölü havzasına, Hicaz’a ve sonra yeniden İstanbul’a götüren kitap, Osmanlıların giriştiği “yeni” türden bir rekabetçi emperyalizm denemesine ve bu stratejinin kıtalar arası sonuçlarına eğiliyor.
Mostafa Minawi, daha önce kullanılmamış arşiv kaynaklarına dayanarak, Osmanlıların Berlin Konferansı’na (1884-85) ve Afrika’da cereyan eden şiddetli sömürge kapma yarışına katılımının, bir zamanların kudretli dünya imparatorluğunun kendi kendisini yeniden icat etme çabasının bir parçası olduğunu gösteriyor. Bunu yaparken 19. yüzyıl sömürgeciliğinin parametrelerini Osmanlı İmparatorluğu’nu da içerecek şekilde yeniden tanımlayan Minawi, Avrupa güçlerinin değişimin küresel sahnedeki tek faili olduğu ve Şark Meselesi’ne çözüm aramakla sadece onların ilgilendiği algısına karşı çıkıyor.
Padişahın emriyle çeşitli defalar Libya’ya ve Hicaz’a görev yolculukları yapmış bir Osmanlı paşasının, Sadik al-Mouayad Azmzade’nin seyahat günlüklerinin de ışık tuttuğu bu heyecan verici kitapta, bugüne kadar üzerine çok az şey yazılmış bir Osmanlı projesinin, Hicaz Telgraf Hattı’nın hikâyesini de öğreniyoruz.
“Osmanlı tarihinin bugüne kadar bilinmeyen taraflarına, 20. yüzyıl başında imparatorluğun ücra bölgelerinin bakış açısından görünenlere ışık tutan iddialı bir kitap.”
Hasan Kayalı, California Üniversitesi, San Diego
1243’teki Moğol fethinin ardından Anadolu’da İslami mimari alanında yaşanan gelişmeleri ele alan Moğol Fethinden Sonra Anadolu’nun Yeniden İnşası, bu dönemde gerçekleşen karmaşık yönetim değişimlerinin, nüfus hareketlerinin ve kültürel dönüşümlerin mimariyi ne yönde etkilediğini ortaya koyuyor.
Bu dönemde inşa edilen anıtlar birçok amaca hizmet etmiştir: Camiler ibadet ve toplanma yeridir, medreseler İslam hukuku ve ilahiyat eğitimi merkezleridir, kervansaraylar tüccarlar ile seyyahlar açısından ticaret yollarını güvenli hale getirmiştir. Anıtlara ilişkin ayrıntılı gözlemler yapan Patricia Blessing’in çalışması, mimariyi çok katmanlı bir yaklaşımla ele alıyor. Anıtlarda bulunan Arapça, Farsça ve Türkçe yazılı kaynaklardan ve tarihsel fotoğraflardan faydalanan Blessing, bu sınır bölgesinin karmaşıklığını yansıtan Ortaçağ Anadolu’su İslami mimarisinin bir resmini çiziyor.
Yeni banilerin ortaya çıktığı, zanaatkârların komşu bölgelere göç ettiği ve yerel malzemelerin belirli bölgelerin simgesi niteliğindeki tasarımları dönüştürdüğü dönemi taze bir bakış açısıyla ele alan Moğol Fethinden Sonra Anadolu’nun Yeniden İnşası, mimari, tarih ve dinin iç içe geçen anlatımlarından beslenerek, Ortaçağ Ortadoğu’sunun karmaşık yerel, bölgesel ve bölgelerarası sınır kültürü hakkında kapsamlı bir yaklaşım sunuyor.
Mekân ve Millet, Türkiye ile Yunanistan’ın birlikte örülmüş tarihleri üzerine disiplinlerarası bir diyalog kurma girişimi. Yunan ve Türk akademisyenler, coğrafyayı ve milliyetçiliği, dini ve seküler, etnik ve anayasal ilkelerin sürekli gerilim halinde olduğu Yunanistan ve Türkiye bağlamında ele alıyor.
