Koyu karanlık günlerden geçiyoruz
Ah ki koyu karanlık bütün evren;
Ormanlar yangın, içimdeki uğultu dilsiz…
Büyük şeyler kuruyorum hayatıma ilişkin
Ki biliyorum, yaşım altmışı geçmişken
Ve beşini bitirmek üzereyken kızım…
Abdülhak Şinasi Hisar’ın 1930’larda yayımlamaya başladığı anıları, temel olarak çocukluk yıllarını içine alır. Hoca Ali Rıza’nın resimlerinin Proustvari etkisiyle zihninde canlanan, Sultan II. Abdülhamid’in saltanatına denk gelen bu dönemi Hisar, “Çocukluğumuzun tattığı dünya elbette bir cennetti,” ifadesinde cisimleşen bir bakışla hikâye eder. Yazar, bilincinde olduğu siyasi ve kültürel çelişkileriyle bütün bir dönemin içinden bir “cenneti” taşın içinden bir heykel yontarcasına biçimlendirir: Hem kendi çocukluğu hem İstanbul’un yaşayışı böylece maddi ve manevi varlığıyla; hatıra, roman, şiir arasındaki sınırları ihlal eden bir metne dönüşür. “Hatıraların ağacını kendi içinde büyütmesini o kadar iyi biliyor,” diye tanımlar onun bu özel yaklaşımını Ahmet Hamdi Tanpınar.
Geçmiş Zaman Köşkleri’nde Abdülhak Şinasi Hisar, çocukluğun efsunlu dünyasına saklanmış hatıraları, o zamanın köşklerinde süren hayatlarla kaleme alır.
Abdülhak Şinasi Hisar’ın “hikâye” dediği romanları, insanın iç dünyasının izini süren, ruhunun derinliklerinde seyreden üslubuyla 20. yüzyıl klasiklerimizdendir. Hisar, özgün diliyle karakterlerini ve hayatlarını inşa ederken onlara hem çok yakın hem çok mesafelidir. Romanlarını vakaların değil karakterlerin etrafında kurgulayan Hisar, zaman ve mekânı geçmişseverlikten ziyade hafızanın temel taşları olarak kullanır.
Abdülhak Şinasi Hisar, son romanı Ali Nizamî Bey’in Alafrangalığı ve Şeyhliği’nde, varlıklı ve alafranga bir hayat sürerken servetini kaybettikten sonra Bektaşîliğe dönen Ali Nizamî Bey’in trajikomik hikâyesini kaleme alır. Ali Nizamî Bey’in “merakları” ve “tuhaflıkları” etrafında kurulan anlatı, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun tabiriyle döneminin empresyonist edebiyatının ilk samimi örneklerinden biridir.
Boğaziçi Yalıları’nda Abdülhak Şinasi Hisar, eski İstanbul yalılarının, sular etrafında birer ruh, kimlik ve hayat ifade eden hikâyelerini anlatır.
Pulitzer Ödülü sahibi roman ve öykü yazarı John Cheever’ın, oğlu Benjamin Cheever tarafından derlenen mektupları bizi bu büyük yazarın ruhsal ve yazınsal dünyasına davet ediyor. Aralarında Philip Roth, John Updike ve Saul Bellow’un da yer aldığı arkadaşlarına ve çevresine haftada otuz mektup yazan Cheever, “Bir mektubu saklamak, bir öpücüğü saklamaya benzer” düşüncesiyle yazıştığı insanlardan mektupları yok etmelerini isterdi. Buna rağmen günümüze ulaşabilen ve özenle derlenen mektupları, “Amerika’nın Çehov’u” John Cheever’ın karmaşık karakterini; bastırılmış cinselliğinin, alkolikliğinin ve hırslarının yanı sıra kendine has mizahını da yansıtıyor.
Benjamin Cheever’ın sözleriyle, “Sevdiğimiz insanların hatıralarında ölümsüzlüğün yakalanması mümkünse, o zaman babam bugün de 27 Mayıs 1912’de ciyak ciyak ağlayarak dünyaya geldiği günkü kadar canlı.”
“Dokunaklı ve akıldan çıkmayan özel bir diyalog...
Yazarın canlı bir portresi.”
LA Times
20.yüzyıl İtalyan edebiyatının en güçlü isimlerinden Antonio Tabucchi, polisiye roman havasındaki Ufuk Çizgisi’nde okurunu yosun kokulu puslu rıhtımlara ve köhne mahallelere taşıyor. Hastabakıcı Spino’nun macerası, çalıştığı morga kimliği belirsiz bir delikanlının cesedinin getirilmesiyle başlar. Spino’nun bir liman kentinin labirentlerinde başlayan araştırmalarıyla; yıpranmış bir ceket, eski bir fotoğraf karesi ve birbiriyle ilgisiz görünen öykülerin etrafında, meçhul gencin hayat hikâyesi şekillenmeye başlar. Bu dedektiflik girişimi, Spino’ya da kendi hayallerini ve özlemlerini fark ettirecektir. Tabucchi’den “gözlerinde ufuk çizgisini taşıyanların” peşinde, tüm ihtimallere açık bir arayışın hikâyesi…
Ufuk çizgisi aslında geometrik bir yerdir.
Biz hareket ettikçe o da hareket eder.
Antonio Tabucchi
toprağın altını dinledik ve bulutlarıher şey uçuk mavi bir ıssızlıkta olup bitiyorduaramızda bir sır olmalıydı, bilmediğimbir şarkıyı bilir gibiydiben ona bir ağaç adadımo bana suları anlattıyaprağın damarını ve incecik çizgilerini hayatınsessizlik gibi kırılıyordu kelimelerionu dağılmış kelimelerden topladım
Elbet Herkes Düşünür Kendini
Ahmaklar Akıllılar
Korkaklar Patriyotlar
Buzdan Bir Nehrin Altında
Vuruyorken Gümüş Köpükleri Hatırlayan
Hatırlatan Ichthysin
Yüreği Solukdönüm
Benzer Kaya Yankısına
“Cinayet, soygun, yalan ya da bunun gibi bir suç karşısında duyulan nefretten daha güçlü olarak ilk çağlardan beri insanın temiz yüreğinde yer etmiş olan nefret... Aranan birini devlet erkine teslim etmeye karşı duyulan nefret...” Felaketin arifesi: 1932 yazı. Almanya’da geçim sıkıntısı zirveye ulaşmıştır. Oberweilerbach köyünde küçük çiftçiler iflasın eşiğindedir, büyük çiftçiler bile kredi sorunu yaşamaktadır. Özellikle kadınlar ve ergenler acımasız sömürünün kurbanlarıdır. Böyle bir ortamda, “kızıl” bir firari olan Johann Schulz, köydeki akrabalarının yanına sığınır, ne var ki arama ilanı kasabanın belediye binasına asılmıştır; Johann bir gösteri sırasında bir polisi öldürmekle suçlanmaktadır. Johann’ın başına konulan ödül köylüleri cezbeder, siyaseten ikiye bölünmüş toplumda polis katilini kimin ihbar edeceği bir tavır ve vicdan meselesidir çünkü Naziler köyde taraftar toplamaktadır. Kelle Ödülü’nü siyasi iradeden ve duygusallıktan soyutlanmış nesnel bir anlayışla kaleme alan Anna Seghers, Hitler hareketinin bir köydeki ilk gelişim aşamalarını hayranlık uyandıran ve nadir görülen bir yoğunlukla anlatıyor.
