Efsanevi aşklar böyle meydana gelir; bela zamanlarında, zorluk ve hatta kıtlık zamanlarında, bu aşkların hikâyesi yıllar yıllar sonra bile Şam’da anlatılır. Bunlar uzaktan şekillenen aşklardır, yakından değil. Kavuşmak için gün sayılan aşklardır. Aşkın bu unutulmuşluğunda, âşık dayanmak için yâre daha çok ihtiyaç duyar, olmayan yâre, etrafında olmayan ve boşluğu doldurulamayan yâre ve bütün bunlara rağmen varlığı o kadar azizdir ki. Ama yâr olmayınca, aşk nasıl böylesine korunur.Bu, yârin yokluğunda, aşkı devam ettiren bir hikâyedir. Şehit General Ahmet Yusufî’nin eşi, Bayan Fahru’s-sadat Musevî ile 2017 yılının kışında başlayan bir röportajdır. Çok iyi hatırlıyorum yer karla kaplıydı, trenden indiğimde vagonun kapılarından dışarı buharlar hücum ediyordu. Hava güneşliydi ve gökyüzü mavi her şey mutlu ve tertemiz görünüyordu.Sonbahar geldi, otuz saatlik bir röportajın ve bu dört yıl boyunca en az yirmi sefer Zencan’a yapılan yolculuğun mahsulüdür. Bütün oturumlarda Bayan Musevî gözyaşı döküyordu. Her oturumda, artık bir sonraki oturumda gözyaşları dinecek diyordum, ama olmadı.
İran islam Cumhuriyeti’nin İslam devriminden sonra teknolojik gelişmelerinin kısaca anlatıldığı küçük hacimli bir çalışma.
Mahmut yüzüğün parıldayan taşına baktı ve çok beğendiğini göstererek: “Ne kadar zevkliymişsin anne. Bunu ne zaman satın aldın?”
Annesi başını öne eğdi ve cevap verdi: “Yirmi yıl önce”
“Yirmi yıl önce mi?”
“Evet, sen dünyaya geldiğinde... Babanın arkadaşlarından biri Kerbela’dan getirmiş.”
Kerbela ismi geçince, Mahmut başını kıbleye doğru çevirdi ve şöyle dedi: “Esselamu Aleyke ya Eba Abdillah”
Ve devam etti: “Senin için çok değerli olmalı...”
Annesi şöyle dedi: “Evet senin kadar.”
“Neden şimdiye kadar sakladın?”
Annesi cevap vermedi. Gözünü akiğe dikerek titrek bir sesle şöyle dedi: “Her zaman bu yüzüğün sırrını düşünüyordum ve o rüyanın.”
“Rüyanın sırrı da ne? Çok gizemli konuşuyorsun anne.”
Anne bir an kendine geldi. Bu sözlerin dilinden neden döküldüğünü bilmiyordu. Gördüğü rüyadan kimseye bahsetmemesi gerektiğini hissetti. Kaşları düştü ve soğukkanlı görünmeye çalışarak: “Bu yüzüğü şimdiye kadar sana neden göstermediğim belli; çünkü yirmi yıl önce ellerin çok daha küçüktü.”
Bir sonraki soru gece namazına dairdi ve neden o kadar namaz kılsa da hiç bir şey olmuyordu. Hamid o günlerde namazının bir dekordan ibaret olduğunu düşünüyordu; korkuyla karışık bir hâl olarak görüyordu. Tıpkı kendisine sürekli olarak her gün bir saat boyunca bu düğmeye basmazsan hayatın yerle bir olacak denilen ve bu sözü ciddiye alıp bir kez bile basmamayı aklından geçirmeyen kişi gibi. Seyyid Musa, Hamid’e cevap vermek yerine şöyle demişti:"Kuyumcularda mihenk taşı denilen bir taş var, hiç gördün mü?"Hamid’in tüm düşünceleri kuyumculara kaymıştı."Herkesin getirdiği her madeni altın olarak satın almazlar. Mihenk taşına vururlar. Eğer altınsa alırlar."Hamid, Seyyid Musa’nın söylediklerinin manasını anlamak için tüm dikkatini vermiş, ancak hiç bir şey anlamamıştı, Seyyid şunları söyleyene kadar:"Birisi sana soru sordu mu, mihenk taşın olmalı, o soruyu mihenk taşına vurmalı ve sorunun ne tür bir soru olduğunu görmelidir."
Ali Şirâzî, 1381 yılında Devrim Muhafızları Deniz Kuvvetleri'nde Veliy-i Fakîh’in temsilcisi oldu. Onun General Süleymânî ile olan irtibatı şehitlerin anma programları ve savaş hatıraları gibi etkinliklerle aynı şekilde devam ediyordu. 1390 yılı Şehriver ayında, Veliy-i Fakîh’in Kudüs Ordusu'ndaki temsilcisi değişti ve General Süleymânî’nin isteğiyle Hüccetülislam Ali Şirâzî Veliy-i Fakîh’in Kudüs Güçleri'ndeki temsilcisi oldu.Ali Şirâzî sekiz yıl boyunca General Süleymânî’nin yanında Kudüs Güçleri'ndeki bu görevini sürdürdü. Kendi deyimiyle, bu yıllarda tıpkı savaş dönemindeki gibi, kendini Hacı Kasım’ın askeri olarak gördü.
Büyük şehit hacı Kasım Süleymânî’nin sayısız dostu ve yârenlerinin her birinin onun hakkında görüşleri vardır. Hüccetülislam Ali Şirâzî de bu kitapta, General Süleymânî ile olan otuz sekiz yıllık arkadaşlığına değinmiş, böylece bu büyük şehit hakkındaki görüşlerini ortaya koymuştur.
Bu kitap Ali Şirâzî ile yapılan on dokuz saatlik konuşmanın ürünüdür Onun bazı notları da bu kitapta basılmıştır. Muhterem Hüccetülislam Ali Şirâzî’ye yaptığı işbirliği ve yönlendirmeleri için eski dostum ve üstadım Murteza Serhengi’ye, bu kitabın şekillenmesi ve basılmasında emeği geçen tüm dostlara teşekkür ediyorum.
Ravi, Meysemi Temmar’a sorar: İnsanlar, Hz. Hüseyin’in şehadetini nasıl bereketli bir gün olarak görürler?’ Meysem ağlayarak şöyle der: Hadisler uydururlar ‘Aşura günü Hz.Adem’in tövbesinin kabul edildiği gündür.’ oysa Allah, Adem’in tövbesini zilhicce ayında kabul etmiştir. Yine Aşura gününü, Yunus peygamberin balığın karnından kurtulduğu gün olarak zikrediyorlar. Nuh’un gemisinin karaya oturduğu gündür diyorlar; oysa zilhicce ayının on yedisinde gemi karaya oturmuştur, Musa’nın Kızıldeniz’i yardığı gün olarak kabul ediyorlar; oysa o mucize, rebiulevvel ayında gerçekleşti. Böylece devam edip gidiyor.
