Toplumlar daima kendi düşünür, bilim adamı ve sanatçılarının özgün yaratıcı ürünleri oranında, adlarını evrensel uygarlık tarihine yazdırmışlardır. Yaratıcılık merak etmek, araştırmak, öğrenmek, sentez ve analiz yapabilmektir. Kitapta bu düşünce ile çağının ileri teknolojisine sahip Roma uygarlığı incelemeye alınmıştır. Amaç yaratıcılık sürecini araştırmak ve okuyanın merak duygusunu harekete geçirebilmektir. Burada yaratıcılığın sırlarını bulmak için denize açılan dört hocanın öğreti ve merak dolu bir yolculuğu ile karşılaşacaksınız. Bu öykü aynı zamanda geçmişten ders çıkartmayı, yeniliklerin kapısını açmayı ve geleceği görebilmeyi arzulayan kişilerin de bir yolculuğu olacaktır.
Kitabın adını ve ismimi okuduktan sonra kitabı çevirmiş ve arka kapakta neler yazdığını merak etmiş olmalısınız. Acaba bu kitap neden bahsediyor? Ben öyle yapıyorum. Kitap hakkındaki ilk kanaatiniz belki de burada oluşacak. O halde buyurun: Otuz yıldır yazma hayali olan bir adamın nihayet ilhamını bularak kaleme aldığı Aynadan Okuduğum Hayaller kitabı, aşağı yukarı herkesin her zaman konuştuğu fakat yeterli sonuçlara bağlayamadığı konuları, bir yazar adayının bir yandan kendini keşfederken bir yandan da bu keşfi kelimelere döken samimi yaklaşımlarını anlatıyor. İnsan tipolojilerini, davranışlarını irdelerken uzun yıllardır araştırdığı ve inandığı doğruların bir dip akıntısı şeklinde kullanarak, güncelliğini yitirmeyen konularla ele alan çeşitli alt bölümlerden oluşmaktadır. Yazar insanların çoğunluğunda gerçekleşemeyeceğini bildiği doğruları hayal olarak niteliyor ama her şeyin bir hayalle başladığını da bilerek konuları aynadan yansıyan değişik persfektiflerden okumaya çalışıyor Tek amacı, okurlar için konulara başka bir bakış açısı ulaştırabilmek ve düşünce algoritmalarına katkı sağlayabilmektir. Şayet benim gibi kolay ikna olmayanlardansanız, kitabın önsöz/giriş/takdim/ilk bir sayfasına şöyle bir göz atmak da isteyebilirsiniz, Kendi hayatınıza bir nefes olması ümidiyle.. Bahadır Çimenler
Pascal, “Üslûp, yazan insanın kendisidir.” derken; bu vurucu söz aynı zamanda elinizdeki kitabın neden yazıldığına dair bir karinedir. Yazarın amacı; ruhumuzu yeri geldiğinde törpüleyen yeri geldiğinde zenginleştiren müziğin “Altın Çağı”nın mimarlarının yaşantılarını, tekâmül evrelerini bizlere göstermektir. Onların hayat hikâyelerini okuduktan sonra; kulaklarınıza değen notaları artık başka bir boyutta ruhunuzu tatmin etmeye başlayacaktır çünkü kanaatimizce sanatçının eseri, onların ruhunun yansımasından başka bir şey değildir.
Türk mutfağının vazgeçilmez yemeklerini hepimiz severek yeriz. Yemek önemli bir konudur; sofraların tadını ve kalitesini artırmak için tarifler aranır, yemekleri güzelleştirmek için çeşitli püf noktaları öğrenilmeye gayret edilir. Yemek menüleri her zaman gelişmeye değişmeye açık bir konudur ve insanların en çok özen gösterdiği şeylerden biridir. Hem yemek başka açıdan da önemlidir ki fizikî olarak bedeniniz ne kadar kendini iyi hissederse ruh hâlinizde bu durumdan sandığınızdan daha çok etkilenir. Tam bu noktada elinizdeki eserle verilen tarifler, malzemeler ve yemek yapma şekilleri mutfağınızda harikalar yaratırken keyifle vakit geçireceksiniz.
Sosyalizmin hedefleri ve birlikte getirmiş olduğu sorunları tartışmanın ve bunun üzerine akıl yürütmenin önemi büyüktür.
Serhan Kınıklı’nın “Sosyalizm” kavramını inceleyen bu kitabı, sosyalist fikirlerin kavramsal tanımlarını ele alınıyor.
Tarihler boyunca özgürlüğün anlamını ve değerini aramakla meşgul olan insanın değişen yüzyıllarda şekillenen ve zaman zaman özgürlük terimiyle çelişebilen ideolojileri ünlü filozofların fikirleriyle anlatılıyor.
Bireyin topluma bağlılığının bilincine varması ile bu bağımlılığı pozitif bir varlık, organik bir bağ, koruyucu bir güç olarak değil de doğal haklarına hatta ekonomik varlığına tehdit midir? Yaşadığımız dünyada dünü ve bugünü ile kapitalist sistemin kurbanı olarak ekonomik kargaşalara değiniyor.
Sosyalizmin tarihsel gelişimini araştırmak isteyen okuyuculara kaynak olabilecek nitelikteki kitabı ilgiyle okuyacaksınız.
İnsanoğlu, tarihin belli bir bölümünde, yaşadığı çağla geçmiş dönemler arasında benzerlikleri fark etmiş ve geçmişle bugün arasında geçmiş, şimdi ve gelecek içerisinde yer alan zamansal bir bağ kurmuştur.Marx ve Engels, diyalektik yöntemlerini tanımlarlarken genellikle diyalektiğin temel niteliklerini formüle eden filozof olarak Hegel’i gösterirler. Ancak bu, Marx ve Engels’in diyalektiğinin Hegel’in diyalektiği ile aynı olduğu anlamına gelmez. Gerçekte, Marx ve Engels, Hegel diyalektiğinin idealist kabuğunu bir yana iterek, onun yalnızca rasyonel özünü almışlar ve onu daha da geliştirerek, ona modern, bilimsel bir biçim vermişlerdir.Marx’ın felsefi sisteminin temelinde sadece dünyayı anlamak, algılamak düşüncesi değil, bunun da ötesine geçen dünyayı değiştirmek düşüncesi yer almaktadır.Marx ve Engels tarafından kurulmuş olan tarihsel materyalizm, tarih ve toplumların sosyo-ekonomik gelişiminin diyalektik bir süreçle ilerlediğini öne sürer. Kültür, siyaset ve toplumsal gelişmeler üretim tarzı dolayısıyla ekonomiyle yakından ilgilidir.
Bu bağlamda, ekonomi ve üretim biçimi toplumun alt yapısını; kültür, sanat ve felsefe de üst yapısını oluşturur.
Joseph Stalin’in yazdığı Diyalektik Materyalizm ve Tarihsel Materyalizm adlı bu eser, Marx’ın tarihsel materyalizm ile ilgili görüşlerine günümüzde tekrar güncellik kazandırmıştır.
Saatler mahvolur ve bizim emrimize verilir. Zaman, ebediyetin insana ait olan yegâne, küçük bir parçasıdır ve tıpkı hayat gibi, hiçbir zaman geri gelmez. Bu zaman içinde, kendi kendine yardım etme ruhu, insandaki bütün gerçek gelişmelerin köküdür. Dışarıdan gelen yardımın etkisi çoğu zaman az olur. Fakat içeriden gelen yardım, insana mutlaka enerji verir. Unutmayın ki, bir şeyi mükemmel yapan ufak tefek şeylerdir. Mükemmellik ise ufak tefek bir şey değildir! Azimle yürünen yolun sonunda mutlaka başarıya açılan bir kapı vardır.