Katherine Mansfield, incelikli bir anlatıma ve keskin gözlemlere sahip nesriyle modern öykücülüğün önde gelen isimlerinden. Rus edebiyatından, özellikle Anton Çehov’dan etkilenen ve kendisinden sonraki öykücülerin tesirinden çıkamadığı yazar, 34 yıllık yaşamında Athenaeum, Rhythm, New Age gibi birçok dergide öykülerini yayımlamış, bunlardan bazıları yaşarken, bazıları ölümünden sonra derlemelerde yer almıştır. Tecrit, yalnızlık, mücadele gibi derin temalarda keşfe çıkan yazar, zengin diliyle okura canlı manzaralar çiziyor; neşe dolu çocuklar, münakaşa eden yetişkinler, hülyalı âşıklar ve daha nice karakter de capcanlı, özgün benliklerini sergiliyor.
‘Serbest’ öykünün başarısını Mansfield’a borçluyuz: Onu geleneklerden kurtardı ve dahası, ona beklenmedik bir itibar kazandırdı. Katherine Mansfield’ın, ardından gelenler için ne kadar çığır açıcı olduğu hemen idrak edilemeyebilir. İmgelemi alışılmadık meseleleri uyandırdı; bir öyküyü neyin öykü kıldığına dair düşünceyi sonsuza dek değiştirdi.
–Elizabeth Bowen
Abdülhak Şinasi Hisar, ilk romanı Fahim Bey ve Biz’de, Fahim Bey’in sıradan, fakat gelecekten bakıldığında tüm bir dönemin hareket, dönüşüm ve çelişkilerini içinde barındıran hayatını hikâye eder. Geç dönem Osmanlı dairelerindeki bürokratlığı, tüccarlık denemeleri, kimlik arayışları, tutunamayışlarıyla Fahim Bey, edebiyatımızın benzersiz karakterlerindendir.
Büyük aşklar yolculuklarla başlarVe serüvenciler düşer bu yollara ancak
Onlar ki dünyanın son umuduSoyları tükenen birer çılgındırlar
Ne bir adresleri vardı onların yeryüzündeNe de aşktan başka bir sığınakları
Ama yaşarlar dünyanın dört bir yanındaÖlümle alay ederler sanki
Derler ki,Son büyük serüvenci yaralıdır hâlâ
Kim çıkaracak bu beyaz koridordan beni?
donmuş bir bakışım zamanın avuçlarında
bakışımsız aynalarda hayatım paramparça,
gittikçe uzun, beyaz; giderek bembeyaz
o dar kapıdan geçebilmek için eriyorum
“Deniz merak edendi.
Merak edince adı değişti, körfez oldu.”
Simlâ Sunay, ilk öykülerini bir araya getiren İçbahçe’de, mekânın içindeki insandan insanın içindeki biricik mekânlara uzanıyor: Bir lojmanın grisine, bir otobüs durağına ya da bitmeyen bir yasa sıkışıp kalmış kadın kahramanlar, aynı özlemlerle ayrı yerlerde birbirlerini yankılarken sıva çatlıyor, beton kırılıyor, susam boy veriyor... Sema Kaygusuz’un deyişiyle, “düşünmeye baştan başlamanın cesaretini” kuşanmış, edebiyatın has işçiliğinden el almış bir kalemden, hem kendi bahçesini derleyen hem de ustalara selam duran bir ilk kitap.
Ev’lenince bilgeleşiyor insan. Ev’den çıkınca. Bütün’ü görüyorsun.Ve parçaları. Ayrım noktalarını. Sonrası daha kolay, sonrası kolay, diye yineledi içinden. Ruhunu çıkarıp çıkarıp serin sulara atmak içindi bu. Soğukta daha az hissedilir acılar. Çocukken yaralı dizlerini karlara gömmez miydi? Soğuk sızıları erteler...
Simone de Beauvoir soruyor, Jean-Paul Sartre cevaplıyor. Bu söyleşiler 1974 yazında Roma’da, sonbaharda Paris’te gerçekleştirildi. Sartre zaman zaman yorgun oluyor, bana düzgün yanıt veremiyordu; kimi zamansa ben esin bulamayarak sudan sorular soruyordum. Gözüme gereksiz görünen konuşmaları metinden çıkardım. Geri kalanını ise kronolojik sıraya az çok uygun kalmaya çalışarak temalara göre sınıflandırdım ve kolay okunabilir hale getirmeye uğraştım. Bilindiği üzere, bir kayıt cihazının sakladığı sözler düzgün biçimde yazılmış bir anlatıya pek yaklaşamıyor. Ancak konuştuklarımızı yazı diline uygun şekilde baştan yazmak da istemedim, doğallığını korumayı tercih ettim.
Simone de Beauvoir
Sevgili Hastam,
Benim için sadece bir “karar anı” dediğiniz iki kelimenin üzerinde biraz daha durmak isterim. Sizin açınızdan bakılınca basite indirgenen, benim açımdan ise, öbür hastalara, ya yer bulamazsam, diye sabaha kadar acı çektiğim bir andı.