İslam İnkılâbı Rehberi’nin düşüncesinde akıllı savunma kavramına ulaşmak için, ilk önce özetle bu kelimenin İslam’daki (Kur’an ve Masumlar’ın hayatında) yerini araştırcağız. Sonra İslam İnkılâbı Rehberi’nin görüş, beyan ve emirlerinde bu kelimenin misdakları bulunarak Rehber’in düşüncesinde akıllı savunma meselesi ortaya konacaktır. İkinci bölüm, İslam İnkılâbı Rehberi’nin düşüncesinde akıllı savunmanın boyut, hedef ve stratejileri ele alınmıştır. Bu bölüm de üç söyleme taksim olmuştur: Birinci söylemde, İmam Hamaneî’nin düşüncesinde akıllı savunmanın boyutları, yumuşak (manevî) ve sert (maddî) olarak ikiye ayrılmıştır, bu boyutlardan her biri dört bileşen ve her bileşen de dört ölçüte taksim edilerek İslam İnkılâbı Rehberi’nin bu alandaki düşüncesi araştırılarak aydınlatılmıştır. İkinci söylemde, akıllı savunmanın hedeflerinin iki boyutu, millî ve milliyet üstü boyutlar incelenmiştir. Üçüncü söylemde de İmam Hamaneî’nin düşüncesinde akıllı savunma stratejileri ele alınmıştır. Bu bölümde İran İslam Cumhuriyeti nizamına yönelik tehditler göz önüne alınarak İslam İnkılâbı Rehberi’nin düşüncesindeki akıllı savunma stratejileri ortaya çıkarılıp incelenmektedir. Kitabın bitiş bölümünde, ortaya konan kavram ve görüş ve söylemler toparlanmaktadır.
Bugün Hizbullah hareketi ile özdeşleşmiş sembol bir şahsiyet olduğu herkes tarafından kabul edilen İmad Muğniye’nin ismi, şehadetine dek çok az kimse tarafından işitilmişti. Hizbullah içerisindeki önemi ve etkisinin kimilerince Seyyid Hasan Nasrallah’tan bile fazla olduğu söylenen birisi için bu durum daha da ilginçtir. İmad Muğniye’nin tüm askerî eylemliliğinde bilfiil ve birinci olarak rol oynadığı Hizbullah, adını ilk olarak Amerikalı ve Batılı işgalcileri Lübnan’dan apar topar kaçmak zorunda bırakan1983 yılındaki eylemleriyle duyurmuştu. Bu operasyonlardan birinin neticesinde, Lübnan İç Savaşı’na İsrail ve Falanjistler lehinde müdahil olmak için bu ülkede bulunan 241 Amerikalı ve 58 Fransız askeri ortadan kaldırılmış, söz konusu olay kayıtlara ABD’nin Vietnam Savaşı’ndan sonra aldığı en büyük darbe olarak geçmişti. Ardından benzer büyük darbeler gelmiş, İsrail ve CIA üsleri vurulmaya devam etmiştir. Siyonizm’le mücadele süreci de sonraları 2000 yılında Güney Lübnan’ın işgalden kurtulması ve 2006’daki 33 Gün Savaşı zaferiyle taçlanacaktı. Şaşırtıcı olan ise tüm bu bahsi geçen hadiselerin ardında, tek bir kişinin muazzam oranda ağırlığının oluşudur. Henüz on beş yaşındayken mücadeleye atılan ve yirmili yaşlarının başlarında yukarıdaki eylemleri gerçekleştirip söz konusu zaferleri komuta eden İmad Muğniye gibi, 46 yıllık ömrüne bu denli şeyi sığdıran başka bir mücahid komutanı ve devrimciyi bulmak çok zordur. İmad Muğniye’nin 20 yılı aşkın bir süre 40’dan fazla ülke istihbaratı tarafından takip edilen birisi olması ve bu durumun gerektirdiği gizlide yaşama durumu, hayatı hakkında fazla bilgiye sahip olmamızı güçleştirmektedir. Farklı tanıklıklara dayalı anlatımlar ise bazen çelişkili bilgilere de yol açmıştır ki, okuyucu bunu fark etmekte zorlanmayacaktır. Elinizdeki kitabın ilk baskısı (2012) ağırlıklı olarak, İran’da yayınlanan Şâhid-i Yârân isimli derginin İmad Muğniye özel sayısındaki ve bazı internet sitelerinde çıkan Farsça makale ve röportajların çevirisinden oluşmaktaydı. Bunların bir kısmı ebuhaditv ve velfecr sitelerinde Kemal Saral müstear ismiyle yayımlanmıştı. Bu baskıya ise elde edilen yeni bilgi ve tanıklıkları yansıtan, Medya Şafak ve İntizar.web sitesindeki İngilizce ve Arapça kaynaklı yazıları da ekledik Yüce Allah’tan, bu küçük çalışmamızı dergâh-ı ilahîsinde kutlu şehidimizin şefaatine nail olma vesilesi kılmasını diliyoruz.
“Hacı Kasım Süleymani, bir mekteptir.” Bu cümleyi İmam Hamanei, 17 Ocak 2020 tarihinde Tahran’da cuma namazı hutbesinde söyledikten sonra insanlar arasında yayılmıştır.
İmam Hamanei: “Biz, aziz şehidimiz Kasım Süleymani’ye bir fert gözüyle değil bir mektep gözüyle bakmalıyız. Bu aziz şehit generalimizi, dersler alınacak bir mektep, bir medrese, bir yol olarak görmeliyiz.” buyurmuştur.
Habib, Müslim, Ebuzer, Bureyr, Hanzala, Salman Sen Kasım’ın susuzluğunun ve Süleyman’ın ihtişamının varisisin Ne fatih ne komutan, ne Zülfikar ne General Sana ad olarak sadece “Şehit” yakışırdı.
Elinizdeki bu kitap Seyyid Ali Hamanei’nin mücadelelerle dolu yaşamının bir bölümünü kendi diliyle aktardığı otobiyografik bir eserdir.
İran’ın o dönemki istihbarat örgütü Savak tarafından aranırken çektiği sıkıntılar, hapishanelerde yaşadığı eziyetler, şahit olduğu ilginç anekdotlardan bizlere kalan ise bir yaşam öyküsünden ziyade, hem şahsi hem de toplumsal kemâlâta hayatını adamış olan bir insanın verdiği samimi ve ulvi mücadelelerdir.
