Kendilerini bukalemunlar gibi gizleyen Bulutçelen Kuşları, bulutların yanında uçarlarsa beyaz, şehre yaklaşırlarsa renk renk olurlar. Onları görmek öyle kolay değildir. Günün birinde göç ettikleri şehirde kuşların yuva yapması yasaklanır. Ağaçlardan tüm kuş yuvaları kaldırılacaktır. Bulutçelenler de başka bir yere göç eder ancak arkalarında bir yumurta bırakırlar. Selmira, Adnan ve Minik Adam yumurtayı koruyabilecekler mi? Yumurtadan çıkan yavru ailesiyle bir daha buluşabilecek mi?
Yaşamı her canlı için savunmak üzerine gönülleri çelecek bir hikaye.
Güzelork baba oldu. Büyük mutluluk! Küçük Orkideya, kocaman masmavi gözleri, örgülü sarı saçları ve melek gibi yüzüyle tam bir mucize. Geğirtileriyle binanın duvarlarını titretmesi, her şeyi hapur hupur yemesi ve okulda tam bir ork gibi azması hariç! Büyükbaba Orkeste onunla ve bu huylarıyla gurur duyuyor. Güzelork ise büyükbabayı Orkideya’dan uzak tutmayı tercih ediyor. Orkideya’yı insanların yaşadığı bir şehirde iyi bir çocuk olarak yetiştirmek istiyor. Ama ufaklık ortadan kaybolunca her şey değişiveriyor. Orkideya evden mi kaçtı? Kaçırıldı mı? Bir an önce harekete geçmek gerekiyor. Acaba bu kez Güzelork içindeki orku ortaya çıkarabilircek mi? Kim bilir…
“Yaptığım çalışmayla bir canavar yaratma yöntemi geliştirdim. O doğadışı varlık ise işimi ve değer verdiğim kişileri yok etti. Özümde masum olduğuma kendimi inandırmam boşuna. Benimkisi bir haddini aşma suçu.”Yayın hayatına 1920’li yıllarda ABD’de başlayan ve H. P. Lovecraft, Clark Ashton Smith, Robert Bloch ve Ray Bradbury gibi yazarların kariyerinde önemli bir yer kaplayan Weird Tales (Tuhaf Öyküler) dergisi, korku edebiyatı ve fantastik kurgu alanında etkileri günümüze kadar uzanan bir geleneğin beşiği oldu. Derginin ilk dönemlerinden seçme eserlerin bir araya geldiği bu antolojide Bram Stoker, O Henry, Abraham Merritt, Anthony M. Rud, Henry S. Whitehead ve Robert E. Howard imzalı, halk inanışları, büyü, vahşi doğa ve yaratıklar gibi birçok temayı barındırıan öykülere korku yazarı Galip Dursun’un ufuk açıcı önsözü eşlik ediyor.
“Weird Tales, tüm fantastik edebiyat dergileri içinde en önemli ve etkili olanıdır.” Robert Weinberg
Yuvasından taşınmaya mecbur bırakılan bir köstebek nereye gider? Çağdaş çocuk edebiyatımızın önemli yazarlarından Nazlı Deniz Güler hayvanların yalnızlaştığı, yurtsuzlaştığı çarpıcı bir öykü anlatıyor.
Keşke bu kitap ben çocukken yayımlanmış olsaydı, o zaman kendimi bu kadar yalnız hissetmezdim.-Neil GaimanBütünüyle özgün. Eşsiz hatta.-Philip PullmanÇocukken tekrar tekrar okunmak istenecek türden bir kitap.-Dave EggersSuspus, gürültülü bir dünyada kendi yerini bulmaya çalışan içine kapanık bir kızın muhteşem hikâyesi. Kitaplar, yaratıcılık ve hayal gücü sayesinde sesini duyurabileceği bir gelecek olduğunu görmek isteyenler için harika bir başucu kitabı.
Zavallı Sam! Abisi onu hiçbir zaman oyunlarına almıyor. Hep aynı cümle: “Sen daha çok küçüksün.”
Bir gün büyük çocuklar onu yine oyuna almadıklarında Sam düşüncelere daldı: Peki ama çok küçük ne kadar büyüktür?