112 Acil Komuta Merkezi’ni sürekli rahatsız ettiğim, vicdanen rahatlamak için sabaha kadar ortalıkta dolanıp onlardan haber beklediğim upuzun bir andı. Ailelerinizin resimlerini başucunuza koyup iyileşmeniz için oradan medet ummayı bilecek kadar acılara alışkın bir tecrübe anıydı. Nöbet gecemi her yönüyle doğru, etik ve bütün hastalara eşit mesafede geçirmek için bunca yıllık deneyimimi gözden geçirip hatalarımdan doğru bilgi damıtmaya çalıştığım bir andı. Velhasıl o küçücük karar anı bu meslek için adanmış bir ömürdü.
Sevgiyle…
Öte âleme geçene de, direnmeyi seçip kalana da selam ederim…
20. yüzyıl Avrupa yazınının en uç beylerinden Evelyn Waugh’un Adi Bedenler romanı, kaleme aldığı ve ekmek teknesi olarak gördüğü hatıraları gümrüğe takılıp gümrük memurlarınca yakılan, başına gelen trajikomik hadiseler sonucu nişanlısı Nina ile bir türlü evlenemeyen, nevi şahsına münhasır Adam Fenwick-Symes’ın başından geçenleri odağına alıyor. Yazar, Adam Fenwick-Symes’ın tam ortasında bulunduğu bu renkli fotoğrafa “Bright Young People” topluluğunu ve topluluğun kırılgan ilişkilerini, İngiliz sosyetesini ve sosyetenin iki dünya savaşı arasındaki hâl-i pürmelâlini de dahil ediyor: Trajediyle komedinin ustaca harmanlandığı, telefon konuşmalarının ve dedikoduların hem söylemde hem de kurguda önemli roller üstlendiği bir dünya, Adi Bedenler’de tasvir edilen. Waugh, yıllar sonra, ölümünden iki yıl önce yazdığı bir önsözde Adi Bedenler’in hiç hesapta olmayan bir kitap olduğundan bahseder. Kitabın kahramanı Adam Symes da hiç hesapta olmayan bir kaderin eline düşmüş biri olarak duruyor karşımızda; az sonra tam yanımızda bitecek, aşina bir yüz.
20 yüzyıl İtalyan edebiyatının en önde gelen isimlerinden Antonio Tabucchi’nin 1984 yılında yayımlanan kısa romanı Hint Gece Müziği, okurunu Hindistan’ın dolambaçlı coğrafyasında bir arayışın öyküsüne ortak ediyor. Mumbai’nin lüks otellerinde başlayan macera, doğu kıyılarındaki sefil pansiyonlarda, tren kompartımanlarında, sarsıcı taksi yolculuklarında, kiliselerde, hastane koğuşlarında ve dalgalı sahillerde devam ediyor. Gerçekle sanrının birbirine karışıp bulanıklaştığı sınırlarda, gölgelerin arasında “kendisine çok benzeyen” sevgili arkadaşını arayan kahramanımız, Hindistan’ın zamansız labirentlerinde aslında kimi ve neyi aramaktadır? Varış noktasından bağımsız olarak yoldaki karşılaşmalarla zenginleşen, arananın her köşe başında daha da uzaklaştığı, yolculuk içinde bir yolculuk ve yol üzerine bir tefekkür.
Bertolt Brecht Cesaret Ana ve Çocukları'nı İkinci Dünya Savaşı kapıya dayanmışken, 1938-1939'da yazdı. Cesaret Ana, 17. yüzyılda, Otuz Yıl Savaşları sırasında, savaş meydanlarını arşınlayarak bulduğu her şeyin ticaretini yapan bir satıcıdır. Ancak hayatta kalmak için verdiği bu mücadele, aynı zamanda geri dönüşsüz kayıplar anlamına gelir. Savaş karşıtı metinler arasında en başta gelenlerden Cesaret Ana ve Çocukları'nda savaşın dehşetine kapılanları, kendine karşı körleşerek kazandığını zannederken kaybedenleri, kötülüğe ortak olanları hatırlatır.
Victor Hugo, 1829'da yayımlanan Bir İdam Mahkumunun Son Günü'nde infazını bekleyen bir idam mahkumunu edebiyat sahnesine çıkarır. Claude Gueux'nün hikayesiyle, bekleyiş sırasında çektiği fiziki ve manevi acıların tarifiyle okuru toplumsal adalet üzerine düşünmeye, çarpıklıkları görmeye çağırır. Bir İdam Mahkumunun Son Günü, zamanın ötesinde bir bakışla yazılmış, sorgulamalarıyla güncelliğini koruyan bir eser.
Çağdaş İspanyol edebiyatının en önemli kalemleri arasında gösterilen Javier Cercas, ona dünya çapında ün kazandıran Salamina Askerleri’nden on beş yıl sonra, Karanlıkların Hükümdarı’yla bir kez daha İspanya İç Savaşı’nı edebiyata taşıdı. Yazar olmaya karar verdiğinden beri planladığı bu roman, Cercas’ın kendi ailesinin geçmişindeki karanlıklarda şekillenmiş durumda. Henüz on dokuzunda, evini, ailesini, tüm hayatını geride bırakarak Franco saflarında savaşa katılan ve bir daha geri dönmeyen Manuel Mena... Ve yıllar sonra, siyah-beyaz portresinden tanıdığı, ancak büyük bir aile sırrı ya da bir günahmış gibi, aile içinde hakkında hiç konuşulmayan bu delikanlı hakkında merakına, soru işaretlerine, tahminlerine gömülen bir başka adam, yazar, Cercas… Bir yanda kişisel duygular, amaçlar, fedakârlıklar, bir yanda tarihin uzun vadede tüm bunlara biçtiği yargılar. Şu an, şimdi, tarihin doğru tarafında olduğunu bilmek mümkün müdür?''Neredeyse seksen yıl önceydi savaş. Bizse kırklı yaşlardayız. Manuel Mena'nın uğrunda öldüğü davanın haksız olduğunu bilmek, çocuk oyuncağı bizim için. Ya onun için? Zamanın kazandırdığı perspektife sahip olmayan, daha sonra olacak şeyleri bilmeyen, gencecik, üstelik kasabasından dışarı pek çıkmamış biri için de kolay mıydı bu?''