“Azizlerim! Bizim Kur'an’a ihtiyacımız var.Bugün bizim ihtiyacımız bu Kur'an’dır.İslam ümmetinin ve hatta bütün insanlığın bugün Kur'an’a gerçekten ihtiyacı var.Hayat veren desturlarıyla Kur'an-ı Kerim, yaşamın bütün açılarını içinde barındırmış ve insanın kendi tekâmülü için İhtiyaç duyduğu her şeyi eline vermiştir çünkü o kendisi nurdur ve böylece takipçilerini de nurlandırır.Bu kitap öyle bir güneştir ki insanlık toplumunun bulunduğu karanlığı aydınlatır.Her toplumun sorunları Kur'an ile hallolacaktır.Kur'an, beşerin yaşam sorunlarının çözüm yollarını Âdemoğullarına hediye etmiştir.Bizim çabamızın bu olması gerekir ki Kur'an hayatımızda tecessüm etsin.”İmam Hamaney..Bu mukaddimeyle, genç mümin, Kur'an kârisi ve büyük şehit İbrahim Hadi’nin hayatındaki Kur'anî özellikleri ele alabiliriz.Öyle birisi ki hayatı, bu nesil ve gelecekteki nesiller için salim bir hayatın örneği olmuştur.O, güzel Allah’ının kelamını yolunu aydınlatan bir nur olarak gördü, bütün hayatında Allah’ın rızasını faaliyetlerinin tamamına mihver kıldı ve böylece dünyadaki milyonlarca insan için bir örnek oldu.
Boğazım düğümlenmişti. Hem saçlarını okşuyordum ve hem de makasla kısaltıyordum. İşim bitince şöyle dedi: “Tek Japon şehit annesinin sağlığı için salavat.” Ardından kendisi yüksek sesle salavat getirdi ve oturduğu sandalyeden kalkarak tam karşıma dikildi. Bir an onun öncekinden daha uzun, eskisinden daha bir güzelleşmiş olduğunu hissettim. Yüreğim bana bu çocuğu bir daha göremeyeceğimi, bunun onu son görüşüm olduğunu söylüyordu. Ertesi gün, sabah çantasını aldı ve tüm aile fertleriyle vedalaşarak gitti.
İlahi!…Sen biliyorsun ki, ben tacir değilim.Aşk ile ticaret yapmayı da küfür sayarım.Kalbimin fıtri arzusu olan ibadetine karşılıkta ücret istemiyorum.Huzurunda durup ticaret hayallerini kurmaktan utanırım.Ben kendimi bir şey saymıyorum ki, seninle neyin hesabını yapayım, kaale alınayım.Ben senden geldim, bana ait hiçbir şeyim yok ki; seninle yapılacak bir muamelede ibraz edeyim.Her ne varsa sendendir. /Şehid Mustafa Çamran…Ben de bu kutlu yolda döşenen her bir taştan bir zerre olabilme umudu ile bu duadan kendime bir sorumluluk çıkararak diyorum ki! Sorumlu atanmışlar zümresinden kurtulup, sorumlu adanmışlar sınıfına ulaşmayı diliyorum.
Sorumlu adanmış: “Sürekli devrim bilincinin, sınıfsal bir tabakaya ait olmadığını’’, her Müslümanın tabii bir hakkı ve hakkı olduğu kadar sorumluluğu olduğunu bilen; değilse de en erken süreçte aday olmaya ve sorumluklarını yerine getirmeye çalışandır.
Ben şehit İbrahim Hadi ile ilgili bir kitap okudum.. bu kitap çok ilgi çekici çok güzel bir kitaptı. Ben (İbrahim'e selam) kitabını okudum ve uzun bir süre onu çalışma masamdan kaldırıp kitapların arasına koymaya elim varmadı. Bu kitapta tanıtılan şahsiyet çok cezbediciydi... Tıpkı bir mıknatıs gibi insanı çekiyor. Gidip bu tür şahsiyetleri bulun. General bile olmayan bu tür şahsiyetleri. Hatta bir tugay komutanı bile olmayan şahsiyetleri. Ama hikayeleri olan.... İmam Hamanei…
Biz sine vurduk onlar sessizce yağdılar….
Dem vurduğumuz şeyi şehadeti onlar gördüler..
Biz ilk sıraların, safların iddiacısı idik…..
Ama Şehitleri meclisin sonundan seçtiler….
[18:07, 21.01.2020] Önder Türkeli: Elinizdeki eser, asırlardır komşumuz olan ve bizimle sayısız ortak paydalarda buluşan İran’ın sosyal ve kültürel yaşamının geçmişi ve bugünü hakkında sağlıklı bilgiler elde edebileceğiniz değerli bir kitap. Bunun en önemli nedeni, gerçek bir hayat hikâyesinin birebir aktarılmış bir nesri olması.
İran’da birçok yörede, tıpkı bizde olduğu gibi vatan toprağıyla ‘ana’ özdeşleştirildiği ve vatan, namus telakki edildiğinden, bu sevgi isimlere de yansımış ve kız çocuklarına verilmiştir. Kitabın gerçek kahramanı olan İran Turabi Hanım, Şah döneminden başlayan çocukluk yıllarını anlatırken o dönem İran’ının sosyal ve kültürel yaşam tarzını, özellikle taşra insanının özelliklerini okuyucuyla samimi bir şekilde paylaşmaktadır. Okuyup halkına yararlı bir fert olabilme aşkıyla tutuşan İran Turabi Hanım, uzak beldelerdeki köyünden başkent Tahran’a kadarki yaşam süreci bizim Anadolu insanımızdan farksızdır. Şah’a karşı gerçekleştirilen İslam İnkılabını savunmuş ve sonra da İran’da başlayan İslami uyanışın diğer Müslüman ülkelere de sıçramasından büyük kaygı duyan Batı İttifak Güçleri ABD, Sovyet Rusya ve Avrupa’nın Saddam’ı İran’a saldırttığı 8 yıllık kutsal savunma yıllarında gönüllü sağlıkçı olarak cepheden cepheye koşmuş, devrimin ilk yıllarında hükümetteki bazı yetkililerle pervasızca uğraşmaktan da çekinmemiş gerçek anlamda mücadeleci, devrimci, fedakâr ve cesur bir kadın olan İran Turabi Hanım, bugün hayatta olan ilginç isimlerden biridir.
Neredeyse katılmadığı harekât ve gitmediği cephe kalmayan bu fedakâr ve korkusuz kadının, vatan savunması konusunda bugün sadece İran kültüründe değil, kendi kültürümüzde de gençlere örnek gösterilebilecek canlı bir kültür modeli olmasının, bu kitabı okumak için yeterli bir sebep olduğu kanaatindeyim.
Şiva Seccadi Hanım, İran Hanım’la yüz yüze konuşup onun hayatını bizzat kendisinden dinledi, bu hatıratı teybe kaydedip sonra da kitaplaştırdı. Ben bu değerli hatırata ince ve zarif bazı edebi dokunuşlarda da bulunarak onu çevirirken, aynı zamanda romanlaştırdım. Elinizdeki eser, Farsça’dan çevirdiğim 345. kitabım oldu. Umarım yararlı süreç devam eder.