Sosyalizmle ilgili olarak yazılan ilk Türkçe kitaplardan birisi. Aslında bir tanıtıcı kitap belki de uzunca bir broşür. Basit, kısa ve şematik anlatımıyla, sosyalizm hakkında bilgi sahibi olmak isteyenlerin ilgiyle okuyabilecekleri bu kitap, sosyalist düşüncenin doğuşunu, gelişimini, diğer düşüncelerle olan ilişkisini, içinde bulunduğu 1920’ler Türkiye’sinden bakarak uluslararası plandaki durumunu, çok teknik ayrıntılara girmeden ana hatlarıyla, sıradan okurun da anlayabileceği bir dille anlatmaktadır.
Sven Anders Hedin tarafından kaleme alınan bu kitap, Orta Asya’nın gördüğü büyük kâşif Sven Hedin’in, 1927-1929 yılları arasında büyük bir kurul ile yaptığı keşif gezisini konu alıyor.
Sven Anders Hedin, hayatı boyunca tek başına seyahat etmiş; ancak bu gezi için arkeoloji, jeoloji, antropoloji ve meteoroloji gibi konularda uzman profesörler ve öğrencilerinden oluşan 60 kişilik bir gruba önderlik etme görevini üstlenmiştir.
Sven Anders Hedin, 60 kişilik bu kafileyi bir arada tutmayı ve işleri iyi yürütmeyi başarıyor.
Yolculuğa başladıklarında, kafileye Çin askerleri eşlik ediyor. Kafile, pek az Avrupalının görmeye vâkıf olduğu Hami Şehri’nde konaklıyor.
Hastalık ile doğal engeller ile ve keşfedilecek daha birçok şey ile mücadele eden bu kafile, geziyi tam iki yılda tamamlamıştır.
Çöl iklimi hakkında oldukça ayrıntılı fikir edinmemizi sağlayan bu kitap, Türklüğü ve Türklüğün tarihini çok ilgilendiren bu önemli eser, dikkatle okunmaya değer.
Elinizdeki bu kitapta üç öykü bulunmaktadır.Bunlardan ilki Mavisakal adındaki bir Fransız asilzadesinin trajik hayatı üzerinedir. Mavisakal adındaki masalın dayandığı öykünün anlatıldığı bu bölüm, Mavisakalın bir biyografisi niteliğinde de değerlendirilebilir. İkinci öykü “Ormanda Uyuyan Dilber” ismini taşımakta ve yüz yıl uyuyan prenses adlı çocuk masalının dayandığı hikayeyi anlatmaktadır. Arkaplanda zaman kavramının tartışıldığı bu öykü, zamanın ne olduğuna ilişkin ilginç tanımlamaları da barındırmaktadır. Üçüncüsü de Gömlek adını taşımakta ve mutluluğun ne olduğu üzerinedir. Çeşitli yaşam tarzlarının mutluluğa götürüp götürmediği derinlemesine sorgulanmakta, kimi zaman da bu sorgulamalar felsefi bir nitelik kazanmaktadır. Tolstoy’un İnsan Ne İle Yaşar adlı romanıyla karşılaştırılabilecek bu öykü kesinlikle okunması gereken bir öykü olarak değerlendirilmektedir.
Mihail Yuryeviç Lermontov (1814-1841)
Rus yazar ve şair. Şiirleri edebiyat çevrelerince çok beğenilen Lermontov’a Puşkin’in ardılı gözü ile bakılmaya başlanmıştır. “Çağımızın Bir Kahramanı” adlı romanıyla büyük bir beğeni toplamıştır.
1841 yılında Puşkin gibi bir düelloda, yirmi yedi yaşında ölmesi büyük bir üzüntü yaratmıştır. Rusça dışında beş dil bilen yazar sürgün olarak görevlendirildiği Kafkasya da kaleme aldığı İsmail Bey isimli eseri ölümünden iki yıl sonra, 1843 yılında yayınlanmıştır.
Bir Rus olarak yetiştirilmiş olsa da Çerkez çocuğu olduğunu asla unutmamış olan İsmail Bey, geçmişin intikamını, yaşayamadığı yılların öcünü alabilmek için dünyalar güzeli Zehra’yla bile ilgilenmemişti.
Abisi Roslan Bey’in gece baskınları ile intikam alma fikrini ise kesin olarak kabul etmedi. O, akan kanı ve intikamını düşmanının gözlerinde görmek istiyordu. Ve bir çarpışmada yaralanarak öldü.
Yıkanmak için soyulduğunda, göğsünde Rus subaylarına verilen Sen Jorj nişanı vardı ve bu yüzden gömülmeyi de hak etmiyordu! Neden mi?
"İnsanlığı yetişkinler ve çocuklar olarak, yaşamı da çocukluk ve yetişkinlik olarak ikiye ayırırsak, her iki dönemde de sayısız çocuk yine var olacaktır. Sadece bizler kendi çatışmalarımıza ve endişelerimize gömüldüğümüz için onları fark etmiyoruz tıpkı eskiden kadın haklarına, çiftçilerin dertlerine ve baskı altındaki halkların ve ulusların sorunlarına kör olduğumuz gibi. biz düzenimizi çocukların bizi mümkün olduğunca az rahatsız edeceği, gerçekte kim olduğumuzu ve ne yaptığımızı bilmeyecekleri şekilde kurduk."
2.Dünya Savaşı'nda kendisine sığınma hakkı tanınmasına rağmen yetimhanesindeki çocukların elinden tutarak soykırım kamplarına giden Janusz Korczak, Bir Çocuk Nasıl Sevilmeli adlı eserinde işte bu düzeni yıkıyor. Dört ana bölümden bu eşsiz kitapta hem anne babaların hem eğitmenlerin hem de bir zamanlar çocuk olan bizlerin dünyaya ve çocukluğa dolayısıyla da yetişkinliğe bakış açısını kökten değiştirecek pedagojik bilgiler, örnekler ve anlatılar bulacaksınız. Her bir sayfada "çocuğun henüz herhangi bir ket vurulmadığı için bizden daha güçlü olan duygusal dünyasını" daha yakından tanıyacaksınız. Yatılı okulda, yaz kampında ve son olarak yetimhanede çıkacağınız bu yolculuğu tamamladığınızda her çocuğa ve kendinize bambaşka bir gözle bakacağınız şüphe götürmez bir gerçek.