“Bir kadının aşkı uğruna, istikbalimi, hayatımı, inançlarımı bir kenara koydum ve bir kez bile pişmanlık duymadım bundan. Bu utanç, bu aşk ve bu inatçı halimle bu çöldeyim ben de. Ariflerden biri, ‘İnsan eksik doğar, eksilerek büyür, ölünce tamamlanır,’ derdi. Eksik doğdum, eksilerek büyüdüm, âşık olunca tamamlandım. Şu dünyada yaşanan onca kötülüğe rağmen cennetim, ilk zamanlar tenburum, sözüm ve sonra da sevdiğim kadın oldu. Tenburumun telini sevdiğim kadının sesiyle buluşturan Tanrı’ya şükürler olsun. Yolculuk bizim muradımızdı, hakikat çölünde kaybolduk. Aşk yola düşmek değilse nedir?”
Eyüp bir sabah ısrarla çalınan kapısını açtığında, on yıldır görmediği oğlunun akranı iki kişiyle karşılaşır. Delikanlılar mesajlarını bırakıp ayrılırken Eyüp kendisine, oğluna ve geçmişine dair muğlak sorularla kalakalır. Aradığı cevaplar onu adım adım karanlık bir dünyanın eşiğine sürükler. Sorular çoğalır fakat cevaplar sorulara yetişemez. Sıkışıp kalmışlığın ortasında geriye tek bir seçenek kalır: Siderya’dan ayrılmak. Şehri terk etmekle günahlarından arınacağına inanan Eyüp onunla yolculuğa çıkacak altı kişiye ihtiyaç duyar. Altı adamı bulmak ve onları ikna etmekse hiç kolay değildir ve zamanı hızla tükenmektedir.
Yediler Teknesi Abdullah Aren Çelik’in üçüncü romanı. Bir marangozun hayatına odaklanan kitap, okuru kolay kolay unutamayacağı çarpıcı bir tanıklığa davet ediyor. Bir cevap uğruna heba edilen bir hayatın şaşırtıcı hikâyesiyle Yediler Teknesi insana, aidiyet hissine, yurt ve yurtsuzluğa dair sisteme yöneltilmiş sert bir eleştiri aynı zamanda.
Orhan Veli çocukları da çocuklar için yazmayı da seven bir şair.
Elinizdeki kitap, küçük okurları hem Orhan Veli’yle hem Nasrettin Hoca’yla tanıştırıyor; şiirseverleri ise usta şairle yeniden buluşturuyor.
“Bu fıkraları bulabilmek için birkaç kitap karıştırdıktan sonra gördüm ki ünü yabancı ülkelere kadar yayılmış olan bu milli kahramanın hikâyeleri daha hâlâ Türkçe olarak yazılmamış. Güzel bir üsluptan geçtim, okuduğum kitaplarda, doğru dürüst bir Türkçe bile yoktu. Bunun üzerine de, bu fıkraları okunabilir bir dille yazmanın, küçümsenemeyecek bir iş olduğuna inandım. Yazdığım Nasrettin Hoca fıkralarının, bugüne kadar yazılanların en iyisi olduğunu söylersem pek de böbürlenmiş sayılmam.”
Orhan Veli
Beni bir ömür sekiz köşeli şapkasının gözünde taşıyan babamı başımın üstünde taşımak için yeniden uzun ve karlı yollara düştüm.
Yirmi beş yıl sonra bir gece yarısı kapısını çalıp ona üç günlük bir yolculuk ve ömürlük sorular bırakan Heves Ali’yi âşıkların bayramına yetiştiren Yusuf, arabasının bagajında babasının eski bavulu, ön koltuğunda üç telli bağlaması ve port bagajında tabutuyla bu kez toprağına, evine, kendine doğru yol alıyor... Babamın Bağlaması’yla Âşıklar Bayramı’nın ikinci perdesi açılıyor, Yusuf o derin kuyudan çıkıyor: Upuzun bir yolda, geçmişin sırlarıyla, geleceğin belirsizliğiyle ve hevesinden arta kalanlarla yüzleşen Yusuf, aşka, ayrılığa, ölüme ve yalnızlığa yakılmış yepyeni bir türküye kulak veriyor.
Cevdet Kudret Roman Ödülü, Attilâ İlhan Roman Ödülü, Fransa-Türkiye Edebiyat Ödülü ve Sait Faik Hikâye Armağanı sahibi Kemal Varol, sinemaya da uyarlanan romanı Âşıklar Bayramı’nın devamı olan Babamın Bağlaması’nda, merhaba ile hoşça kal arasındaki derin vadide yankılananlarla yine akıllardan çıkmayacak bir yolculuğa çağırıyor.
Çünkü ayrılık, sadece bir insandan değil, artık içinde olmadığımız bir hikâyeden de mahrum kalmak demekti.
1988 yılında Abbey Yolu’nda Saul Adler’e bir otomobil çarpar. Adler düştüğü yerden kalkar, kız arkadaşı Jennifer Moreau’nun çektiği fotoğraf için poz verir. Adler zamana atılmış bir çentik olan bu fotoğrafı Doğu Almanya Cumhuriyeti’ne götürür. Ama geçmişin hayaletleri peşinde, henüz var olmayan bir geleceğin hem içinde hem dışında olduğu Doğu Almanya’da başı zamanla derttedir. 2019 Booker Ödülü adayı Her Şeyi Gören Adam, gördüklerimiz ve/veya göremediklerimiz, dikkatsizlik ve başkalarına verdiğimiz zararlar, tarihin ağırlığı ve onu görmezden gelmek için yaptığımız yıkıcı girişimler hakkında iddialı, eğlenceli ve heyecan verici bir roman. “Bir felsefe ve sanat eseri... Booker finalisti Deborah Levy’nin yazdığı her roman giderek mükemmele yaklaşıyor.” New York Journal of Books
Rus yazar Leon Fyodor Tolstoyevski’nin adını herkes biliyor, değil mi? Ama aynı kişi nasıl Anna Karenina ve Karamazov Kardeşler kadar farklı eserler yazmış olabilir? Okumadığımız Kitaplar Hakkında Nasıl Konuşuruz?, Önceden İntihal ve Peki, Ya Eserler Yazar Değiştirseydi? kitaplarının yazarı psikanalist, akademisyen ve denemeci Pierre Bayard’ın yaklaşık yirmi yıllık çalışmasının ürünü olan Tolstoyevski Muamması, iki büyük Rus yazarı tek isimde bütünleştirip eserleri arasında özgün bir bağ kuruyor. Edebi tarzını “teorik kurmaca” olarak tanımlayan Pierre Bayard, Freud’un çabasını devam ettirerek büyük Rus edebiyatının psikanalizini yapıyor. Çoklu kişilikler teorisinden yola çıkan Bayard, okuyucuya “Ben neden birçok kişiyim?” sorusunu yöneltiyor. Tolstoyevski Muamması, hem ciddi bir şaka hem de zekice yazılmış grotesk bir deneme. Edebiyata, özellikle de 19 yüzyıl Rus yazınına özgün bir perspektifle, bir kez daha bakmak isteyenler için!