Bugün gerçekten İran’ı merak edenlerin, onu bir de İran Turabi Hanım’dan dinlemelerini tavsiye ederim.
Biz diyoruz ki olabildiği kadar güçlü ifadelerle Allah’ın düşmanlarına karşı sözümüzü söylemeliyiz. Eğer bizden darbe yiyeceklerinden korkarlarsa, örneğin biz onları tehdit edebiliyorsak işte o zaman başarılı olmuşuz demektir. Bizim tüm konuşmalarımız, Amerika’ya, İsrail’e ve onların uşaklarına karşı değil mi? İşte bizim sözümüz budur. Biz milleti mi tehdit ettik ki şöyle diyorlar: “Bunlar ulusal güvenliğe zarar verebilir, bunların hareketi güvenlik sorunu yaratabilir, bunları demir yumrukla ezmek gerekir.”
Yemen’de tüm partiler, konuşmacılar ve halk, Amerika ve İsrail’e karşı devrim halindedir. Öfkelerini dile getiriyorlar. Slogan atmaya ve cihattan söz etmeye başlıyorlar. Bu milletin liderleri için bilgece olan siyaset, kendi milletlerinin çizgisinde hareket etmektir. Tıpkı kendi milletleri gibi Amerika ve İsrail’e karşı tavır almalarıdır. Böylesi bir durumda doğal olarak kendi halkları da onları teyit etmez mi? Doğal olarak kendi milletleri arasında onlara verilen destek daha da artmaz mı?
Keşke kendilerine gelseler de Amerika ve İsrail karşısında bizim ifade ettiğimiz bu tavrı alsalar. Hatiplerin camilerde dile getirdiği tavrı alsalar. Halk her cuma namazında her münasebetle onlara slogan atıyor. Gazeteler onlar hakkında yazıyor. Bu tavır bilgece bir tavır değil midir? Fakat Amerika’nın sopası onların sinirlerinin bozulmasına ve bedenlerinin titremesine neden oluyor. Amerikalılar ellerine sopa aldıkça bunların güçlü bir tavır almasının imkânı yoktur. Sopa kime karşı? Milletlere karşı. Eğer bu sopa millete karşı kaldırılıyorsa sizin en ilk göreviniz milletleri mücadeleye davet etmektir. Bırakın milletler mücadele etsin, siz yerinizde oturun.
1387 yılının Tir ayında, özgürlüğe kavuşmuş savaş esirlerinin mesajı kurumunun kültür ve araştırma müessesesi başkanlığınca ortak çalışma daveti aldığımda, nasıl hüzünlü ve sonsuz bir dünyaya adım attığımdan haberim yoktu. Gün geçtikçe, benim için bir kapı açılıyordu...
Bir yıl sonra, 1388 yılı yazının ilk günlerinden birinde, bir öğlen vakti, çok değerli savaş esiri Mehdi Tahaniyan ile müessesenin ofisinde ses kaydı yapmaya başlamıştık. Onun yıllar önce Irakta bulunan bir İranlı esir kampında, Hindistanlı bir hanım gazetecinin röportaj isteğini hicabı olmadığı için reddeden kişi olduğunu biliyordum.
İçimden bana böyle bir fırsat nasip ettiği için, Allaha teşekkür ederek ve yine ona tevekkül ederek çalışmama şöyle başladım:
“... Bismillahirrahmanirrahim. Bugün, 7 Tir 1388. Sayın Mehdi Tahaniyan ile yaptığımız ilk oturum...”
o gün, üç yıl sonra şöyle diyebileceğimi hayal dahi edemezdim:
“... Bismillahirrahmanirrahim. Bugün, 26 Ordubeheşt 1391, günlerden salı. Sayın Mehdi Tahaniyan ile yüz altmış üçüncü oturum...”
Allah’ın lütfu ile, defalarca tekrar okuma ve tekrar yazma ile metindeki tüm eksiklikler giderildi ve tashihler yapıldı, netice itibariyle “imamın küçük askeri” siz aziz muhatabımıza sunulmaya hazır hale geldi. imamın küçük askeri kitabı Mehdi Tahaniya’ya sorulan 38000 soruya verilen cevaplardan ve 350 saat süren röportajlardan meydana gelmiştir. O sorulan tüm sorulara yorulmadan cevaplar vermiş ve bu uzun yolun aşılmasında bana eşlik etmiştir.
Bir çok İslam düşmanların namlularını biricik islam inkılabımıza yöneltildiği asrımızda, bu eserin kültürel bir füze gibi olmasını ve kutsal islam cumhuriyeti nizamının hedeflerine ulaşmasında bir adım olmasını ümit ediyorum...
Fatıma Dustkami
Dünya siyasi ve kültürel literatüründe İslam dininin giderek daha fazla gündem oluşturması, hele bu dinin değer ve prensiplerinin global ekonomik yansılarının ciddi boyutlara varması, emperyalizmin İslam üzerinde iğrenç oyunlar oynamasına neden oldu. Son dönemde karşımıza çıkan tekfirci ve kafa kesen örgütlerin tamamının, Müslümanların cahil ve yobazlarını da kullanarak ABD-İsrail-Vatikan tandaslı olması ve Müslümanlıktan söz eden bazı medyanın bunları “cihat” kavramıyla eşleştirme cehline kapılması hiç de şaşırtıcı değildir. Bu durumda İslam’da bu kavramların açılımı ve Kur’an’da savunma, savaş, cihad…vb nin anlamı, boyut ve konumları, İslami bir yönetimde silahlanmanın ve savunmanın prensipleri, teknoloji, strateji,silahlanma kontrolü, milli güvenlik,siyasi ve askeri antlaşmalar..vb meselelerdeki tartışmalara nokta koyacak ve samimi araştırmacılara yardımcı olacak bir çalışmanın gerekliliğini görerek bu kitabı hazırladım. Somut bir örneği de irdelemek isteyenler için İran İslam Cumhuriyeti’ndeki resmi yayın ve beyanlardan faydalanarak bu ülkenin kendisi için belirlediği resmi askeri stratejiyle, emperyalizmin başı konumundaki ABD’nin asimetrik ve yumuşak savaş yöntemlerini de irdelemeye çalıştım.
Bu anlamda üretimin, askeri ve sosyal bakış açılarının, entelektüel sermayeden ekonomik etkenlere varıncaya kadar kültürel yağmacılıkların neler olduğunu, hangi temel eksenler, değerler ve icraatlarla bugün emperyalizme karşı durabilmenin mümkün olabildiğini de bu kitapta ele aldık. Kullandığımız ana kaynak, her konunun kendi kaynağı oldu; yani İslam’a göre deyince Kur’an ayetlerini, ABD eksenli emperyalizm deyince ABD ve hempalarının kendi kanun ve uygulamalarını yine kendi kaynaklarından aktarmaya özen gösterdik. Birçok araştırmacı arkadaşımın da emek verdiği bu çalışmada özellikle İran ve Batı medyasından ve onların basılı kaynaklarıyla kitaplarından da yararlandık.