Felsefe, yaşam, ölüm meseleleriyle her bilimden daha çok ilgilidir. Onun için tinsel yaşamımızın doğal gelişiminden doğmuş zihinsel bir eğlemdir. Bilimlerin gelişmesiyle gereksizliği değil aksine gerekliliği sabit olur ve bilimsel gelişmeleri oranında önemi artar. Çünkü bilimlerin düzenleyicisi odur. Hiçbir bilim evren ve yaşam hakkında felsefe kadar kapsamlı dolayısıyla eylemlerimiz ve emellerimizle uyumlu bir kuram oluşturup pratik bir ilke veremez. Aklın en son akıl edebildiği şey kendisi olmuştur. Öncelikle anlama merakı sonra hayret, ara sıra beklenilmeyen keşifler zihni heyecanlandırarak çevre âleme ilgisini artırmış, sonunda şüphe büsbütün araştırmaya öncü olmuş. Bilimler de felsefe de bundan doğmuştur. ... Değerli felsefeseverler ve okurlar, Yukarıda çok kısa bir bölümünü sunduğum Rıza Tevfik’in Felsefe Dersleri felsefeye, hayata ve olaylara bakış açınızı değiştirecek nitelikte bir eserdir. Herkesin okuduğunda kendisinden bir parça bulacağı bu kitabı, okumanızı şiddetle öneriyorum. Keyifli okumalar dilerim. Güngör KİBAROĞLU
“Gelişmemiş, çocuksu kişiler, bu dünyanın gerçek olduğuna inanırlar. Onlar, dünyayı ve hayatı görürler ve gerçek sanırlar. Sonsuz bilinci ise göremezler. Bu evren, uzun bir rüyadan başka bir şey değildir. Hiçbir şey, bir rüyadan daha fazla gerçek değildir.”
Önemli Rus yazarlarından olan Maksim Gorki, 1868 yılında köylü bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Beş yıl Rusya’yı gezerek edindiği izlenimleri sayesinde toplumcu gerçekçi bir anlatı dili benimseyen Gorki, etkileyici betimlemeleriyle Rus Edebiyatı’nın öncü isimlerindendir. Anneannesinin masalları ve gözlemleri ile harmanladığı eserlerini, yoksulluk ve acı dolu romanlarına yansıtmıştır. “Rus İhtilalinden Sahneler” adlı öyküsünde, gerçekçi karakterlerin yaşadıkları hayatlardan birer kesit sunulmaktadır. Birçok roman, öykü, oyun ve anı yazmış olan Gorki’nin bu etkileyici eserini okurlarımızla paylaşmaktan mutluluk duyarız.
Ne işim vardı?
Bu dünyada,
Bir bilsem!
Bir bilsem kurtulmayı...
Sanki duvarlar üzerime geliyor.
Hapisten da ağır gurbet.
Bir bilsem sevgilim,
Yaşamayı,
Bir bilsem yanına gelmeyi,
Bırakırım zamanı,
Bırakırım hayatı.
Bir bilsem uçmayı,
Uçarım uzak diyarların sessizliğine...
Seninle ulaşırım yarınlara.
Bir bilsem keşke,
Bir bilsem...
Dünyadaki en güçlü duygu SEVGİ…
Hey güzel çocuk! Sen hiç ateş böceği gördün mü? Ben gördüm. Peki, sizler hiç uçan evler gördünüz mü? Hadi bunu biraz düşünelim. Ama bir dakika, biliyor musunuz bu kitabın kahramanları görmüş. Kim mi onlar? Çölgeçen ile Gökbelen… Bu ormanda ne yapıyor olabilirler? Çok mu merak ettiniz! Haydi, o zaman şu meşhur ormanı bir ziyaret edelimde ne yapıyorlarmış öğrenelim…
Ne dersiniz? …
Nesi vardı bu yetişkinlerin?Sanki bizi tatile değil de, deneme sınavına gönderiyorlarmış gibi davranıyorlardı.Alt tarafı on günlük tatile çıkıyorduk! Ne vardı bunu abartıp bu kadar üzülecek?Bekle bizi hayalimdeki tatil!Bekle bizi ABÇ! Mobil Hayri ve arkadaşları geliyor.
“BaşarılıyMIŞ gibi, çok bilgiliyMİŞ gibi, sadıkMIŞ gibi, ehilMİŞ gibi, seviyorMUŞ gibi, mutluyMUŞ gibi, dürüstMÜŞ gibi, dostMUŞ gibi, ahlaklıyMIŞ gibi ve daha birçok MIŞMIŞ’lık bir salgın hastalık gibi bizi kuşatıyor.” Yazar, insanlığın bir çağ geçişi yaşadığı tezini ortaya koyuyor ve nasıl bir çağa evrildiğimizi sorguluyor. Herşeyin hibritleştiği bir zamanı, yine hibrit bir çalışmayla anlamaya çalışıyor, birlikte sorgulamaya, düşünmeye çağırıyor. Felsefe, toplumbilim, ruhbilim, sanat ve edebiyattan dem vurup, yaşamları işgal eden herşeye inat, okuyucunun hiç zamanını almadan aşmaya çalışıyor, düşünsel üretimin önündeki engelleri… Daha çok insanı bu sürece katma çabası ve bunun da yaşamaya değer bir çağın inşasına katkı sağlayacağına olan kanı yatıyor, Yazar’ın kaygılarında… “Her okur aynı kitaptan farklı şeyler okur!” “Başkalarının fikirleriyle yaşayanlar köle olmaktan kurtulamaz!” “Okumadan yazma, yazmadan konuşma...” “Güzelliğin kuvvetten en önemli farkı, rutini sevmemesidir.” “Doğru cevaplar, doğru soruları gerektirir!” “Kimilerini gerçekleriyle tanıdım, kimilerini yalanlarıyla...” “İnsan anizotropik'tir.” “Yaşlanmayan şey ölmez.” “Sevginin binbir çeşidi vardır, tür tür, renk renk... Nefretse tektir.” “İnsan unutur, tarih unutur, ama sanat ve edebiyat unutmaz.”
Sahip olduğumuz ömür gerçekten sahil kumlarına yazılmış yazılar gibidir. Bir dalga gelir, kendisini alıp götürür, geride hiçbir iz kalmaz.
Enerji ve zamanlarının kısıtlı olduğunu ve önce kendi hayatlarına bakmaları gerektiğini bilen insanlar sorumluluklarının farkındadırlar. Öğrenmeye açıktırlar. Esnektirler. İnsan onuruna saygı duyarlar. Hep haklı olmayabileceklerini bilirler. Hata ve kusurlarını kabule hazırdırlar. Emek olmadan ürün olmayacağı için bir şeyleri elde etmenin yolunun emek ve gayretten geçtiğini bilirler. Sağlıklarına dikkat ederler. Dünya ve ahiret dengesini kurmaya çalışırlar. Ve en önemlisi kendilerine olan hâkimiyet ve kontrolü insan iradesinin el verdiği ölçüde neredeyse hiç kaybetmezler.
2050-Dünya
Teninde hissettiği kristalimsi gölge gerçek ve hayal arasındaki bir gölgeden ibaretti. Yatak odasında bulunan kahverengi çalışma masasının altına oturmuş pencerenin kıvrımlarından utangaç bir âşık gibi görünen dolunaya baktı. Gözlerini hafif kapatarak dolunayda çıplak ayakları yere basarak yürümeyi hayal etti.
Yalnızlığın eşsiz hazzını doruklarına kadar hissetmeye çalıştı. Odasında bulunan eşyalara bakıp aslında ne kadar da zavallı göründüklerini düşündü. Bir şeyler yanlıştı ve yanlış gitmeye devam ediyorlardı. Tek bildiği ruhunun sıkışıp kaldığı ve bir gün beyninin tamamen patlayıp tüm atomlarının gökyüzüne dağılacağıydı. Yıldız olması gereken yerde beyaz kirli bir duvar gibi görünen gökyüzüne dağılacaktı.
Bir yerde olamamanın verdiği hissizlik ve kalabalığın arasında kendini boş bir teneke gibi hissedişi tamamen zamanın getirdiği bir varsayımdı. Nefret duygusu öyle indirgenmişti ki hiçbir şey hissedemiyor hissettiği anda öğürüyordu.