“Bir Anın Anatomisi, İspanya’nın yakın tarihindeki kritik bir anı ele alan kurmaca dışı bir roman. Bu an, 23 Şubat 1981’de, Franco’nun ölümünden 6 sene sonra, 40 yıllık bir diktatörlüğün ardından İspanyol demokrasisinin ikinci başkanı seçilirken vuku buluyor. Bu an, askerlerin, darbecilerin, Frankocuların darbe yapmak amacıyla Temsilciler Meclisi’ne girdikleri ve ateş ederek tüm milletvekillerine yere yatmalarını emrettikleri an. Tüm milletvekilleri bu emri yerine getirdi, üç kişi hariç. Bu üç kişiden biri hükümetin lideri ve demokrasiye geçisin mimarı, ikincisi Komünist Parti’nin genel sekreteri, üçüncüsü ordu komutanıydı. Bu kitap işte bu anı, bu 3 isyankâr insanın ‘Hayır’ diyerek koltuklarından ayrılmamasını konu alıyor.” Javier Cercas (Everest Yayınları’na verdiği röportajdan) “Çağdaş İspanyolca edebiyatın şaheserlerinden biri.” Alberto Manguel ‘’21. yüzyıl Avrupa edebiyatının başyapıtı.’’ Jordi Garcia, El País “Askerler, politikacılar, farklı amaçlar ve iktidar tutkusunun Shakespearevari bir anlatımı.” Anne Chisholm, Sunday Telegraph
Gerçeği nasıl bilirsiniz? Yiğit Bener, sanattan edebiyata, eleştiri kültüründen nefret söylemine, toplumsal cinsiyet meselelerinden homofobiye, devlet geleneğinden örgütlenme ve iktidar olgusuna uzanan zorlu bir zemin üzerinde sorular ve cevaplarla yol alıyor: Çok yönlü bir bakış açısıyla işin hakikatine ve hakikatin masumiyetini nasıl yitirdiğine değinirken, bu olgunun artısı ve eksisi üzerine düşünmeye çağırıyor okuru. Gerçeğin Artısı’ndaki denemeler, “Sanat ve Edebiyatın Görece Özerkliği”, “Erkekler İçin Karar Verme Zamanı”, “Ölüm Kültürüne İnat” ve “Bir Başkadır Benim Devletim” anabaşlıkları altında, “iktidardan ırak ve iktidarsız, iktidar tanımaz ve her tür iktidara muhalif” niteliğini kaybeden gerçeğin izini sürüyor.
Fethi Naci’den Ahmet Cemal’e, Enis Batur’dan Orhan Suda’ya, Albert Camus’den Georges Simenon’a; edebiyat eleştirisinden çevirmenin masasına... 2001 yılında yayımlanan ilk romanı Eksik Taşlar’la başlayan yazı yolculuğunun yirminci yılını geride bırakan Yiğit Bener, Sakar Kalem’de okuma, yazma ve çeviri serüveninden yansıyan düşünceleri paylaşıyor okurlarla: Gerçekten edebiyatı dert edinerek, derdi gerçekten edebiyat olanlar için... Ayşe Sarısayın’ın sözleriyle: “Nedenlerini nasıllarını, öncesini ve sonrasını her yönüyle ele alarak, baş döndüren sorular silsilesiyle irdeleyerek, kesin bir yargıya varmadan, herkesin kendi yargısını oluşturabilmesi için tüm verileri ortaya koyarak...”
Her şeyden önce sessizlik vardı.” Kurbanın katilini, suçun hükmünü, sonucun sebebini, yaratılanın yaratıcısını aradığı öykülerle kurulmuş bu evrende, hikâyenin doğduğu o ilk ana, her şeyin öncesine bakıyor Yavuz Ekinci: Her söz sessizlikten doğuyor, sessizlikte kayboluyor. Yunus Nadi Öykü Ödülü’ne değer bulunan ve iç içe geçmiş öykülerden oluşan Bana İsmail Deyin, geçmişle bugün, gelenekselle modern, mitlerle gerçekler arasında dikkat çekici köprüler kuran Yavuz Ekinci’nin sonraki metinlerine de ışık tutan ipuçlarıyla dolu. Çok, çok uzun zaman önceydi. Karanlık, Sessizlik Kulesi’nde saklanıyordu. Toprak, su ve gökyüzü tertemizdi. Rüzgâr doğadaki bin bir kokuyu taşıyordu. İnsanlar içinde yaşadıkları dünyanın değerini biliyorlardı. En kutsal şeyleri su ve topraktı. Yazar, o günlerden kalma bir günün kısacık bir anını zihninde canlandırdı. Bunun için günlerce uykusuz kaldı.
“Hakiki bir mizah duygusuna sahip, gerçek bir yazar.” JAMES JOYCE
Fakirlik Edebiyatı, Flann O’Brien’ın Myles na gCopaleen mahlasıyla 1941 yılında İrlandaca kaleme aldığı, kırsaldaki İrlandalıların yaşantısını hicvettiği ve yıllarca daha bilindik eserlerinin gölgesinde kalsa da yazarın mizah duygusunun hiç eksik olmadığı bir roman.
Kitap, İrlanda’nın batısında, insanların yalnızca patatesle beslendiği ve evlerini domuzlarla paylaştığı Corkadoragha adında hayali bir köyde, hiç durmayan sağanak altındaki açlık ve sefaleti anlatır. Kitabın kahramanı Bonaparte O’Coonassa, dedesinin kendisine yol göstermesiyle hayata atılır. Daha küçük bir çocukken, “Gerçek İrlandalıların kaderi (kitapların söylediğine göre) her daim böyle olmuştur; yol boyunca doğuya ilerlerken vadinin kıyısında, küçük, kireç beyazı bir evde yaşamak da bu dünyada benim için güzel şeylerin olamayacağının doğduğumda bana sunulan kanıtıydı,” diyen O’Coonassa, İrlandalıların kaderinden kaçabilecek midir yoksa ona boyun mu eğecektir?