İsmail Bendiderya
Hizbullah, işgalci İsrail’le mücadelenin yanı sıra Lübnan’da siyasi, toplumsal, ekonomik ve kültürel alanlarda inkar edilemeyecek önemde hizmetler yapıyor. Şu an Lübnan’daki siyasi, askeri ve toplumsal rolünün yanı sıra bölgesel dengelerde de güçlü bir rolü bulunmaktadır.
Dünyadaki birçok siyasi ve askeri analist de Hizbullah’ın rolünün Lübnan’da ve bölgede bir eksen olduğunu vurguluyor.
Şu an Hizbullah, Ortadoğu’da İsrail’i yenebilen, Batı’nın çıkarlarına darbe vurabilen ve düşmandan nasıl taviz alacağını bilen bir güç olarak tanınıyor.
Birkaç İsrail askerinin ceset parçaları karşılığında 400 Lübnanlı ve Filistinli esiri İsrail zindanından kurtarması Hizbullah’ın müzakere gücünün bir göstergesidir. Hizbullah İran’ın müttefikidir; ama onunla İran arasındaki ilişki bir amir memur ilişkisi değildir.
Evet bölgede ortak dostlar ve ortak düşmanlar vardır; doğal olarak da ortak dostlar, ortak düşmana karşı ortak tavırlar geliştirmektedir.
Hizbullah hiçbir yerden emir almıyor, hiçbir yer de Hizbullah’a emir vermiyor; nitekim Direniş Cephesi’nde hiç kimse amir veya memur rolü oynamıyor.
Şehid Çamran yaşamıyla, yaşattıklarıyla, tevazusuyla, cesaretiyle, kibirden ve bencillikten uzak olan o güzel kalbiyle gitti bu kirli dünyadan. Bu kirli dünyada, temiz kalmaya çalışanların gamını arttırarak, onları yalnız bırakarak gitti.
Ama onun takipçileri yalnızlığın ne değerli bir hazine olduğunu, yalnız olan insanın asıl dosta kavuşma aşkıyla daha fazla yandığını da Çamran’dan öğrenmişti. Öyle bir insandan bahsediyoruz ki kalbi sürekli Allah ile beraber, gönlü daima mazlumlardan yana ve şehadet uğruna yanıp tutuşan bir kalbe sahip.
Şehadete henüz kavuşamadığı savaşların birinden sonra özlemini şu sözlerle dile getiriyor;’Ben şehadetin saadetinden nasiplenemedim. Hayatta kalmaya,acı çekmeye yanıp yanıp dirilmeye,ciğerparelerimin ölü bedenlerine bakmaya ve cenazeleri arasında sabretmeye mahkumum.. Heyhat!’
Ayetullah Hamanei, İran İslam Cumhuriyeti’nin lideri olarak dünyaca dikkat çeken isimlerden biri olduğu için bu eseri hazırlamanın, sadece siyasi değil, aynı zamanda kültürel ve biyografik araştırma yapanlar için de önemli bir kaynak olacağı kanaatindeyim.
İran’da gerçekleşen devrimin dünya ve bölge politikalarını etkilediği, taşları yerinden oynattığı kuşkusuz… Siyasi ve kültürel arenada bugün canlı bir laboratuvar niteliği taşıması açısından da önem arz eden bu devrimin, başta ABD olmak üzere doğu ve batı emperyalizminin ağır baskı, ambargo ve saldırılarına rağmen 40 yılı geride bırakabilmesi, yönetici kadronun başında bulunan İmam Seyyid Ali Hamanei’nin merak edilen kişilik ve yöntemlerini gündeme getiriyor.
İran’a hep belli bir gözlükten bakıp onu inceleme ve araştırma zahmetine katlanmayanların veya kraldan daha kralcı kesilenlerin bugün bilmedikleri çok şey var… Ayetullah Hamanei’nin, şah döneminde ilk tutuklanma nedeninin, bir Ehl-i Sünnet aydını olan Seyyid Kutub’un “Fi Zilal’il Kur’an” adlı ünlü tefsirini Farsçaya çevirip yayınlaması ve bunun için ağır bir bedel ödeyip bu nedenle bizzat Savak tarafından hapse atılması gibi…
Elinizdeki kitap, bu dînî ve siyasi liderin yaşam ve biyografisine ışık tutan ciddi ve ağır bir çalışmanın ürünüdür. Neredeyse tamamı belge ve 3. şahısların hatıratından oluşan bu eserde onun sadece biyografi, yaşam tarzı, hapis ve sürgünle geçen siyasi mücadelelerini değil,aynı zamanda hayata bakışını ve yaşam tarzına şekil veren inanç biçimini de bulacak ve yer yer şaşırmaktan kendinizi alamayacaksınız
Saddam’ın İran’a karşı başlattığı sekiz yıl süreyle dayattığı savaş, hiç şüphesiz bu sınırlar içinde yaşayan halkın ifitihar dolu dönemiydi, 32. Ensarul Hüseyin Ordusu komutanlarından olan Gazi Mirza Muhammed Sulgî’nin hatıralarının Hamid Hussam’ın yetenekli kaleminden “Su Ölümsüzdür” adıyla yayınlanması, bu güzelliklerin ve askerlerimizin eşsiz Hüseynî Âşûrâ yiğitliğiyle olan manevî irtibatlarının ortaya konması yönünde atılmış bir adımdır. Hiç şüphesiz Mirza Muhammed’in penceresinden bu dayatılmış savaşı okumak bizi her zamankinden daha çok bu tablonun güzelliğine aşina kılacaktır.
General Mirza Muhammed Sulgî, yüreklerinin kanını Hüseyin’e feda eden şehitlerin komutanıydı Su Ölümsüzdür eseri yeni bir üslup ve sözlü tarihte yeni bir tarzdır ki, General Mirza Muhammed Sulgî’nin hatıraları ekseninde ve Ebulfazl Tugayı’ndaki savaşçıların ve 32. Ensâru’l Hüseyin ordusunun dört komutanının rivayetleriyle oluşturulmuştur. Bu yöntem, hatıranın kapsayıcı, birçok kaynaktan doğrulayıcı ve tamamlayıcısı oldu. Bununla birlikte, bütün bu çabalara rağmen Kerbela’nın bâtınına yahut “Hacı Mirza’nın söylemediği sırra” erişemediğimizi düşünüyorum. Ki bu büyük hakikat; ne kelimelerle, hatıraların beyanıyla nede sadece sözle başına ve vücuduna isabet eden kurşun ve şarapnel parçalarını, kesilmiş ayakları anlatabilir.