Anlamlarını sorduğu ve sorguladığı zamanlarda ne kadar da umutlu olduğunu düşünüyor ve bir iç çekişle her şeyin daha farklı olması için adaklar dilediğini anımsıyordu.
Yemek salonundan gelen tabak bıçak sesleri ile irkilmenin aslında her şeyden ne kadar da korktuğunu dile getiriyordu.
“Yemeğe gelmeyecek misin?”
Yaşam için gerekli miydi?
Ya yemek yemeden de doyulabileceğini biliyor ve kimseye söylemiyorsa?
Neden birini anlamanın cehennemle eş değer olduğu bir dünyada yaşıyordu?
Bunu kim seçmişti ya da kimin rızası alınarak bu yeryüzüne gönderilmişti?
Defolun! Uzaklaşın yoksa hâliniz haraptır! diye bağırıyordu. Hayaletlere vuruyor gibi birtakım hareketler yapıyor, sonra sevecen bir sesle:- Artık korkma, gittiler. Zaten ben burada bekliyorum. Şimdi rahat rahat uyuyabilirsin anne!diye mırıldanıyordu. O, annesini rüzgârların önüne katıp dolaşan fena cinlerden korumaya gelmişti.- Konfüçyüs, kötülük dolu hayatını anne sevgisiyle iyileştiren bu genç adama karşı derhal bir bağlılık hissetti. Ona elini uzatarak:- Mong Pi, şu andan itibaren sen benim kardeşimsin, dedi....Topkapı Sarayı Müzesi’ndeki seladon koleksiyonunun dünyada eşi yoktur.Sözlerimi onaylayarak memleketimi ve İstanbul’u ne kadar tanımak istediğini söyledi. Patlıcana kaçan mor, öküz kanı ve kobalt renginde Ming vazolarını birer birer takdim ettikten sonra beni yatacağım odaya kadar getirdi ve iyi bir gece geçirmemi dileyerek gitti....Değerli Okurlar,Yümni Sedes’in yazdığı bir dönemin Çin ülkesini anlatan bu eserden bazı alıntılar sundum size.Sırlarla dolu Çin ve Uzakdoğu hakkında bilmediğimiz ne çok şey olduğunu bu kitabı okuyunca anlayacaksınız. Yazarın akıcı üslubu sizi hemen sarıverecektir.Keyifli okumalar diliyorum.
Güngör Kibaroğlu
Dört farklı gencin hikâyesi bu, yaşları, giyimleri, yaşama bakışları farklı olsa da onları bir araya getiren kaderin hikâyesi… Onları kanatlarında uçuran koca yürekli adamın hikâyesi… Ankara sokaklarında gezerken kâh üzülecek, kâh sevineceksiniz. Tunalı’da kahvenizi yudumlarken, Esat’ta üzülecek, Bestekâr ’da umutlanacaksınız. Bahçeli’de onlardan bir parça bulacaksınız kendinizde. Küçük bir dokunuşun içten içe yanan koru nasıl da alevlendirdiğine tanık olacaksınız.
Kentin kalbinin attığı Tunalı Hilmi Caddesi’nde yürüyordum. Gözüm ona ilişti birden: Kuğulu Park’ta boş bulduğu ilk banka çökmüş, dudaklarını iki tarafa oynatıp duruyordu. Kendi kendine konuşuyordu kuşkusuz. Üzerinde yıpranmış bir mont, onun içinde de kırmızıdan alaya evirilmiş bir gömlek vardı. Spor ayakkabı giymişti ama onlarda eski püsküydü…
Tarih ve coğrafya meraklılarına hitap eden Ahmet Refik'in "Ege Havzası ve Yunan" adlı eseri, Ege'nin büyülü atmosferi ve Yunan tarihine farklı bir pencereden bakmanızı sağlayacak bir eserdir. Bu kitapta Ege Havzası'nın benzersiz coğrafyasını ve tarihini ayrıntılı bir şekilde inceliyor. Okurlar, kitapta Yunan tarihine dair geniş bir perspektif bulacaklar. Bu perspektif, Yunanistan'ın antik çağdan modern zamanlara uzanan tarihi boyunca önemli dönüm noktalarını ve bu toprakların halkının yaşamını gözler önüne seriyor. "Ege Havzası ve Yunan", Yunan tarihi ve kültürü hakkında detaylı bilgi veren, aynı zamanda Ege'nin çeşitli coğrafi özelliklerini ve önemli bölgelerini tanıtan bir eser. Ahmet Refik'in usta anlatımı ve titiz araştırmaları, okurları tarihin derinliklerine götürüyor ve Ege havzasındaki yaşamın zenginliğini ve çeşitliliğini gözler önüne seriyor. "Ege Havzası ve Yunan", coğrafya ve tarih araştırmalarına ilgi duyan herkes için değerli bir kaynak. Bu kitapla, okurlar Ege Havzası'nın ve Yunanistan'ın tarihi ve coğrafyası hakkında derinlemesine bilgi sahibi olacaklar. Ahmet Refik'in bu eşsiz çalışması, hem bilgilendirici hem de son derece eğlenceli bir okuma deneyimi sunuyor.
Eski İstanbul’un nevi şahsına münhasır karakterlerinin kısa hikâyeleri ile zamanın kültürel, sosyolojik ve kozmopolit yapısına dair fikirler veren “İki Hödüğün Hikâyesi” kimi zaman eğlenceli kimi zaman düşündüren taraflarıyla zamanı anlamamıza yardımcı oluyor.İnsanların olaylara ve kişilere yaklaşımları, diyalogları mizahi bir dille anlatılmış. Dili ve betimleri ile bizleri adeta o zamanın sokaklarında, o insanların arasında dolaştırıyor. Saflığın ve doğallığın içinden gelen bu hikâyelerle keyifli bir okuma sunuyor.
Yalnızlık, en içimizdedir.Yalnızlığın güçlü parmakları, Rauf’un yüreğini sıkıca kavramıştı. Nihal’in yokluğunda odalar boş, sokaklar ıssız, hiçbir yerde hayat yok gibi geliyordu.Her şeyde eşinden bir anı aksediyordu. Nihal'in ayrılışı, yolunu kaybetmiş bir adam gibi hissetmesine sebep oluyordu. Nihal’in olmadığı günlerde Rauf’un beslediği aşk, ona ıstırabını gizleme gücü veriyordu.O aşk ateşi hâlâ yanıyordu içinde ve o sevgi hâlâ canlıydı ilk günkü gibi…Kuru ve tatsız geçen günlerin sonunda Nihal’in gelme hayaline dönüyordu can atarak.Rauf, yine şeftali ağacının altındaki sandalyesine oturmuş, Nihal’i bekliyordu…
"Bergama Tarihi ve Rehberi" kitabı, tarih meraklıları ve seyahat severler için kaçırılmaması gereken bir eser. Bergama'nın zengin ve çeşitli tarihi, bu kitapta detaylı bir şekilde ele alınıyor. İlk defa Bergama'yı ziyaret edenler için, bu kitap aynı zamanda pratik bir rehber görevi de görüyor. Bergama'nın yer aldığı coğrafyanın geniş bir perspektiften incelenmesiyle başlayan kitap, antik dönemden bugüne uzanan tarihini titizlikle araştırıyor. Eski uygarlıkların etkisi, Bergama'nın tarihi eserleri, kültürü ve sanatı hakkında derinlemesine bilgiler içeriyor. Yemekten konaklamaya, yerel sanatlar ve el işçiliğine kadar birçok konuyu kapsayan bu rehber, seyahatçilerin Bergama'nın tadını çıkarabilmeleri için gereken tüm bilgileri sunuyor.