“Fakirlik Edebiyatı, çılgın komedisinin yanı sıra korkunç bir kötülük de barındırıyor. Aklıma gelen yazarlar içinde sadece O’Brien’ın dehası bu nitelikleri bu kadar iyi sentezleyebilir.” EVENING STANDARD
Sadece Türk toplumunun değil, bütün toplumların korkularım ve bekleyişini anlatan Melih Cevdet Anday, Gizli Emir'de "umudu" kaleme alır. Bekleyişin umutla başlayıp umutsuzluğa gidişinin oldukça ince bir ironiyle anlatıldığı roman, Salâh Birsel'in dediği gibi " Gizli Emir Türkçenin en güçlü romanlarından biri"dir. Zamanın ötesinden, zamansız ve mekansız olaylar, korkular, umutlar, bekleyişler... Her şeyin insan için olduğunu tüm çıplaklığıyla ortaya koyan Gizli Emir, kurtuluşu kendi içinde aramak yerine başkalarında arayanlara da çok şey anlatıyor. Kaptır söylüyorum sana oğlum, saymıyor musun beni? Bak, senin hükmün önündeki sanduğa geçer, belediyeye karışamam. Karıcık günler bugünler, emir gelecekmiş diyorlar. Emir gelirse ne yapacağız o zaman? Emir gelirse ne sanduğun kalır, ne bir şeyin. Anladın mı oğlum?
Modern zaman insanını tutsak eden "kuşku"nun merkeze alındığı İsa’nın Güncesinde Melih Cevdet Anday bireyin yalnız kalışını anlatıyor. Bir tür sanrıya dönüşen kuşku, endişe, gözetlenme korkusunun yarattığı bu yalnızlık; giderilebilir, dindirilebilir bir şey de değildir. Melih Cevdet Anday'ın nefis Türkçesiyle... Kurşunda bir oyun oynanıyordu, ben bunun dışındaydım, ama bir yandan da tümümüzün ağır bir uyumsuzluk ipinde bulunduğumuz duygusunu canlı olarak yaşıyordum. Bu duygu bir aldanma değildi kuşkusuz; hatta seslerin kesilmesi de bunun sonucuydu bence. Pamuk ipliği ile bağlı gibiydik birbirimize. İlişkilerimizin düzenini sağlayan kalıplarımıza bir giriyor, bir çıkıyorduk. Hem tek başımızaydık, hem bir aradaydık. Zaman denilen şeyin beş paralık değeri kalmıyordu. Yıldızlar gibi, birbirimizden habersiz dönüyorduk. Ses duvarını aşıp saltık bir sessizliğe gömülmüştük. Artık hiçbir şeyin anlamı yoktu.
Aslında Başkan yokmuş gibi düşün. Jacques Delors’dan bu yana bir daha hiç başkan olmadı! Ondan sonra gelenlerin hepsi kuklaydı. İplerini oynatan da Kabine. Avrupa Birliği’nin kalbi Brüksel’de kesişen yollar, çığırından çıkan olaylar ve kaderin cilveleri. Örtbas edilen siyasi bir cinayet, inancı sınanan bir katil, büyükbabasının direnişçi ruhuna sahip çıkan bir komiser, geçmişlerinin gölgesindeki eurokratların sürtüşme ve entrikaları, ortak Avrupa inancından vazgeçmeyen emekli iktisat profesörünün veda eylemi. Başkahramanı AB olan Başkent’in sokaklarındaysa başıboş bir domuz ve Auschwitz’in hayaleti geziniyor. Robert Menasse, uluslararası bürokrasi çarklarını ustalıkla hicvettiği romanında devirler, uluslar, kaderler ve duygular arasında geniş bir yay çiziyor.
“Robert Menasse, Başkent’te suç romanı ile toplumsal roman arasında gerilmiş yüksek bir tel üzerinde dengede duruyor...” Süddeutsche Zeitung
“Zarif bir üslupla kaleme alınmış, muhteşem kurgulanmış, kara mizahıyla düşünmeye sevk eden bir roman.” Andreas Isenschmid, Die Zeit
Doğduğumuzda Bizim için yaptırdığı sandıklara Gümüş aynalar Lacivert taşlar Ve Halep’ten kaçak gelen kumaşlar Dolduran annemiz Bir zaman sonra Bizi koyup o sandıklara Yol Rüzgâr Ve konakları fısıldayacaktı kulağımıza. Yalnız kalmayalım diye karanlıkta Çocukluğumuzu ekleyecek Avunmamızı isteyecekti O çocuklukla. Sırtımızdan jiletle akıtılan kanın Karıştığı uzun ırmağa Bırakıldığımızda Annemiz bu kadarını istemezdi Bu yüzden O uyurken Uzaklaştık Diyorduk sulara.
“O gün geldiğinde yalnız olacaksın.”
Seni kim hatırlayacak? Sözünün yankısı kaç kuşağa ulaşacak? Zamanın hükmüne ve ölümün mutlaklığına rağmen başardıkların kaç ömür daha yaşayacak? Kendinden ve sevdiklerinden vazgeçerek kucakladığın zafer, kimin zaferi olacak? Gücün bedelini ödeyince senden geriye ne kalacak? Her şey bittiğinde seni kim hatırlayacak?
2005 yılında Haldun Taner Öykü Ödülü’nü, 2007 yılında Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü kazanan; yapıtlarında geçmişle bugün, gelenekselle modern, mitlerle gerçekler arasında köprüler kuran Yavuz Ekinci, bu kez ne pahasına olursa olsun hayatta iz bırakmak için savaşanların hikâyelerine, babalarla oğulların ve kardeşlerin mücadelelerine odaklanıyor. Belki de Dünyanın Sonundayım güven ve iktidar ekseninde, insanlık tarihi kadar eski bir sorunun izini sürüyor: Dünyayı dize getiren o zalim, zamanı da yenebilir mi?
Basım Dili : Türkçe Sayfa Sayısı : 152 En / Boy : 13,5 x 19,5 Kağıt Cinsi : 2. Hamur Basım Tarihi : 2022
Mazide kalmış bir aşk hikâyesi. Şair Aspern’in sevdiği kadına yazmış olduğu ve kimsenin bilmediği eski mektupların peşine düşen saplantılı bir editör. Mektuplara ulaşabilmek için varını yoğunu ortaya koyan, Juliana’nın Venedik’teki konağında çok yüksek bir meblağa birkaç oda kiralayan editör amacı uğruna neleri göze alabilecek, hangi sınırları aşabilecektir? Saplantılı editör, Juliana ve yeğeni Tina’nın arasında, şair Aspern’in hayaletinin gölgesinde oynanan sürprizlerle dolu oyunu kim kazanacaktır? İlk olarak 1888’de yayımlanmış olan Aspern’in Mektupları, modern edebiyatın kurucu yazarları arasında sayılan Henry James’in gerilim inşa etmedeki ustalığının, karakter yaratmadaki gücünün parlak bir örneği.