General Süleymani, sekiz yıllık “kutsal savunma savaşı” döneminde, aynı şekilde terörist ve kaçakçı gruplarla ülkenin güney doğu sınırında mücadelede, mazlum Filistin halkına ve bölgeye yaptığı yardımda, Siyonistleri işgal ettikleri bölgeden püskürtmekten tutun da Kudüs’ün özgürlüğü için strateji kurup operasyonlar yapmaya kadar büyük tecrübelere sahip bir generaldi ve aynı zamanda büyük bir müzakere ve diplomasi yeteneği de vardı.Son yıllarda Irak ve Suriye halkına ve devletine yaptığı danışmanlık yardımları da bunlara eklenebilir.General Süleymani bu yıllar boyunca “yeni İslam medeniyeti”nin gerçekleşmesi için yorulmak bilmez bir çaba sarf etmiş ve İslam dünyasında şu üç stratejiyi pratik, uygulanabilir önlemler, Siyonistlerin kesin olarak yenileceği ve Kudüs’ün özgür kılınacağına dair inancı, İslam dünyasının zihinlerine yerleştirmiştir. Irak ve Suriye’de IŞİD terörüne karşı (bölge halkının ve siyasîlerin askerî desteğiyle) başarılı bir mücadele vermiştir. O siyasetten anlayan diplomat bir general, velâyet-i fakîh bağlısı ve halkının askeriydi.
İki kelimeden oluşan bir kavram olarak “siyasi felsefe”nin üç anlamı vardır: Birincisi; toplumsal hayat, genel düzen ve siyasi yaşam hakkındaki her türlü düşünüşü ve akli tefekkürü içeren genel anlamdır. İkincisi; siyaset bilimini araştıran ve incelemeye tabi tutan felsefenin bir alt dalına tekabül eden has anlamdır. Üçüncüsü; siyasi felsefe, siyaset ve felsefe sözcüklerinin terkibinden oluşan bir terim olarak birinci dereceden bir bilime karşılık gelir. Bu çalışmada araştırma konusu yapılan Ayetullah Hamanei’nin siyasi felsefesi, birinci anlamda ele alınmıştır; dolayısıyla, rasyonel bir yöntem ve yaklaşımla insanın siyasi yaşamında ulaşmak istediği idealleri inceleyen bir bilim olarak siyasi felsefe, “toplumsal yaşamın en ideal türü”, “en ideal siyasi yönetim”, “en ideal toplumsal ilişki” ve “siyasi yaşamın en ideal gayeleri”ni açıklamaya çalışır. Bu araştırmanın ehemmiyeti, Ayetullah Hamanei’nin şimdiye kadar gereken şekilde ele alınmış olan siyasi düşüncesinin aslını tedvin etmenin yanı sıra, bir düşünür olarak onun şahsiyeti ve konumuyla da ilintilidir.Bu araştırma, Ayetullah Hamanei’nin siyasi felsefesiyle ilgili kapsamlı bir açıklama yapma amacıyla birlikte, onun vatandaşlık, yönetim ve toplumsal yaşam alanında tutarlı, mantıki ve sistematik olan ve fikri-itikadi temellere dayanan bir siyaii felsefeye sahip olduğu iddiasıyla yapılmıştır.
Dinin esası Aşura ile birleştirilmiş ve onun bereketiyle baki kalmıştır. Seyyidü’ş-Şüheda tarafından ortaya konan böylesi bir fedakarlık ve cesaretin kaynağı; hazretin maneviyat, ihlas, basiret sahibi ve tek kelimeyle insan-ı kamil olmasında yatmaktadır.
Öte yandan Aşura pek çok ibret ve derslerle doludur ve her Müslüman, her İslamî millet için bu dersleri öğrenmek ve Aşura ibretlerini dikkate almak lazımdır; çünkü Aşura’nın en büyük ibreti, İslami toplumun elli yıldan daha kısa bir süre içinde geçirdiği değişim ve yaşadığı çöküştür. Aşura kıyamına ve öncesindeki elli yıllık İslam tarihine baktığımızda şunu görürüz: Havassın özellikle de hak cephesindeki havâssın ibretlik rolü, basiretsizliği ve ondan önemlisi de dünya peşinde koşma gibi hastalıkları Peygamber’in Ehl-i Beyt’inin şahadetine neden olmuştur.
Tüm zamanlarda İslam toplumunun çöküşüne ve Yezidlerin tekrar hakim olmasına şahit olabiliriz, özgürlük ve bağımsızlık yolunu kat etmek isteyen her millet Aşura ashabının yolunu kendine model olarak almalıdır. Seyyidü’ş-Şüheda’nın kıyamının felsefesini ve hedefini tefsir ederken ne İmamın tek hedefinin hükümet kurmak olduğunu ileri sürmek ne de onun tek hedefinin şahadet olduğunu söylemek doğrudur, onun bilinçli ve mücahitçe olan asıl hedefi, İslam ümmetinde ortaya çıkan sapmalar karşısında ilahi cihad yükümlülüğünü yerine getirmek, emr-i bi’l maruf ve nehy-i ani’l münker farzına uymaktı ve böylesi bir hedefle elde edilen her sonuç, ister İslami hükümet kurulsun, isterse şahadetle neticelensin zafer demektir. İmam Hüseyin’in hareketindeki üç unsurun, mantık, kahramanlık ve sevgi unsurlarının bir arada olması ve diğer onlarca ders bu kitapta görülebilir.
Muhammed Mustafa (s.a.a.), bütün iyiliklerin yansıdığı aynadır. O’nun fesahati sonradan kazanılmış değil, kendisine bahşedilmiş bir fesahatti. Yüce Peygamber, hayat bahşeden ve insanı kemale erdiren iki ebedi miras, yani mucizeler mucizesi Kur’an ve kerem sahibi Ehl-i Beyt’i dışında; sözlerinden, tavır ve davranışlarından, şahsiyetinden oluşan bir başka değerli miras daha bırakmıştır. Böylece sadece Müslümanlar değil, çağlar boyunca tüm beşeriyet bu ilahi kulpa sarılıp kendini çıkmazlardan kurtaracak yolu bulabilir ve saadet ve selametin aydınlık yoluna adım atabilir.