Kitap, koçluk becerilerini öğrenmek isteyenler, öğretmenler ve ebeveynler için bir kılavuz kitap özelliği taşıyor. Koçluk yapmasının yollarını anlatıyor, anlatmakla kalmıyor örnekler ve uygulamalarla dolu bir içerik sunuyor.
Kitabı yazarken, koçluk yapacağımız/yaptığımız kuşağı tanımanın ve onları size tanıtmanın gerekliliğine inanıp, yola oradan başladım. Kimdi bu çocuklar? Ne yerler ne içerlerdi? Günlerim bu sorulara yanıt aramakla geçti. Verdiğim eğitimlerde, görüşmelerimde onlarla iç içeydim ama yine de onların gittiği mekânlarda oturdum, konuştum, dinledim. Kullandıkları jargonlardan tutunda, en sevdikleri ve en nefret ettikleri şeylerin neler olduğunu öğrenmeye çalıştım; okudum, bu konuda ne kadar yazı, makale yazılmışsa hepsini taradım, videolar izledim. Teorik bilgilerin yanında kendi geliştirdiğim bazı pratikleri de kitabın içine yerleştirdim. Böylece öğretmenler, öğrenciler ve ebeveynler için içi uygulamalarla dolu, onlara kılavuz olabilecek bir eser çıktı ortaya.
Yıllarca turizm sektörü ile eğitim sektöründe bir arada çalışan Menderes Akdağ her iki sektörde edindiği deneyimlerini araya getiriyor. Bir eğitimci gözüyle gösteri dünyasının dinamiklerini incelediği bu eserinde sinemadan televizyona, animasyondan belgesele uzanan geniş bir düzlemde gösteri kavramının tarihsel gelişimi, estetikle kurduğu bağ, kapitalizm ve neo-liberalizm dönemindeki sermaye ile ortaya koyduğu açılımları kişisel deneyimlerinden yola çıkarak anlatıyor. Okur sürprizlere açık bir yolculuk yapıyor. Kimi zaman bir eğitimci, kimi zaman bir gösteri ustası, kimi zaman da incelikli tespitlerde bulunan bir akademisyen kimliği ile karşımıza çıkan Akdağ, bizlere postmodernizmin bir biri içine geçmiş çok kültürlü dünyasının çok katmanlı yapısının anatomisini çıkarıyor. Öyle ki, medyadaki önyargıları anlamadan, sağlık sektöründeki sorunları çözemeyeceğimizi, turizmde marka değerlerin oluşumunda sinemanın rolünü bilmeden de ülkenin çağdaş dünya içinde yer almasının mümkün olamayacağını anlatıyor. Akdağ, çapraz şekilde yaptığı medyalar arası okumalarla sektörlerin iç içe geçmiş dünyasını gözlerimizin önüne sererek anlaşılması zor olanı göstermeye çalışıyor. Öğrencisinden, uzmanına, akademisyeninden sıradan yurttaşına herkesin kendinden bir parça bulacağı kitabın okuyucusunu bulması dileğiyle…
Sayısı milyonları bulan, biz işçi halkın bugüne kadar boyun eğdiğimiz yeter! Kendimizi yoksul bırakıp zenginlerin menfaatine çalıştığımız yeter! Kendimizi bugüne kadar soydurduğumuz yeter! Birlikler kurmak, bütün işçileri bir tek ve büyük bir işçi birliği (İşçi Partisi) hâlinde bir araya toplamak ve daha iyi bir hayat için hep birlikte mücadele etmek istiyoruz, diyorlar. Toplumun yeni bir şekilde ve iyi bir şekilde teşkilatlandırılmasını istiyoruz; bu yeni toplumda herkes emeğinin hakkını almalı. Yalnız bir avuç zengin değil, bütün emekçiler de ortak çalışmanın meyvelerinden faydalanmalıdırlar. Makineler ve elde edilen daha başka mükemmellikler, bir avuç insanı milyonlarca insanın zararına zenginleştirecek yerde herkesin çalışmasını kolaylaştırmalı! diyorlar. Bu yeni, bu en iyi toplumun adı sosyalist toplumdur. Bu yeni toplumu öğreten doktrine de sosyalizm adı verilir. Toplumun en iyi şekilde teşkilatlandırılması uğrunda mücadele eden işçi birliklerine sosyal demokrat partiler adı takılmıştır.
Her sabah aynı gerçekler, aynı hayaller.. Kendimizin inanmaya korktuğu gerçekler. Herkesi inandırmaya çalıştığımız yalanlar. Uzun süredir hissetmediği duyguları görür görmez aşık olduğu Amine sayesinde hissetmeye başlayan Alkın; okul, ev, neredeyse her zaman uğradığı kafe ve üniversite arasında yaşamını sürdürür. Katıldığı seminerlerden birinde hayranlığı daha da artan profesör ile gittikçe samimi olmaya başlar. Bir gün ölüm haberini duyuncaya kadar her şey yolunda gider. Bir seri katilin art arda profesörlerin önemli uzuvlarını alarak öldürmesiyle hikaye gittikçe ciddileşmeye başlar. En sonunda sevdiğinin memleketine dönmesini de bahane ederek tayin ister. Belki de gitmesinin altında başka sebeplerde yatıyordur?
Rüya Tabirnamesi, Muhyiddin İbn Arabi'nin belki de en popüler kitaplarından biridir. Bu eserde, rüyaların yorumlanması konusunda geniş bilgiler sunulmaktadır. İbn Arabi, rüyaları daha geniş bir kozmolojik ve psikolojik bağlamda yorumlar. Bu, onun rüyaları bir kişinin iç dünyasının ve evrenin daha geniş gerçekliklerinin bir yansıması olarak görmesini sağlar. İbn Arabi'nin Rüya Tabirnamesi, onun mistik ve metafizik düşüncelerinin yanı sıra pratik bilgiler ve öğütler de sunar. İster mistisizmle ilgilenen bir araştırmacı, ister sadece rüyaların gizemlerini çözmek isteyen bir okuyucu olun, bu kitap sizin için değerli bir kaynaktır.
Eğer Muhyiddin İbn Arabi'nin Rüya Tabirnamesi'ni satın almayı düşünüyorsanız, şunları unutmayın:
1. Bu kitap, bin yıldan fazla bir süre önce yazılmış olmasına rağmen, hala rüyaların anlaşılması ve yorumlanması konusunda önemli bir kaynak olarak kabul edilir.
2. İbn Arabi'nin özgün düşünceleri, rüyaların yorumlanmasını yeni bir boyuta taşır.
3. Kitap, her bir rüyanın farklı yorumlarını ve anlamlarını derinlemesine ele alır, bu da okuyucuya kendi rüyalarını daha iyi anlamaları için geniş bir perspektif sunar.
4. Rüyaların insan yaşamındaki önemine dair özgün bir bakış açısı sunar. Bu, sadece rüyalarınızı anlamakla kalmaz, aynı zamanda yaşamınıza daha geniş bir perspektiften bakmanızı da sağlar.