Ödüllü yaratıcılardan, büyük ve küçük kavramlarını yepyeni bir yolla keşfeden zevkli ve neşeli bir hikaye.
Ertesi sabah, köyün ıslak damlarını ve taze ekilmiş tarlaları buğulandıran bir güneş altında, arabalar yeniden koşuldu, atlar yeniden eyerlendi, şehirden getirilen fayton, gelin evinin önüne çekildi. Yüzünü örten kalın duvağın altında boyuna gözlerini silen kısa boylu bir kızcağız, iki tarafa tutulan çarşafların arasından hızla geçerek faytona, Yakup Ağa’nın şişman karısı ile görümcesinin arasına oturdu. Gelin arabasının, başlarına çevreler bağlanmış atları davuldan ürkerek tepindi.
Bir sürü çocuk, yalınayak, birçoğunun elinde birer kara ekmek, gelini görmek için arabanın etrafına yığıldılar. Şehirli efendiler kendilerine rahat bir araba ve altlarına yumuşak minderler seçtiler, Deli Emine dünkü delikanlıları bulup ortalarına oturdu; düğün sahibi Hüseyin, dünkünden daha yorgun ve üzgün, şuraya buraya koştu. Nihayet arabalar ve atlılar yola düzüldüler. Kafile köyün dışına çıkmış, bir hayli de ilerlemişti ki, bir çocuk koşa koşa arkalarından yetişti.
Yeni Dünya’yı bıraktıkları evin sahibi olan ihtiyar kadın da daha arkadan, bağıra bağıra geliyordu. Sondaki birkaç araba durdu. Yeni Dünya’nın bu köyde unutulup yola çıkıldığı kimsenin aklına gelmemişti.
Bir kebapçıda karnımızı doyurduk ve bu esnada hemen hemen hiçbir şey konuşmadık. Onu kandırmaya imkân yoktu.
Seni çağırıp zahmet verdik, affedersin! de denilemezdi.
Ben bunları düşünürken kebapçıdan çıktık. Ali bir şey söylemek ister gibi birkaç kere yutkundu ve boynunu bükerek, Sizi mahcup çıkardım, beyim, sakın kusura kalmayın! dedi.Sonra, hayret edilecek bir şeyden bahsediyormuş gibi, gözlerini hafifçe açarak ilave etti: Ben o odada bir türlü sesimi bulamadım!’
Ve yanımızdan ayrılıp gitti.
Ertesi sabah, aramızda topladığımız birkaç lirayı kendisine vermek ve onu Konya otobüslerine bindirip selametlemek için Haymana Hanı’na giden arkadaşıma hancı, Sıvaslı Ali’nin, sazını iki liraya satıp yol parası yaptığını ve şafakla kalkan bir kamyona binip Konya yolunu tuttuğunu söylemiş.
Halbuki altmışlık kadın, kağnıdan yayılan ağır koku ile sersemlemiş, sendeleye sendeleye yürüyor, bazen birdenbire hızlanan öküzlerin yanında gitmeye çabalıyordu. Yavaş yavaş ayakları sürüklenmeye, ağlamaktan, içine akıta akıta ağlamaktan daralan göğsü nefes alamamaya başladı.Kağnının kenarına tutunarak biraz daha yürüdü. Ayakları birbirine dolaşıyordu. Öküzlere oooha diye bağırmak istedi, sesi boğazından çıkmadı; elleri kağnıdan kurtuldu, yere yuvarlandı, tozların içinde tekrar ayağa kalkarak koştu. Karşıdan doğru yeni çıkan serin bir rüzgâr üç etekli entarisini ve şalvarının paçalarını uçuruyor, yırtık yazma başörtüsünü siyah bir bayrak gibi dalgalandırıyordu. Kağnıya yetişemeden tekrar düştü, yüzü yolun beyaz ve kül gibi ince tozlarına gömüldü.
Kağnı, taşlara çarptıkça, üzerinde bağlı ölüyü iki tarafa fırlatarak ve yükselip alçalan uzun, yanık gıcırtılar çıkararak ve ay ışığının altında ve gecenin sessizliği içinde arkasında hafif bir toz bulutu bırakarak, ağır ağır kendi bildiğine ilerliyordu.”