“Bu gün dünyada neler olmaktadır? Bu gün Siyonistler Arap topraklarında ne ile meşguldürler, ne işler yapmaktadırlar? Bölgeye şöyle bir bakın, ey kardeşler, bacılar, yüreği Filistinli kardeşleri için çarpan Müslümanlar, yurtsuz kalmış bir insan bütün özgür insanlarda merhamet duygusu uyandırır. Bu gün bir millet, Filistin milleti diye adlandırılan bir millet yurdundan edilmiştir, evlerinden edilmiştir, vatan ve ülkelerinden yoksun bırakılmıştır…
Bir milletin iki üç milyon ferdini evlerinden, ocaklarından, şehirlerinden, mabetlerinden, mescitlerinden her şeylerinden ve kendi yaşamlarından mahrum bırakıp, onları yabancı ülkelere sürgün ettiler, bu, insanlık tarihi boyunca görülebilen en büyük felaketlerden biridir. Bu yüzden Filistin meselesinin sadece Arapların ve İslam’ın meselesi olmadığına, çok önemli bir insanî mesele olduğuna inanıyoruz…
Kudüs ve Filistin meselesini ciddiye alın. Allah’ın peygamberlerinin haremi olan, Müslümanların ilk kıblesi olan Beytu’l-Mukaddes, Siyonistlerin işgali altında ve insanlık düşmanı gasıpların kontrolündedir, Beytu’l-Mukaddes özgürlüğüne kavuşmalıdır. Filistin toprakları özgür olmalıdır, kendi halkına geri verilmelidir...”
Her toplumda, şehir ve ülkede görmekte olduğunuz beşeriyet, bir değerlendirmeye göre ikiye ayrılır. Bir kısım insan akıl, fikir, bilinç ve kararlılıkla iş yapar. Bunlar, bir yolu kabul eder, ona uyar ve peşinden giderler. Bu insanlara havass, yani seçkinler denilmektedir. Diğer bir kısım insanlar ise hangi yolun doğru veya yanlış olduğunun anlamanın, ölçmenin, tahlil ve idrak etmenin peşinde değildir. Çoğunluğa göre hareket ederler. Bunlara da avam, denilir. Buna göre, toplumu havass ve avam şeklinde iki kısımda değerlendirmemiz mümkündür.
Havasslar kimlerdir? Bunlar özel bir sınıf mıdır? Hayır! Seçkinler dediğimiz bu insanların içerisinde, okumuş bilgili insanlar bulunduğu gibi bilgisiz insanlar da bulunmaktadır. Kimi zaman insan, okumuş bilgili biri değildir; ama havass arasına girmiştir. Zira ne yaptığının bilincinde olup onu anlar, teşhis eder ve kararlılıkla uygular. Bu kişi eğitim almamış, medreseye gitmemiştir; diploması bulunmamaktadır ve alim de değildir. Ancak meseleyi anlamaktadır. Havass dediğimiz insanlar iki fırkaya ayrılmaktadır: Hak cephesinin havassı/seçkinleri ve batıl cephenin havassı/seçkinleri. Seçkinler, bir işi yapar veya seçerken bu tercihlerini düşünerek ve tahlil ederek yapan kişilerdir. Anlar, karar verir ve amel ederler. Bunlar havass, yani seçkinlerdir. Bunların dışında kalanlar ise avamdır.
Avam olanlar, ortama göre karar ve davranışlarını belirlerler. Teşhis kabiliyetleri bulunmamaktadır. İnsanlar bir şeye “yaşasın” dedikleri için onlar da aynı sloganı söylemek için “yaşasın” derler. Aynı şekilde başkaları “kahrolsun” dedikleri için “kahrolsun” derler. Ortamın durumuna göre sağa-sola giderler, sabit fikirli ve kararlı değildirler. Avâmın anlamı yüksek tahsil yapmamış kişi değildir. Birçok kimse, yüksek tahsil görmesine rağmen avamdandır. Birçokları dini tahsil yapmasına rağmen avâmdandır. Niceleri, fakir veya zengindir; ama yine de avamdandır. Basiretsizce iş yapan kimse kesinlikle avamdandır.
İmamların yalnızlığı/mazlumluğu o yüce insanların kendi dönemleriyle sınırlı kalmadı, aksine asırlar boyunca onların yaşamlarının en önemli, belki de asli boyutunun göz önüne alınmaması, onların tarihî yalnızlıklarını devam ettirmiştir. Hidayet İmamları’nın 250 yıllık süreçteki hayatlarının kesintisiz çizgisini oluşturan "kapsamlı siyasi mücadele" unsuru, ilmi ve manevi yönleriyle ilgili rivayetlerin, hadislerin ve biyografilerin arasında kaybolmuştur.
Bizler İmamların yaşamını sadece parlak ve değerli hatıralar olarak değil, bir ders ve örnek olarak öğrenmeliyiz ve bu da o yüce şahsiyetlerin siyasi yöntem ve niteliklerini dikkate almadan mümkün değildir. Bu yüce insanların yaşamları zahiri farklılıklara rağmen -ki bazıları, bu yaşamların belirli bölümlerinde bazı çelişkiler olduğu düşüncesine de kapılmıştır- kesintisiz ve uzun bir hareket bütünüdür ki, hicri onuncu, on birinci yıldan başlayıp 250 yıl boyunca sürmekte ve hicri iki yüz altmışıncı yılda – Gaybet-i Suğra’nın başlangıç yılı- son bulmaktadır.
Bu yüce şahsiyetler bir bütündür, bir şahsiyettirler. Onların hedeflerinin ve yönlerinin aynı olduğunda şüphe yoktur. O halde biz İmam Hasan-ı Mücteba, İmam Hüseyin ve İmam Seccad (a.s.)'ın hayatlarını ayrı ayrı tahlil etmek yerine -muhtemelen bu üç İmamın yaşamlarındaki zahiri ihtilaflar dolayısıyla birbirleriyle çelişmekte ve ihtilaf içinde oldukları gibi büyük bir hatanın tuzağına düşeriz- 250 yıl ömür sürmüş bir insan gibi farz etmeliyiz. Hicretin on birinci yılında yola çıkıp hicri iki yüz altmışıncı yıla kadar bu yolda yürümüştür.
İşte, bu tespitten yola çıkarak hazırlanan 250 Yıllık İnsan kitabının içeriği İmamların mücahidane yaşamlarının yön ve hedefindeki yüce kavramları ortaya koymanın peşindedir, bu yüzden sadece tarihi bir kitap olmaktan çok, belirli konuda yapılmış tahlil ve analizdir. Dolayısıyla İmamların yaşamlarındaki olayları açıklayıp şerh etmek yerine, her bir Masumun yaşamına genel bir bakışı, ilgili dönem tarihini bütün bu yüce şahsiyetlerin peşinde oldukları hedefler doğrultusunda ortaya koymaktadır. Bu yüzden, değerli okuyucuların İmamların yaşam hikâyelerine aşinalıkları ne kadar çok olursa 250 Yıllık İnsan kitabını daha derinden teneffüs etme imkanları olacaktır.