Basım Dili : Türkçe Sayfa Sayısı : 132 En / Boy : 13,5 x 19,5 Kağıt Cinsi : 2. Hamur Basım Tarihi : 2022
“... Viyana’dan kahverengi gömleklilerin vahşetinden dolayı kaçtım. Şimdi siyah gömleklilerin cinnetinden İtalya’yı terk ettim. Başka bir yerde yeşil gömlekliler varmış. Amerika’da elbette gümüş renkliler... Yeryüzü bir gömlek çılgınlığı mı yaşıyor? ‘Öyle görünüyor. Ama bu durum kısa sürede değişecek. Hepsinin ortak rengi kırmızı olacak.’ ‘Kırmızı mı?’ ‘Evet, kan kırmızısı.’”
Yıl 1938. İkinci Dünya Savaşı patlak vermek üzeredir. Nazi zulmünden Paris’e kaçan Alman cerrah Ravic, sınır dışı edilme tehlikesine karşı mülteci otellerinde saklanmakta, çok düşük ücretler karşılığında iki Fransız doktorun hastalarını tedavi ederek hayata tutunmaya çalışmaktadır. Onun gibi bir mülteci olan şarkıcı Joan’la yaşadığı ilişki tüm karmaşasıyla devam ederken beklenmedik bir karşılaşma hayatının akışını bir anda değiştirir: Bir gün Paris sokaklarında dolaşırken Nazi hapishanesinde türlü işkencelerine maruz kaldığı Gestapo subayı Haake’yle karşılaşır ve önünde intikam hissiyle yüklü bambaşka bir yol açılır. Başkahramanın karmaşık ruhsal dünyasını büyük bir ustalıkla yansıtan Erich Maria Remarque, Zafer Takı’yla dönemin faşist terörüne başkaldıran edebi bir anıt inşa ediyor.
“Modern edebiyatta eşine az rastlanır türden tarihi bir tanıklık ve bir aşk rapsodisi.” FRANKFURTER ALLGEMEINE ZEITUNG
Basım Dili : Türkçe Sayfa Sayısı :524 En / Boy : 13,5 x 19,5 Kağıt Cinsi : 2. Hamur Basım Tarihi : 2022
Beş arkadaşın hayatını değiştiren bir sır, şişede durmayan hatıralar, fikrini arayan bir doktora tezi, dikiş tutmayan bir şimdiki zaman, kahramanlara boş vermiş bir gelecek... Ve çok uzaklarda bir yerde, bütün kaygılardan azade parıldayıp duran, giderek afili bir masala dönüşen geçmiş...
Viyana’nın küf kokulu kütüphanelerindeki nafile mesaisine ara verip eski sevgilisinin düğününe katılmak üzere İstanbul’a dönen genç bir adamın on günlük macerasının romanı bu: Ayrılan yollar, biten aşklar ve yarınlar belirsizleştikçe kusursuz kontrastıyla gözümüzü alan o eski günler...
Bugünün gerçeğine etkileyici bir dikkatle eğilen ve zamanın ruhunu incelikle okuyan Devrim Alkış, hepimizin iç sesinden yankılar taşıyan cesur bir dille, “tarih bitince” başlayan döneme, dayanağını yitiren dünyaya bakıyor. Hikâyesini kaybetmiş insanın “tarihin istenmeyen tüyleri”yle imtihanına...
Geleceğin umudunu, geçmişi iyimser bir mite dönüştürererek derlemeye çalışan zamane insanının fotoğrafını çekiyor Sene 84: Gülümseyin, Gripin kadını size bakıyor...
Basım Dili : Türkçe Sayfa Sayısı :220 En / Boy : 13,5 x 19,5 Kağıt Cinsi : 2. Hamur Basım Tarihi : 2022
“Olumlu yönde siyasi ve toplumsal değişim için yalın, apaçık bir manifesto.” Paschal Donohoe - İrlanda Ekonomi Bakanı
“Gücü beklenmedik bir ironiyle etkisiz hale getiren, size bir neşter ve bir çiçek vererek günümüzü anlamanızı sağlayan dehaya sahip. Ece Temelkuran’ın büyüsü bu.” Roberto Saviano - Yazar
“Üstesinden gelebileceğimiz bir kederden mustarip olmak. Henüz sahip olmadığımız bir özgürlüğe hasret kalmak. Bunlar, Beethoven’ın ruhumda bıraktığı duygulardı. HepBeraber de bende aynı duyguları uyandırdı.” Yanis Varoufakis - Yazar, ekonomist, siyasetçi
Dün için pişmanlık duymak ya da gelecekteki daha iyi günleri beklemek yerine “hemen, şimdi için” düşünen ve umut eden yeni bir politik-duygu anlatısı... Ece Temelkuran, her yerinden sökülen bir dünyada her şeye rağmen insana inanmanın büyüsüne dair bir manifesto sunuyor HepBeraber’de: Güzellik yaratmanın insanlığın kaderi olduğuna inanmayı seçenlere politik bir değişim için ahlaki bir sözleşme öneriyor. Şimdiye dek dört dilde yayımlanan HepBeraber, önümüzdeki günlerde üç dilde daha okurlarıyla buluşacak.
“Bugün yabancılaştırılmayacak kadar insan kalbine yakın, siyasi kutuplaşmayla parçalanamayacak kadar güçlü sözcüklere ihtiyacımız var. Bu sözcükler nefes almak kadar vazgeçilmez olmalı ve her dilde aynı anlama gelmeli. Nefes alma hakkımızı talep eder gibi, öylesine doğal ve zahmetsiz bir biçimde, beraberce arkalarında saf tutabileceğimiz sözcükler olmalı bunlar. Böylece bizi bastırdıklarında, kesin olarak bileceğiz ki, nefes alma hakkımızı inkâr ediyorlar.”