5. İbn Arabi'nin geniş bilgisi ve derin anlayışı, rüyaların karmaşık doğasını anlamak için mükemmel bir rehberdir.
Bu nedenlerle, Muhyiddin İbn Arabi'nin Rüya Tabirnamesi'ni kütüphanenize eklemeyi düşünebilirsiniz.
Damarlarımız, sağlığımızın hayati bir parçasıdır. Ancak günümüzün hızlı tempolu yaşamı, yanlış beslenme alışkanlıkları ve hareketsizlik gibi faktörler, damarlarımızın sağlığını tehdit eden sorunlara yol açabilmektedir. İşte tam da bu noktada, Akif Akınsoy’un “Damar Sertliği” adlı kitabı devreye giriyor.
“Damar Sertliği” kitabı, kalp ve damar hastalıklarının artış gösterdiği günümüz dünyasında, damar sertliği ile ilgili merak edilen tüm sorulara yanıtlar sunuyor ve okuyuculara sağlıklı bir geleceğe giden yolları gösteriyor.
Akınsoy’un derin bilgi birikimi ve deneyimi, kitap sayfalarında okuyuculara rehberlik ederek damar sertliğinin nedenleri, belirtileri ve etkileri, önlenebilmesi ve tedavi edilebilmesi için neler yapılabileceği konusunda da pratik bilgiler sunmaktadır.
Bu kitap, sade bir dil ve anlaşılır bir tanıtım tarzıyla okuyuculara ulaşıyor. Sağlıkla ilgili teknik terimlerin karmaşasından uzak durarak herkesin anlayabileceği bir şekilde konuyu ele alıyor; bu sayede, damar sertliği hakkında herhangi bir tıbbi bilgi birikimine sahip olmayan okuyucular bile fayda sağlayabilir.
1892’de Kilis’te doğup, 1973 yılında Kilis’te vefat eden İhsan Alaattin Bilgen’in 81 yıllık ömrünün sadece 3 yılında yaşadıklarını anlatan bir anılar kitabı…
O yıllar ki Türk milletinin varoluş mücadelesine girdiği, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna doğru giden çok sancılı, kaotik yıllar…
Şüphesiz o dönemi yaşamış hiç kimse için kolay olmayan bu yıllarda yokluklar, var olabilme kaygısı, hastalıklar, ihanetler bir arada, yan yana yaşanmış…
İhsan Alaattin Bey, 1963 yılında kaleme almış olduğu anılarında, Kilis-Antep çevresinde katılmış olduğu Kuvâ-yi Milliye kuvvetleriyle neler yaşadığını, neler yaptığını şahit olduğu kadarıyla anlatıyor.
…Seksenlik bir ihtiyar Rum, uzunca bir şezlonga uzanmış, on iki on üç yaşlarında güzel ve sevimli bir kız çocuğu ihtiyarın dizlerine başını koymuş ağlıyordu.
Murat, hâlin coşkusuyla salondan içeri yıldırım gibi girince ihtiyar şaşırdı. Saygılı ve hürmetkar bir şekilde:
Buyurunuz! Bir emriniz mi var? diye sordu. Demir oğlu gördüğü manzara karşısında şaşırdı. Bu eve niçin girmişti? Burada ne yapacaktı? Kendi de bilmiyordu.
…
Kısa bir bölümünü aktardığımız öykü İstiklal Savaşının bittiği günlerde İzmir’de başlayıp İstanbul’a uzanan ilginç, ilginç olduğu kadar da akıcı ve güzel bir öyküdür.
Bu güzel öyküyü keyifle okuyacağınızdan eminim. Öykü tadında günler dilerim.
Güngör KİBAROĞLU
Bu eserde; bol bol gemi isimleri, hükûmetler arası ilişkiler, telgraflar ve daha önemlisi istiklal için verilmiş bir mücadelenin ne denli zor olduğunu görecek ve bir kez daha ceddimizle gurur duyarken onları minnet dolu dualarla yâd edeceksiniz.
Ömer Halis Bıyıktay'ın kaleme aldığı "Timurlular Zamanında Hindistan Türk İmparatorluğu", tarih ve kültür meraklıları için kaçırılmaması gereken bir eser. Kitap, 14. ve 16. yüzyıllar arasında Orta Asya'dan Hindistan'a uzanan geniş bir coğrafyayı etkileyen Timurlular dönemine dair derinlemesine bir inceleme sunuyor. Timurlular'ın Hindistan topraklarına yerleşmeleri ve sonrasında kurdukları Türk İmparatorluğu'nun yükselişi ve gelişimini mercek altına alıyor. Tarihçi ve yazar, dönemler ve coğrafyalar arasında titizlikle dokunan bir kumaş gibi, tarih öğrencileri ve meraklıları için değerli bir kaynak haline gelen bir araştırma sunuyor. Eser, dönemin politik, ekonomik ve sosyal yapısını da dikkatle inceliyor. Bu derin tarihi metin, Timurlular'ın Hindistan üzerindeki etkisini anlamamızı sağlayan bir zemin oluşturuyor.
Bıyıktay, belgesel niteliğindeki detaylarla, okuyucuyu hem zamanda hem de mekânda yolculuğa çıkarıyor. Eser, zengin ve renkli minyatürlerle süslenmiş bir tarih kitabı gibi, okuyucularını Timurlu hükümetinin iç yüzüne ve Hindistan'ın o dönemki karmaşık sosyal ve politik atmosferine götürüyor. Kültürlerarası etkileşim, dönemin sanat ve edebiyatı, mimari yapılar ve değişen toplumsal yapılar konularına da değinen "Timurlular Zamanında Hindistan Türk İmparatorluğu", tarihi bir perspektiften Hindistan ve Orta Asya'nın o dönemine ışık tutuyor. Sadece tarih meraklıları değil, aynı zamanda sosyoloji, antropoloji ve kültür çalışmaları alanında ilgi duyan herkes için de değerli bir kaynak olan bu eser, okuyucularını bekliyor.
Güneş-Dil Teorisi: 1930´ların başında Atatürk’ün çabalarıyla ortaya çıkan ve tüm dillerin kökeninin Türkçe olduğunu öne süren milliyetçi dil teorisidir.
Elinizdeki eser, geçmişin tozlu sayfalarında gizlenen bir sözlük olarak bir dönemi aydınlatıyor. Türkçe´nin tüm dillerin kökeni olduğunu öne süren sözlüğü keşfediniz. Birçok Arapça, Farsça kökenli sözcüğün nasıl Türkçeleştirilmeye çalışıldığının çabalarını göreceksiniz. Bu sözlükle birlikte, dilin ve tarihin derinliklerine dalarak Atatürk´ün Türkiye Cumhuriyeti´nin kültürel reformlarının bir parçası olarak ortaya çıkan bu teorinin etkisini anlama yolculuğuna çıkınız.1930´ların bu dikkat çekici teorisini ve onun Türk milletinin ulusal kimliğini ve bilincini nasıl güçlendirmeyi hedeflediğini keşfediniz. ´Güneş-Dil Teorisinden Bir Sözlük´, geçmişi anlamak ve geleceğe ışık tutmak için bir fırsat sunuyor.
“İrade olan yerde çıkış da vardır; kendi kendine inan, başkaları da sana inanır. Kendi kendine yardım et, Tanrı da sana yardım eder.”