Elinizde bulunan bu kitap, Devrim’den sonra İran’a dayatılan savaşta en ön cephelerde yer almış bir savaşçının anlattıklarıdır. Savaşın ilk başlarında aldığı içler acısı ve dayanılmaz yaralar, onu yüzde 70 düzeyinde sakat durumuna getirmiştir. Fakat Seyyid Nureddin, henüz 18 yaşında ve ağır yaralarını ayakta tedavi etme yoluna gider. Hatta o, yaralı haliyle yeniden savaş meydanına ve siperlere dönmekten kaçınmaz. Oldukça maceracı ve kararlı hali, çok az savaşçıda görülen bir durumdur. Ayrıca, yaralı haliyle savaş cephelerine gitmesi ve fiziki durumu, savaşçıların azim ve iradesi için olduğu kadar, savaşçıların İmam'ın emri karşısında bir an bile çekinmeden hazır olduğunu göstermesi açısından da bir semboldür.
Seyyid Nureddin, 77 ay cephelerde düşmana karşı savaştıktan dört yıl sonra evine kesin dönüş yaptı. Her asker için savaş anıları bir süre sonra biter. Bu savaşçılar ise gençliklerini savaş meydanlarında geçirdiler, yaralı ve sakat bedenlerle de geri döndüler. Hala kimyasal silahlardan dolayı yaralanmış gazilerin çektikleri acılar devam ediyor. Onların çektikleri acıları anlamak mümkün değil. Yaralı bedenlerde şarapnel parçalarının izleri hâlâ duruyor. Seyyid Nureddin’in gözlerindeki iltihaplanmalar devam ediyor. Bütün bunlara rağmen, yakın arkadaşlarının ve dostlarının şehadetleri, her savaşçının unutulmaz anısı olarak duruyor.
“…Şüphesiz, Seyyid Abbas’ın, eşinin ve çocuğunun kanı, işgalcilerin üslerini yakan ve onların varlığını helak eden korkunç ateşin ilk kıvılcımlarıydı. Ortaya koyduğu şiarlar her zaman ve her yerde yankılanacaktır, ta ki Mescid-i Aksa’nın kubbelerine ve Filistin topraklarına asacağımız bayraklara dönüşünceye dek. Seyyid Abbas lider, öncü, üstat ve merhametli bir baba olarak aramızda yaşayacaktır hep ve onun mübarek sîreti, vicdanımızın ve aklımızın derinliklerinde, kalplerimizin özünde canlı kalacaktır…”
- Seyyid Hasan Nasrallah
Anı anlatımı ve yazımı, bir milletin hatıralarını ve başarılarını canlı tutarak geçmişte yaşananların gelecektekilerin önünü aydınlatacak bir ışık olması için kullandıkları eski bir yöntemdir.
Anı her zaman geçmişi hatırlamayı içerir, bilgi ve duygu yüklüdür. Anıların yayımlanması, kavramların, tecrübelerin, adâbın ve değerlerin bir nesilden diğer nesillere intikali demektir. Bu yüzden anılar toplumların kültürel, toplumsal, siyasî, iktisadî ve tarihî önemli mütalaalarının kaynaklarıdır. Hatıraların değeri ve güvenilirliğinin, anıları aktaranın şahsiyetine de bağlı olduğu açıktır.
Elinizdeki eser, Ayetullahi’l-Uzma Hameneî’nin Hz. İmam’la (r.a.) ilgili anılarından seçmeleri içermektedir. İmam Humeynî’nin (r.a.) pak hayatının mücadele döneminden muhtelif kesitleri kapsayan bu anılar, merhum İmam’ın ahlâkî, inkılâbî ve mektebî siyerinden öğretici noktaları içermektedir.
Bir inşaat işçisi olan Şehid Borunsî, İran İslam Devrimi’nden önce Allah yolunda bir çok işkenceye maruz kalmış, devrimden sonra ise tekamül yolunda gösterdiği çabalar ve çalışmalardan dolayı herkesin diline düşmüş, hatta yabancı medyada bile adı anılır olmuş ve küfrün elebaşları onun başına ödül koymuştu.
Hatıralardan oluşmuş elinizdeki bu naçiz eser, değerli İslam askeri Şehid Hacı Abdulhüseyin Borunsî’nin hayatındaki fedakârlık ve ilginç olayların bir kısmına değinmek amacıyla derlenmiş ve dünyanın bir çok yerindeki Ehl-i Beyt takipçilerine İslam dinini ve maneviyatını yok etme düşüncesinin hiçbir zaman başarıya ulaşamayacağını, her zaman yenilgiye mahkum bir düşünce olduğunu anlatmak için oluşturulmuştur.
Kitabı okuduğumuzda, Hakk’a gönül vermiş olan bu inşaat işçisinin bereketli elleri vasıtasıyla taşlaşmış kalplerimizin yumuşadığını ve zulmün karanlıklarına gark olmuş zihinlerimizin Hz. Fatıma aşkıyla yeniden aydınlandığını göreceğiz.
"Vahdeti ezberleyin. Eğer toplumda sizin aranızda bunun tersine davranan kimseleri görürseniz onları dışlayın. Muhalefetinizi onlara gösterin ve ilan edin." -Ayetullah Seyyid Ali Hameneî- Yüce Nebî’nin (s.a.a) ve hidayet İmamlarının (a.s) nurlu sözlerinde, tarih boyunca İslam’ın yüce hedeflerine ulaşma yolunda İslam ümmetinin her bir ferdinin dayanışması ve vahdeti için mücadele konusu üzerinde çokça durulmuştur. Bu önemli esasın temel konumunu göz ardı etmememiz gerekmektedir. Söz konusu bu mesele düşündüğümüzden çok daha fazla bir anlatıma ve derinliğe ihtiyaç duymaktadır. Çünkü yaşadığımız bu "Modern cahiliye" çağında bir kez daha hakkın tamamı, bâtılın tamamına karşı yer almıştır. Eşit olmayan ve zalimce bir savaşta direnmek ve mücadele etmek gerekmektedir. İnsanlık toplumunun ilahî hidayeti hareketinde enbiya ve evliya bu yüce görevi üstlenmişlerdir. Doğru yolu bulmak ve kat etmek ise sadece onları izlemekle gerçekleşecektir. Nitekim "Eğer O’na itaat ederseniz doğru yola erişirsiniz" ayetinin tatlı meyvesi; ilahî vahdet ve Allah’tan gayrı diğer yollardan uzak durmaktır. "İşte benim dosdoğru yolum budur; ona tâbi olun. Sizi Allah yolundan ayrı düşürecek yollara uymayın. Allah size bunları takva sahibi olasınız diye buyurmaktadır."
Internet Explorer tarayıcısının 9.0 ve daha eski sürümlerini desteklememekteyiz. Web sitemizi doğru görüntüleyebilmek için tarayıcınızı güncelleyebilirsiniz, güncelleyemiyorsanız başka bir tarayıcıyı ücretsiz yükleyebilirsiniz.