Kitabın ilk kısmı, mekânla ilişkili ulus ve modernlik öncesi anlamlandırmalar ile modernleşmecilerle ulus-devlet kurucularının projeleri arasındaki çelişkilerin araştırıldığı makalelerden oluşuyor. Kıbrıs’la ilgili makalelerden oluşan ikinci kısımda, kitap boyunca aydınlatılmaya çalışılan bazı sorunların adada yarım yüzyılı aşkın bir süredir yaşanmakta olduğu ortaya konuyor. Daha geniş bir coğrafyanın ele alındığı üçüncü kısımdaysa yazarlar, Trakya, İzmir, Antakya ve İstanbul’a ilişkin anlatıları ele alıyor ve bu bölge ve şehirlerin sakinlerinin mekâna ve toplumsal ilişkilerin somutluğuna kök salmış hayatlarını tasvir ediyor.“Sosyal bilimciler ve tarihçiler için, bölgesel birer ulus-devlet olarak Yunanistan ve Türkiye’nin sorunlu ve birbirinden ayrı düşünülemeyecek tarihlerinden daha bereketli bir araştırma sahası bulmak güçtür… Makalelerin tazeliği ve derinliği, kitabı bu sahaya katkısı ve etkisi açısından dikkate değer hale getiriyor.”
-Edhem Eldem
İstanbul’un yeraltı dünyasına delilerle yapılan bir yolculuk… Şadan’la Kalender Nuri’nin “Bu iş karakolda biter” dedirten maceraları…
Bu tuhaf ikili bir yandan entrikalarını kurarlarken bir yandan da deli kimdir, akıllı kimdir, dâhilikle deliliği ayıran çizgi nedir gibi soruların yanıtlarını arıyorlar.
Ahlaki değerlerin sorgulandığı Ben Deli miyim?, Son Telgraf gazetesinde tefrika edilirken ahlaka aykırı bulunarak davalık oldu.
Bir teknoloji düşünün, öncekilere hiç benzemiyor. Bu teknolojiyi kullanarak mantarlardan insanlara, her türlü canlı varlığın genetik kodunu istediğiniz biçimde değiştirebiliyorsunuz. Artık evrimsel mekanizmaların devreye girmesini beklemenize gerek yok; saatler içinde ölümcül genetik hastalıkları iyileştirebiliyor, domuzları insanların hizmetine girecek organ fabrikalarına dönüştürebiliyor, bitkilere ve hayvanlara hayal edebileceğiniz her türlü özelliği kazandırabiliyorsunuz. Tabii insanlara da… Üstelik bunu inanılmaz bir kesinlik, kolaylık ve etkinlikle yapıyorsunuz.
Yaratılıştaki Çatlak, biyoloji tarihinin dönüm noktası niteliğindeki bu teknolojiyi, yani CRISPR-Cas9 Gen Düzenleme yöntemini, kâşfi Jennifer A. Doudna’nın ağzından aktarıyor. Biyokimya alanının öncü isimlerinden Doudna’yı bu biyoteknolojiye taşıyan upuzun, dolambaçlı ve zahmetli yol aynı zamanda bilimde yeni bilgilere ulaşmanın ancak kolektif çalışma ve dayanışmayla mümkün olduğunu gösteren göz kamaştırıcı bir hikâye.
Jennifer A. Doudna, CRISPR’ın sadece hastalıklara değil, iklim değişikliği, çevresel yıkımlar, gıda güvenliği gibi sorunlara da çare olabileceğini, ancak bu işe bilimciler, şirketler, hükümetler ve halkların birlikte soyunması gerektiğini savunuyor. Yaratılıştaki Çatlak işte tam bu saikle, CRISPR’ı halka anlatmak için kaleme alınmış. Doudna’ya göre insanlık tarihini geri dönülmez biçimde değiştirebilecek güçteki CRISPR’la ilgili tartışmaya dahil olmak hepimizin sorumluluğu. Ancak Doudna “İş, açık fikirli olmakla başlıyor” diyor. Peki, biyolojinin sınırlarını zorlarken mevcut ahlaki, hukuki ve siyasi sınırları da yoklayacak olan CRISPR’ı hakkıyla değerlendirebilecek kadar açık fikirli olabilecek miyiz? Yaşayıp göreceğiz…
Birinci sınıfa başladığınız gün gözünüzün önüne geliyor mu? Öğretmeninizin yüzü, sesi, tahtadaki yazısı aklınızda canlanıyor mu? Peki, ailenizle yediğiniz son bayram yemeği neredeydi, hangi tarihteydi? Sofrada kimler vardı? Konuşulanları, yenen yemeği hatırlıyor musunuz? İşte tüm bu soruları bizim adımıza otobiyografik belleğimiz cevaplar. Bizi biz yapan bu parçamıza odaklanan Hayatı Hatırlamak, otobiyografik bellek kavramını araştırma yöntemleri, hatırlama ve unutma, anıların yaşam boyu dağılımı, dil ve kültür, istemsiz hatırlama, imgelem perspektifi, zamanda zihinsel yolculuk, anıları zihinde canlandırma, bağlanma ve hatırlama ilişkisi, otobiyografik bellek ve psikopatoloji, kişisel ve toplumsal bellek gibi yönlerden ele alıyor. Bir yandan eksiksiz bir kavramsal çerçeve kurmayı bir yandan da gelecekteki bellek çalışmalarına zemin hazırlamayı amaçlayan Hayatı Hatırlamak, psikoloji, psikiyatri ve nörobilim alanlarıyla ilgilenenler, özellikle de bellek üzerine çalışmalar yürütmek isteyenler için bir temel kaynak özelliği taşıyor.