Bunun üzerine halk, beyinsiz, dilsiz, gözsüz kelleleriyle dağılmak üzereyken, aralarında canından bezmiş biri, ‘Böyle başın da bana lüzumu yok!’ diyerek, boynuzundan tuttuğu kelleyi fırlatıvermiş. İşte o zaman herkesin şaştığı bir şey olmuş; hızla gidip sırça köşke çarpan kelle orada ‘Şangır!..’ diye koskocaman bir gedik açmış. Halk her şeyden sağlam, hiçbir zaman yıkılmaz, kırılmaz bildiği o koskoca sırça köşkün bu kadar çürük olduğunu görünce, elindeki kelleleri birbiri arkasına ona fırlatmaya başlamış, göz açıp kapayıncaya kadar tuzla buz olan sırça köşk çökmüş, yıkılmış, içindekilerin çoğu cam kırıklarının altında ezilmiş, kapıya yakın yerlerdeki beş on kişi zor kurtulmuş...Halk sırça köşkün enkazını çabuk temizlemiş, dünyada onsuz da yaşanabileceğini anlayarak eski hayatına dönmüş, işini yine arasından seçtiği adamlara gördürmüş, ama sırça köşkün kötü hatırasını uzun zaman zihninden çıkaramamış. İhtiyarlar çocuklarına ondan bahsederlerken, şu nasihati vermeyi unutmazlarmış:Sakın tepenize bir sırça köşk kurmayınız. Ama günün birinde nasılsa böyle bir sırça köşk kurulursa, onun yıkılmaz, devrilmez bir şey olduğunu sanmayın. En heybetlisini tuzla buz etmek için üç beş kelle fırlatmak yeter.
İşte adaşım, sana seven bir Çingene’nin hikayesi.
Çiçeklerin açtığı mevsimde, senin kollarına yaslanan ve çiçekler kadar güzel kokan bir vücutla uzak su kenarlarında oturmak ve öpüşmek, yoruluncaya kadar öpüşmek hoş şeydir...Seni gördüğü zaman zalimce başını çeviren mağrur bir dilberin kapısı önünde ve ay ışığı altında sabaha kadar dolaşmak, bunu candan arkadaşlara ağlayarak anlatmak, söz aramızda gene hoş şeydir.Fakat sevgili bir vücutta bulunmayan bir şeyi kendisinde taşımaya tahammül etmeyerek onu koparıp atabilmek, işte adaşım, yalnız bu sevmektir.
Per Olov Enquist’ten bu kez çocuklar ve gençler için bir roman. Üç Mağara Dağı’nı keşfe çıkan dört çocuk ve bir dedenin heyecanlı yolculuğu. Mina üç hafta önce küçücüktü. Birinin üç haftada bu kadar büyümesi biraz tuhaftı. Olacak şey değildi. Ama yaşadıkları kimin başına gelse böyle olurdu herhalde. Üç hafta önce ne mi olmuştu? Mina, dedesi ve kuzenleriyle Üç Mağara Dağı’nın tepesindeki sırrı keşfetmek için zor bir yolculuğa çıkmıştı ama zirveye birkaç metre kala beklenmedik olaylar olmuştu. Bir dakika bir dakika kitabın en heyecanlı yerini anlatacak değiliz. İşte size bir ipucu: Üç Mağara Dağı’na çıkanlar bir daha asla hiçbir şeyden korkmazlar.
20 Ağustos 2018'de Stockholm'de yazın son günlerinin yaşandığı bir sabah için hava inanılmaz sıcak. Televizyonda söylendiğine göre son aylarda sıcaklıklar çok yüksek. O gün, on beş yaşındaki Greta Thunberg, parlamento binası önündeki grevine başladı: daha fazla beklenemezdi, politikacıların çevreyi korumak için bir şey yapmaları gerekiyordu.
Bu, tarihteki ilk #fridaysforfuture.
“Bir umut, cesaret ve kararlılık hikâyesi okumaya hazır olun. Bu Greta Thunberg'in gerçek öyküsü ama aynı zamanda daha iyi bir gelecek için yetişkinlerin ilgisizliğine karşı mücadele eden pek çok çocuğun hikâyesi.