Erwin Rosen tarafından 1919 yılında yazılan Amerikalı kitabı bir Amerikalı nasıl olur, nasıl olmalıdır, iş hayatında ne tür zorluklar çeker ve bir Amerikalı iş hayatındaki bu zorluklarla nasıl başa çıkar tek tek tarafsız bir şekilde uzunca anlatmıştır. Öyle ki Amerikalı onun için bir dünya harikasıdır. Dünyada en iyi çalışan ve işini en iyi yapan Amerikalıdır. Sadece Amerikalılar için değil, aynı zamanda herkesin bir Amerikalı gibi özveriyle çalışmasını ister.Bizler de Dorlion Yayınları olarak bu önemli klasiği yeniden canlandırıp okuyuculara sunduk.
İçtenlik ve doğallığın büyüleyici dansıyla sarılan bir aşk öyküsüne hazır olun: Longos’un eşsiz eseri “Dafnis ile Khloe’nin Aşkı”, antik pastoral manzaraların içinde gizlenmiş tutkulu bir serüvenin kapılarını aralıyor.Dafnis ve Khloe, gençliklerinin hafif esintilerinde birbirlerini bulan iki ruhun adıdır. Sadeliklerinin ardında yatan derin bir aşk, onları kırsal cennetin içinde birbirlerine bağlar. İkisinin masumiyeti, tabiatın huzurlu kucağında gelişen bir aşkın filizlenişine tanıklık eder. Şahane vadiler, gölgeli ağaçlar ve ırmakların coşkulu akışı, sevgililerin kıvılcımlarının yanında birer şahittirler.Longus, ustalıkla karakterlerin iç dünyasına dalarak doğanın renklerini ve insan duygularının karmaşıklığını aktarıyor. Romantizmin izlerini taşıyan bu muhteşem hikâye, duygusal bir yolculuğa çıkarırken aynı zamanda arzuların, kıskançlıkların ve ayrılıkların karmaşasına sizi sürükler.“Dafnis ile Khloe’nin Aşkı”, sadece bir aşk hikâyesi değil, aynı zamanda doğanın gizemli çağrısına ve insan ruhunun derinliklerine bir yolculuktur. Longus’un kelimeleri, büyülü bir romantizmle dokunulmuş, her satırında antik dünyanın eşsiz ruhunu size hissettirir.Bu klasik eser, aşkın gücünü, doğanın büyüsünü ve insanın içsel yolculuğunu anlamak isteyen herkes için bir okuma sunuyor; hikâye sizi çağırıyor.
Yarı maaşla açığa çıkan bir teğmen olan Orso Della Rebbia, Korsiko’ya geri dönmesini sağlayan teknede, İngiliz ordusunun kıymetli subaylarından Miralay Sir Tomas Nevil ve kızı Miss Lidya ile tanışır. Orso memleketine varır varmaz kız kardeşi Kolomba, ona yerine getirmesi gereken görevini hatırlatır: İki yıl önce öldürülen babalarının intikamını almak. Orso, bazı zamanlar memleketinin batıl inançları ve içgüdüsünün etkisine kapılarak intikam almanın kolay olduğu düşüncesine kapılıyor, sonra taburdaki arkadaşlarını, Paris salonlarını özellikle Miss Nevil’i düşündüğü zaman bu intikam fikrini derhal reddediyordu. Orso, kız kardeşinin intikam alması için gerçekleştirdiği yalvarışlar ve oyunlara, düşmanlarının kışkırtmalarına karşı koymayı başarıp Miss Lidya’nın kendisine olan ilgisine lâyık olabilecek mi?
John Dewey’in; Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin gerçekleştirdiği en devrimsel eğitim projesi sayılabilecek Köy Enstitüleri’ne de ilham kaynağı olan eğitim felsefesinin ana ilkelerini okurken, gerçekleştirilen çağdaş-hatta çağının ötesinde- eğitim hamlesinin neden yarıda kesildiğini düşünmeden edemiyoruz. Belki de, Türkiye gibi yeni kurulmuş, çağdaş ülkeler düzeyine gelmeyi hedefleyen bir ülkede uygulanması çok daha kolay olan bu yenilikçi eğitim yöntemlerinin neden uygulanmadığını ve günümüzde de geçerli bu ilkelerin yeniden eğitim sistemimize hakim olup olmayacağını ve bunun nasıl gerçekleştirilebileceğini sorguluyor; özellikle Dewey’in ‘Türkiye Eğitim Sistemi Hakkında Rapor’unu okurken Türk eğitim sisteminin, neler yapılmadığı için gelişmiş dünyanın gerisinde kaldığını anlıyoruz.
Bazen sınıflar arası farkın keskinleştiği bazen siyasî düzenin farklı bir şekilde eleştirildiği bazen bir yazarın yaşadığı zorlukları bazen hayatta kalma mücadelesi verilen ve bazen de varoluş sancıları çeken kahramanlarla dolu bu kısa öykülerle hayata dair sahip olunan değer yargılarını yeniden gözden geçirme şansını yakalayacaksınız.
Antoine de Saint Exupéry: (1900 - 1944)
Fransız pilot, yazar ve şairdir. Özellikle "Küçük Prens" isimli eseriyle ünlenmiştir.
Saint Exupéry bizlere sevgiyi, sıvaları dökülmüş bir yıkık duvarı anlatırken ya da bir bataklığa bakarken verebildiği gibi Kanayan İspanya’da okuyacağınız gibi kurşuna dizilmiş gencecik insanları anlatırken de olanca burukluğu ile verir.
Büyük tarlalarda yakıyorlar ölüleri, kireç ya da benzin dökerek
İnsanlara karşı hiçbir saygı duyulmuyor. Bir zamanlar gençlik ve sevimlilik dolu, sevmesini ve canını vermesini bilen şu bedeni gömmeye bile üşeniyorlar. Az önce yakaladılar seni. Bizler gibi düşünmediğin için…
Ormanda ağaç keser gibi insan kurşuna diziyorlar burada.
Rahibi, rahibin ev işlerine bakan kadını, kilisenin ayin memurunu ve köyün ileri gelenlerinden on dört kişiyi…
…İnsan ve insanın dramı var!
Neydi bu efsanevi kadını tarihin hafızasına derin bir izle yazdıran? Güzelliği mi? Zekâsı mı? Muktedir olmaktaki kabiliyeti mi? Bir âşık ile karşılaşmış olmanın getirdiği şans mı? Belki hepsi belki hiçbiri. Sadece doğru zamana denk gelmiş olmanın talihiydi yaşadıkları belki. Yahut şartları kendine göre şekillendirmekte mâhir olmasıydı. Ama ne olursa olsun, koca bir ordu gözlerinin önünde yanarken soğukkanlılığını yitirmeyen bir kadının hafife alınmaması gereken epey özellikleri var demektir.
Gelin, bu ikonik kadını bir de mürekkebin aktığı bu yönden takip edin ve ondaki gizemin kaynağını kendiniz keşfedin.
İstanbul Üniversitesi profesörlerinden Ernst von Aster’in Felsefe ders notlarından oluşan bu kitap, dört temel bölümü içermektedir. Felsefe Tarihinde Türkler, İrade Özgürlüğü, Kant’ın Ahlâkı ve Sokrat üzerine olan bu bölümler üniversite felsefesi düzeyinde ama kısa ve özlü bilgiler sunmaktadır.