“Gençliğin kahrolasıca bir hasedi yüzünden” Prenses Sadberk Hanım’ın konağına kapatılan megaloman genç çapkın Arif Münir, bile isteye düştüğü bu tuzaktan kurtulup gerçek aşka kavuşabilecek mi? Etrafını çeviren kırk belayı türlü taklalar atarak savuşturmaya çalışırken rastlantılar hangi sırların ortaya çıkmasını sağlayacak? Yazarının hayatı gibi maceralarla örülmüş Kırk Bela; romancı, çevirmen, senarist, oyuncu ve yönetmen Vedat Örfi Bengü’nün bilinmeyen, gazete sayfalarında kalmış bir romanı. Bir yandan aşk, entrika, tesadüf, gizem gibi popüler edebiyatta sıklıkla başvurulan tema ve yöntemlerle kurulan Kırk Bela, diğer yandan Vedat Örfi’nin sinematografik anlatı biçimiyle adalet, eşitlik, zenginlik, fakirlik gibi toplumsal normları da sorguluyor.1925 yılında Son Saat’te tefrika edilen Kırk Bela yeniden okur karşısında!
19. yüzyıldan itibaren hızla küreselleşen dünya için zaman çok şey ifade ediyordu. İlerlemeyle eşzamanlı adım atmak, zamanın modern şekilde yönetilmesini ve düzenlenmesini gerektiriyordu. Rasyonel ve verimli zaman kavramı, devletleri ve idarecileri de etkisi altına aldı. Trenlerin ve telgrafların, programların ve çizelgelerin rasyonel zamanının ince ayarlarını yapmak, bunların idaresini elverişli hale getirmek, ulusal sınırların üstüne teknokratik bir zaman ağı atmaya hevesli ulus devletlerin temel uğraşlarından biri oldu. Ancak ulusal zamanların rasyonel ve verimli olabilmesi, diğer ulusal zamanlarla bütünleştirilmelerine bağlıydı.
Zamanın Küresel Dönüşümü, küresel zaman reformunun tarihini ele alıyor. Hikâye, ortalama zamanların Fransa ve Almanya’da ulus genelinde uygulanmasıyla başlıyor, ardından Britanya’ya uzanıyor. Avrupa ve Kuzey Amerika’da ülkeler genelinde yayılan ortalama zamanların belgelenmesinden sonra, sömürge ve sömürge karşıtı bir örnek olarak Britanya Hindistanı’nı ele alıyor. Batılı ve sömürge olmayan geç Osmanlı vilayeti Beyrut’ta Arap entelektüeller ve reformcuların zaman yönetimi üzerine tartışmalarına değiniyor. Doğu Akdeniz’deki Müslüman âlimlerin bakış açısını da sergiledikten sonra Milletler Cemiyeti’nin ve dünya genelinde yeniden düzenlenmiş bir dizi takvimi savunan pek çok bireyin ve hareketin incelenmesiyle sonlanıyor.
Biziz, Halk! politik ve ekonomik tahakküm altındaki halkların kamusal alanlarda toplanmasının ne anlama geldiğini, nasıl bir işlev gördüğünü soruşturuyor. Bu toplanmaları çoğul performatif eylemler olarak alan Judith Butler, performatiflik kuramını genişleterek, prekaryalığın şimdilerde sık sık yaşanan halk hareketlerinde temel bir motif olduğunu belirtiyor.