Halbuki Muazzez’e karşı olan hisleri büsbütün başkaydı. Onu hariçte bir mevcut, yabancı ve başka bir insan olarak düşünmüyor, kendinin bir parçası; kolu, gözü ve yüreği olarak tasavvur ediyordu. Burada beğenmek veya beğenmemek, sevmek veya sevmemek, hayran olmak veya küçük görmek bahis mevzuu olamazdı; çünkü böyle şeyleri bir kere bile kafasından geçirmiş değildi. Muazzez’e dair içinde uyanan ve şuuruna varan his, onun kendisinden koparılması ihtimaline karşı duyduğu müthiş bir acı oldu. Fakat şimdi birbiri arkasından yuvarlanıp gelen ve önüne geçilmez bir şekilde inkişaf eden bir hadiseler zinciri ona en umulmayacak şeyi yaptırmak istiyordu. Yusuf, kendisini içten içe kaynatan bütün isyan hamlelerine rağmen boyun eğeceğini, bilgisinin ve kuvvetinin ona yardım etmeyeceğini biliyordu.
Sabahattin Ali Kuyucaklı Yusuf’ta, ailesi eşkıyalar tarafından öldürülen Yusuf’un öyküsünü anlatırken toplumun bireyin önüne diktiği engelleri gözler önüne serer.
Mesela herhangi bir gün müthiş bir iç sıkıntısı seni boğar. Hayat sana karanlık, manasız gelir. İnsan, biraz evvel senin zırvaladığın gibi felsefeler yapmaya başlar. Hatta yavaş yavaş onu da yapamaz ve canı ağzını açmayı bile istemez. Hiçbir insanın, hiçbir eğlencenin seni canlandıramayacağını sanırsın. Hava sıkıcı ve manasızdır. Ya fazla sıcak, ya fazla soğuk, ya fazla yağmurludur. Gelip geçenler suratına salak salak bakarlar ve on para etmez işlerin peşinde, bir tutam otun arkasından koşan keçiler gibi dilleri bir karış dışarı fırlayarak dolaşırlar. Aklını başına derleyip bu pis ruh haletini tahlil etmek istersin. İnsan ruhunun çözülmez düğümleri bir muamma gibi önüne serilir. Kitaplarda okuduğun depresyon kelimesine bir cankurtaran simidi gibi sarılırsın. Çünkü nedense hepimizde, maddi olsun manevi olsun, bütün dertlerimize bir isim takmak merakı vardır, bunu yapamazsak büsbütün çılgına döneriz.
Sabahattin Ali İçimizdeki Şeytan’da üniversiteli iki gencin gelecek düşleriyle sarmalanmış aşkını anlatırken “aydın” kavramını da kendine has üslubuyla tartışmaya açıyor.
Fakat nihayet daha fazla dayanamadım ve kafamdan uzak tutmak istediğim hayal, yavaşça, sessiz sedasız gözlerimin önüne dikildi: Maria Puder, benim Kürk Mantolu Madonna’m, dudaklarının kenarındaki ince kıvrıntı ve siyah gözlerinin derin bakışlarıyla karşımda duruyordu. Yüzünde hiç dargınlık, sitem yoktu. Belki biraz hayret, fakat daha ziyade, alaka ve şefkatle bana bakıyordu. Halbuki bende onun bakışlarını karşılayacak cesaret yoktu. On sene, tam on sene, zavallı ruhumun bütün kırgınlığıyla, bir ölüye kızmış, bir ölüyü suçlu tutmuştum... Onun hatırasına bundan daha büyük bir hakaret yapılabilir miydi? Hayatımın temeli, gayesi, sebebi olan kimseden on sene, hiç tereddüt etmeden, haksızlık edebileceğimi hiç düşünmeden şüphelenmiştim. Onun hakkında en akla gelmeyecek şeyleri tasavvur etmiş ve bir an olsun durup da, belki de böyle yapmasının ve beni terk etmesinin bir sebebi vardır, dememiştim. Halbuki sebeplerin en büyüğü, en mukavemet edilmezi, ölüm varmış. Utancımdan deli olacaktım.Sabahattin Ali Kürk Mantolu Madonna’da, imkansız gibi görünen hüzünlü bir aşk öyküsü anlatırken, edebiyatımızda benzeri az görülen psikolojik bir esere de imza atar.