İrade özgürlüğü ya da genel olarak özgürlük, Kant’ın ahlak anlayışı ve Sokrat batı felsefesinin sarsılmaz biçimde en önde gelen tartışmaları olmuştur hep. Yalnız istediği gibi hareket eden değil, aynı zamanda iradesini de istediği gibi kullanabilen bir insan özgürdür, diyen batı felsefesi, görev bilinciyle tanımlı Kantçı ahlak ile çoğu zaman çelişir görünmektedir. Batı felsefesinin özgürlük anlayışında da Sokrat en başından bu yana belirleyici bir öncül olmuştur.
Ya doğu felsefesi? O da Antik Yunanın Platon ve Aristo’ya ait kitaplarının modern dünyaya tanıtılmasında bir aracı görevi görmüştür. Eğer onlar olmasaydı bugün Platon ve Aristo gibi filozofları bilmeyecektik. Felsefe tarihinde oynadığı rolün yanında bireysel olarak da İbni Sina, Farabi gibi filozoflar öne çıkmaktadır. Öyle ki kökü yeni Platonculukta bulunan bu entelektüalist mistisizm Farabi’de yalnız öncüllerden alınmış bir gelenek olarak kalmayıp, kendi ruhuna ve doğasına uygun bir görüş şekline girmiştir. Bu görüşle dolu olan Farabi, bir biyografin dediği gibi, zekâ dünyasında bir hükümdar, dünyevi işlerde bir derviş gibi, kitapları ve bahçesinin kuşları ile çiçekleri arasında yaşıyordu. Farabi felsefi idealini canlı bir şekilde yaşadı ve bir bilge olarak öldü.
Antoine de Saint Exupéry: (1900 - 1944), Fransız pilot, yazar ve şairdir. Özellikle "Küçük Prens" isimli eseriyle ünlenmiş olan ve göklerin bile kendisine dar geldiğine inanmış olan bir kişidir. İnsanları seven, sevginin insan dünyasındaki yerini bilen, yazıları ile kahramanlar yaratan değil, hayatını kahramanca yaşayan insandır. Ona göre gerçek yücelik fiilen değil, yaşanan hayatın içinden gelir. Sahra Çölü ve And Dağlarında posta pilotluğu yaptığı zaman yaşadıklarını şiirsel bir dille anlattığı İnsanların Dünyası, Exupery’nin pilot, yazar ve filozof yönünü açığa çıkarır. Korkuları, erdemleri, cesareti ve dayanma gücü ile bu roman, insan dünyasının romanlaşmış halinden başka bir şey değildir…
Bu kitap, 19. yüzyılın önemli askeri stratejistlerinden biri olan Helmuth von Moltke'nin kaleminden, Osmanlı-Rus Savaşı'nın (1828-1829) ayrıntılı bir analizini sunar. "1828 Seferi - Bulgaristan ve Rumeli’de Ruslar", tarihsel olayları geniş bir perspektiften ele alan Moltke'nin olağanüstü yeteneğini sergiler. Kitap, bir savaş alanında yaşanan acımasız gerçekliği birinci elden bir tanıklıkla aktarır. Özellikle 1828'de Osmanlı ve Rus orduları arasındaki çatışmalara odaklanır ve dönemin Bulgaristan ve Rumeli bölgelerinde gerçekleşen olayları gözler önüne serer. Moltke'nin detaylı gözlemleri, o dönemde yaşanan çatışmaların karmaşıklığını ve savaşın genel karakterini anlamamızı sağlar. Moltke, sadece askeri harekatların ayrıntılarını değil, aynı zamanda karşılaşılan zorlukları, taktik ve stratejiyi, liderlik ve karar verme süreçlerini de inceler.Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşünün başlangıcı olarak görülen bir dönemde, geniş bir coğrafi alanda meydana gelen ve Avrupa'nın tarihinde önemli bir yeri olan bir savaşın etkilerini ve sonuçlarını inceler. Tarihçiler, askeri stratejistler ve genel okuyucular için önemli bir kaynak olan bu kitap, Osmanlı ve Rus İmparatorlukları arasındaki bu çatışmanın sonuçlarını ve etkisini anlama konusunda bize değerli bir bakış açısı sunar. Kitabın her sayfasında, Moltke'nin verdiği askerlerin sayıları, ordunun detayları, iklimin durumunu, mesafe ölçüleriyle manevraları ile kendisinin tarihe olan saygısını ve olayları anlama çabasını hissedeceksiniz.Kitabın yazarı Moltke: 1857'de Prusya Genelkurmay Başkanlığı yapmıştır. O, Prusya ve Alman askeri doktrinini şekillendiren ve genelkurmay sistemini geliştiren kişi olarak hatırlanır. Yenilikçi askeri stratejileri ve derin entelektüel bilgisi ile Moltke, sadece bir askeri lider olarak değil, aynı zamanda bir düşünür olarak da anılır. Bugün, onun eserleri ve düşünceleri hala askeri strateji ve tarih üzerine yapılan tartışmalarda önemli bir rol oynamaktadır.
Tarihteki ilk büyük Türk Devleti’ni Oğuz Kağan kurmuştur. Böyle bir devlet kurmak, Türk Milleti’ni derinden etkilemiş tarihi bir olaydır. Bundan dolayı Oğuz Kağan hakkında destanlar söylenmiştir. Onun hakkında söylenen ve yazılan destanlara da “Oğuz Kağan Destanı” adı verilmektedir. Bu bakımdan Oğuz Kağan’ın, Türk Milleti nazarında büyük bir yeri ve önemi bulunmaktadır. Bu kitabımızda, tarihteki ilk büyük Türk Devleti’ni kuran ve ilk büyük Türk devlet adamı olan Oğuz Kağan’ın kendisini ve nasıl bir devlet kurduğunu, destan ve efsanelerden yola çıkarak anlatmaya çalışacağız. İyi okumalar diliyoruz…
Gotik hikâye anlatımlarında başı sonu belli bir olay vardır. “Belli bir düzen içinde gelişen, zengin ve zincirleme olayları, hikâye için şart gören, tipleri en göze batanlardan seçen, hikâye sonlarını daima şaşılacak olaylarla bitiren” hikâyeler Kenan Hulusi’nin yazdıkları. Konu ve kurgu sağlamdır. Ona göre “hikâye, bize kısa ama dolambaçlı bir yolun sonunda heyecanlı sürprizler vadeden bir edebi” tarzdır. Ne var ki konuya ve kurguya verilen önem, zaman zaman hikâyelerin işlenişini, ayrıntıların zenginliğini, diyalogların canlılığını zedeler. Bazı öykülerinde Anadolu insanının yaşama koşullarını gerçekçi biçimde ele alan Kenan Hulusi, erken yaşta gelen ölümü nedeniyle daha yetkin ürünler verememiştir. Kenan Hulusi yalnızca “Bahar Hikâyeleri”nde değil, “Bir Otelde Yedi Kişi” kitabında veya Vakit gazetesinde çıkan hikâyelerinde de fantastik hikâyeler denemiştir. Korku edebiyatına hiç değilse yayıncılar açısından ilginin olduğu bugünlerde, O’nun bu tarz hikâyelerinden hazırlanmış bu kitabı DORLİON YAYINLARI olarak siz değerli okuyuculara sunmaktan mutluluk duyarız!
Internet Explorer tarayıcısının 9.0 ve daha eski sürümlerini desteklememekteyiz. Web sitemizi doğru görüntüleyebilmek için tarayıcınızı güncelleyebilirsiniz, güncelleyemiyorsanız başka bir tarayıcıyı ücretsiz yükleyebilirsiniz.