Bu kitapta doksanlı yıllardan itibaren İstanbul taksilerinde yaşadıklarımdan bir demet sundum okurlarıma. Turistleri, savunmasız yaşlıları, özellikle de yaşlı kadınları hedef alan taksici eziyetine sık maruz kalmış biri olarak yazdıklarımın çok kişinin yüreğine dokunacağına inanıyorum. Amacım, İstanbul’un taksi şoförlerini incitmek değil, sorunun çözümünü engelleyerek İstanbulluları kendi çıkarları için mağdur edenlere dikkat çekmek. Mesleklerini hakkıyla, namusuyla yapan çilekeş sürücülere ise saygılar olsun!
“İstediği her şeyi büyük bir tutkuyla istiyordu: Bir lambayı, oynak bir şarkıyla dans etmeyi, beni, bir şeftaliyi, sevişmeyi, lezzetli bir yemeği... Ama tutkuyla istediği her şeyden o tutku kadar güçlü bir aldırmazlıkla vazgeçebileceğini de hissediyordum. Her şeyi isteme hakkına, her şeyden vazgeçme gücüne sahipmiş gibi davranıyordu. Sanırım isteklerindeki doğal sınırsızlık, vazgeçebileceğine olan büyük inancından kaynaklanıyordu. Vazgeçebileceğine olan inancını kaybettiğinde istemekten de vazgeçecekti.”
Ahmet Altan’ın “O benim sevdiğim kadın” dediği Hayat Hanım hapishanede doğdu ve şimdiden edebiyat tarihinin unutulmaz karakterleri arasına girmeye aday.
Avrupalı eleştirmenlerin büyük övgüsünü toplayan, 2021 Femina Yabancı Roman Ödülü ile 2021 Transfuge En İyi Avrupa Romanı Ödülü’nü kazanan Hayat Hanım, sizi bu olağanüstü kadınla tanıştırmakla kalmayacak, her şeyin çürüdüğü bir toplumda hayata tutunmaya çalışan insanların mücadelesine de ortak edecek.
Herkesin lunaparklardaki atış poligonlarında duran kukla hedefler gibi bir vuruşla devrilip kaybolma ihtimaliyle yaşadığı günlerde, aşkın dönüştürücü gücüne yeniden inanacaksınız.
Hayalleri, masalları ve yenilgileri olmayan insan, yaşadığını söyleyebilir mi? Ya o tutku ilişkileri? Bizi bir yerlere götüreceğine hep inanmak istediğimiz, o aşklar, o sevgililer? İlişkilerimizde duvarlar ören ve bunu bize hissettiren kimdir aslında? Kendini kazanmanın bedeli, birilerini kaybetmeyi göze almak mı? O hayalleri yolun neresinde yitiriyoruz? Lunapark Kapandı, bu sorulara yanıtlar arayanların, diğer yandan da gidenlerin, gitmeyi bilenlerin ve hep aynı yerde kalanların, kendilerini bir odaya tutsak edenlerin hikâyesi... Geriye, bir düzen kurduklarına inananların, oyunlarına sığınanların hayatın neresinde olduklarını sormak kalıyor...
Ve roman bir gerçeği gösteriyor; bu yalanlarımızla o kadar kalabalığız ki aslında...
Hazan, sonbahar demek. Hüzünle akraba olan bu sözcüğün bir başka anlamı özlem ve ayrılık mevsimi… bir diğeri sararıp solmuş, eski canlılığını kaybetmiş kimse.
Kimi tanımlarında kendimi bulduğum bu kelimeyi çok sevdim ve madem ben de sonbahar mevsimindeydim ömrümün, kitabımın adını HAZAN koydum.
Veda ile başlayıp Umut- Hayat- Hüzün ve Hayal ile sürdürdüğüm otobiyografik yolculuğumu Hazan ile noktalıyorum. Kitabın hüzün dozu aşırıya kaçmasın diye komik ve mutlu anılarımdan da seçtim siz okurlarım için. Hayat bir döngüdür, baharer geç gelir ve yaza kavuşur. Benim bir kışgünü yazmaya başladığım Hazan ile siz bir yaz günü buluşacaksınız. Yaz mevsiminizin mutlu, huzurlu geçmesi dileğiyle Keyifli okumalar diliyorum.
Ayşe Kulin
Georges Perec ve Oulipo yazarlarından, sözcüğün gerçek anlamıyla benzersiz, sıra dışı bir edebiyat kurmacası, bir çoğul anlatı, bir “hiper-roman.”
Yolculuğun öyküsü 1979’da başladı. Perec o yıl Kış Yolculuğu adında bir öykü kaleme aldı. “Henüz yazılmamış olması gereken” dizeler ve satırlarla örülmüş “imkânsız” bir kitabın öyküsüydü bu. “Gerçek” olması halinde, dünya edebiyat tarihini devasa bir “önceden intihal” vakasına indirgeyecek bir başyapıt.
1992 yılında yolculuğun seyri bambaşka bir hal aldı: Oulipocu Jacques Roubaud, Kış Yolculuğu’na bir devam öyküsü yazdı. Kış Yolculuğu’nun peşine düşen bu öykü, takip eden yıllarda Oulipo yazarları tarafından kaleme alınacak yirmi öykünün ilkiydi. Bu takipçi öyküler, sonunda, türünün ender örneklerinden birine, müthiş bir edebiyat deneyine, Kış Yolculuğu ve Peşindeki Öyküler’e dönüştü.
Perec’in öyküsünden kırk iki yıl sonra, bugün, bu yolculuk yeni, farklı bir durağa varıyor. Ayberk Erkay’ın davetiyle bir araya gelen Türkiye’nin önde gelen çevirmenleri bu çoğul yaratının Türkçedeki sesleri oluyor, bu ünlü Oulipocu yolculuğa katılıyorlar.
Kış Yolculuğu ve Peşindeki Öyküler, okuru, Georges Perec’in yazı labirentleri ve Oulipo 'nun sonsuz ihtimaller evreniyle buluşturmasının yanı sıra Türkçenin değerli çevirmenlerini bir araya getirmesiyle başlı başına bir edebiyat olayı.
Bu site Ticimax® Gelişmiş E-Ticaret sistemleri ile hazırlanmıştır.
Internet Explorer tarayıcısının 9.0 ve daha eski sürümlerini desteklememekteyiz. Web sitemizi doğru görüntüleyebilmek için tarayıcınızı güncelleyebilirsiniz, güncelleyemiyorsanız başka bir tarayıcıyı ücretsiz yükleyebilirsiniz.