“Düşünsenize Einstein ya da dedem kendini unutsa bile onları kim unutabilir? Dedem beni tamamen unutmadan önce onunla yaşayacağım daha çok şey var!”
Tanıştığınıza pişman olmayacağınız biri... İşte karşınızda oğul Mete, öğrenci Mete, torun Mete, çocuk Mete.
Mete, tam 10 yıl 8 ay 25 gün 3 saat 5 dakikalık hayatının baharında, 1 metre 37 cm ve 33 kiloluk bir süper kahraman. En çok da dedesinin kahramanı.
Unutmak, hatırlamak ve aile olmak üzerine kahkahalı bir roman. Işıl Şahin ve İnci Özdemir, hayat bol hayalli ve oyunlu olduğunda zorluklarla bile eğlenilebileceğini gösteriyor.
“Bu evde garip bir şey var, hissediyorum.”
Klasik Korku Öyküleri’nde insana dair dehşet, uygarlığın huzursuzlukları, evin ve ailenin tekinsizliği, ölüm ve bilinmeyenle kurduğumuz ilişkinin kopma noktaları birleşiyor. Klasik korku öyküsünün “edebiyat” hüviyeti kazanmasında pay sahibi olan bu karanlık metinler, usta yazarların zihinlerinden fırlamış kâbuslarla dolu bir geçit töreni sergiliyor.
Charlotte Perkins Gilman’ın feminist-gotik öyküsü “Sarı Duvar Kâğıdı”, Mary E. Wilkins Freeman’ın önemli eseri “Luella Miller”, hayalet öykülerinin üstadı M. R. James’ten “Mezzotint”, Ambrose Bierce’ın erken dönem eko-gotik eseri “Evdeki Asma”, Perceval Landon’ın unutulmaz hortlak öyküsü “Thurnley Manastırı”, F. Marion Crawford’ın korkunç “Çığlık Atan Kurukafa”sı, Arthur Morrison’ın tekinsiz mücevheri “Üst Kattaki Şey”, E. F. Benson’ın düşsel ve gotik şaheseri “Kuledeki Oda”, H. P. Lovecraft’ın, korku edebiyatı tarihinde dönüm noktası olarak kabul edilen, Cthulhu mitosunun nüvesinin ortaya çıktığı “Dagon” öyküsü bu derlemede bir araya geliyor.
Tıp gerçekten bir kütüphanedir, ama doğru biçimde okunması gerekir.
Tıp tarihi, insan zekâsının hastalığa karşı verdiği kıyasıya mücadelenin tarihidir. Edebiyat tarihi de bu mücadelenin kaydını bazen roman ya da öykü, bazen de günlük, mektup ve denemelerle tutarak insanın hastalık ve ölümle nasıl bir ilişki kurduğunu yorumlamaya çalışır.
Iain Bamforth tarafından derlenen, Charles Dickens’tan Franz Kafka’ya, Virginia Woolf’tan Susan Sontag’a, John Berger’dan Oliver Sacks’e uzanan bir yelpazeyle zenginleşen bu antoloji, tıbbın toplumsal tarihini edebiyat aracılığıyla aydınlatıyor. Usta yazarların eserlerinden seçilmiş bölümler, varoluşumuza dair soruları sormak için neden edebiyata başvurduğumuzu bize yeniden hatırlatıyor.
Kışın en uzun gecesinde, denizin derinliklerinde yaşlı bir balık, yaklaşık on iki bin yavru balığı etrafında toplayıp onlara unutamayacakları bir masal anlatır. Bu, başka yerlerde neler olduğunu bilmek isteyen Küçük Kara Balık’ın hikâyesidir.
Çocuk edebiyatının unutulmaz klasiklerinden Küçük Kara Balık, Samed Behrengi’nin dünyaca tanınmasına yol açmış ölümsüz bir masal.
Uzayın derinliklerinde sürüklenen bir gemi.Katledilmiş bir mürettebat.Katil kim?