Butler, belli nüfusların toplumsal ve ekonomik destek ağlarından uzak kaldıkları ve yaralanma, şiddet ve ölüme daha yakın düştükleri, siyasi nedenlerden kaynaklanan koşullara karşılık gelen prekaryalığı devindirici güç olarak alan gösterilerin nesnesinin bedenler olduğunu belirtiyor. Buna göre, kitle gösterileri prekaryalığın kolektif bir reddidir. Dahası, bedenlerin sokaklarda, meydanlarda ya da diğer kamusal alanlarda toplanması, arz-ı endam etme hakkının kullanılmasıdır; bu, daha yaşanabilir hayatlar için bedensel bir taleptir.
Kamusal toplanmanın dışavurumcu ya da göstergesel biçimlerini anlamaya çalışan, ama aynı zamanda neyin “kamusal”, kimin “halk”tan sayılabileceğini sorgulayan Biziz, Halk!, toplanma özgürlüğünün de, tıpkı konuşma özgürlüğü gibi bir “ifade özgürlüğü” olduğunu ortaya koyuyor. Bu toplanmalarda prekaryalığın nasıl eyleme döküldüğünü ve prekaryalığa nasıl karşı çıkıldığını tartışan Butler, baskı ve zorlama altındaki bedenlerin bir araya geldiği bir toplaşmanın kendisinin sebat ve direnişi ima ettiğini söylerken zorlukların barındırdığı umudu yansıtmayı başarıyor.
Judith Butler, California Üniversitesi (Berkeley) Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü’nde ve Eleştirel Teori Programı’nda ders veriyor.
Kasım 2008'de Koç Üniversitesi'nin düzenlediği Türkiye'de Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları Konferansı'nda sunulan çalışmaların bir kısmını ve konferansta sunulmamış diğer bazı çalışmaları içeriyor.Makalelerde toplumsal cinsiyet sorunsalı hukuktan felsefeye, sosyolojiden ekonomiye, farklı disiplinlerin bakış açılarıyla inceleniyor.
Toplumsal cinsiyetin çok boyutluluğunu gözler önüne seren bu çalışmaların ortak amacı, genelgeçer zanlara yönelik eleştirel yaklaşımların önemi konusunda farkındalık yaratmak ve toplumsal cinsiyet ayrımcılığının yol açtığı problemlere yönelik çözümler geliştirmektir.
Kaybolunca nereye gittiğimiz hakkında herkes farklı bir şey söylüyor. Dünyada her şey zaman içinde ortaya çıkar ve yok olur. Fakat bir taş, kuma dönüştüğünde gerçekten yok olur mu? Ya da ortadan yok olan çoraplar gerçekten kaybolur mu? Ve en önemlisi, insanlar gerçekten yok olurlar mı?
Kaybolunca nereye gideriz? Bu kitap, asırlık soruyu cevaplamanıza yardımcı olacak birçok fikir içeriyor.
Böceklerin gezegeni değişiyor. Ekosistemin dengesi son yüzyılda, daha önce insanlık tarihinde görülmemiş bir hızda bozuluyor.
Yeryüzünün tatlı su kaynaklarını giderek daha fazla tüketiyoruz. O kadar fazla plastik üretip attık ki, gelecek kuşaklar bunlara tortullarda rastlayacak. Her yıl büyük miktarda kimyasalı doğaya bırakıyoruz. Bilinçli ya da bilinçsiz, türleri yerlerinden ediyoruz.
Tüm bunlar böcekleri de etkiliyor. Ve böcekleri etkileyen her şey bizi de etkiliyor. Böcek türlerinin sayısındaki azalma ya da böceklerin yok olması ekosistemde sudaki halkalar gibi bir etkiyle çok büyük sonuçlara yol açacaktır.
Neyse ki, tüm böcekleri yok edebilmeyi asla beceremeyiz. Ama bu küçük dostlarımızı yakından tanımamız ve onlara daha fazla özen göstermemizde fayda var. Yeryüzünde 479 milyon yıldır bulunmalarına rağmen şimdilerde başları dertte.
Anne Sverdrup-Thygeson, Norveç Yaşam Bilimleri Üniversitesi (NMBU) koruma biyolojisi profesörü, aynı zamanda Norveç Doğa Araştırmaları Enstitüsü’nde (NINA) bilim danışmanıdır.
Internet Explorer tarayıcısının 9.0 ve daha eski sürümlerini desteklememekteyiz. Web sitemizi doğru görüntüleyebilmek için tarayıcınızı güncelleyebilirsiniz, güncelleyemiyorsanız başka bir tarayıcıyı ücretsiz yükleyebilirsiniz.