2018 Hugo En İyi Roman Adayı2018 Nebula En İyi Roman Adayı 2017 Philip K. Dick Ödülü Finalisti2017 Goodreads Okur Ödülleri En İyi Bilimkurgu Adayı Maria Arena, bir uzay gemisinin klonlama bölgesinde gözlerini açtığında bir önceki hayatında öldürüldüğünü fark eder ama nasıl öldüğüne dair anıları silinmiştir. Ona anlatacak biri de yoktur çünkü tüm mürettebat hayatını kaybetmiştir. Yeni bedenlerinde dirilen klonlar, katillerinin kim olduğunu bulabilecek midir? Ödüllü yazar Mur Lafferty, kapalı-oda polisiyesini bilimkurguyla harmanladığı Altı Diriliş’te, sadece rotasını yitirmiş bir geminin değil, yolunu kaybetmiş olan insanlığın da gerilim yüklü öyküsünü anlatıyor.
Einstein’ın Beynini Yemek’ten bir ısırık alın ve iyi bilim ile yanlış yönlendiren bilimi birbirinden ayırt etmeyi öğrenin. Bu kitap, esprili senaryolar ve gerçek hayattan alınma etkileyici örneklerle sizi eleştirel düşünmeye teşvik ediyor. Kötü bilimi tanımanız için ipuçları, gerçekleri olduğundan farklı gösteren haberleri fark etmeniz için fikir veriyor ve beyninizi bilim haberlerinin kafa karıştırıcı etkisinden korumanın yollarını gösteriyor. “Zırva Zımbalayan” bilgiler, “Sıra Sizde” etkinlikleri ve esprili çizimlerle dolu Einstein’ın Beynini Yemek, güvenilir bilimin keskin zekalı takipçisi olmanızı sağlayacak eğlenceli bir yaklaşım sunuyor.
Ben Huck. Tom Sawyer’ın en yakın arkadaşı.
Size Mississippi Nehri boyunca macera dolu bir yolculuk teklif ediyorum.
“Günlerce hiçbir kasabada durmadık ve sürekli nehir aşağı ilerledik.
Güneyin ılıman iklimine ulaşmıştık ve artık evimizden çok uzaktaydık.
Çok geçmeden üzerlerini İspanyol yosunu kaplamış ağaçlara rastladık.
Yosunlar, ağaçların üzerinden uzun beyaz sakallar gibi sarkıyorlardı.
Bu yosunları hayatımda ilk defa görüyordum; açıkçası ormana çok ciddi ve kasvetli bir hava katıyorlardı.
Bizim üçkağıtçılar da artık tehlikeden uzaklaştıklarını anlamışlardı ve başka köylere dadanmaya başladılar.”
İlk kez 1884'te yayımlanan Huckleberry Finn'in Maceraları çocukluk üzerine yazılmış unutulmaz romanlardan biri. Mark Twain, masumiyetini yitirmiş yetişkinler dünyasına ayna tutmayı ihmal etmiyor
İlk kez 1864 yılında yayımlanan Dünyanın Merkezine Seyahat olağanüstü bir maceranın romanı. Henüz denizlerin altı ve gökler keşfedilmemişken bu konular hakkında romanlar yazan Jules Verne hiç eskimeyecek bir yolculuğu ve merakı anlatıyor.
‘’Gerçekten, üç günlük suyumuz kalmıştı ve idare etmek zorundaydık. Bunu akşam yemeğini yerken anladım. Can sıkıcı bir bekleyiş içindeydik, çünkü geçiş dönemine ait bu yerlerde herhangi bir su kaynağına rastlama umudumuz pek zayıftı. Ertesi gün boyunca, ayaklarımızın altına uzanan dehlizin sonu gelmez küçük kemerlerini geçe geçe ilerledik. Hiç konuşmadan yürüyorduk. Hans’ın suskunluğu bize de bulaşmıştı.’’
Tom Sawyer’ın Maceraları, çocukluk üzerine yazılmış unutulmaz romanlardan biri... Mark Twain, çocuk zihninin büyüleyiciliğini heyecanlı maceralarla anlatırken masumiyetini kaybetmiş yetişkinler dünyasına da ayna tutar. İlk kez 1876 yılında yayımlanan kitabın karakterleri Tom Sawyer ve Huckleberry Finn, çocukluğun adeta diğer adı olmuştur.
Gençlerin içinde çok beğendiğim şairler var, hepsinin ismini aklımda tutamıyorum, isimleri henüz yer etmedi; ama şiirlerini pek beğeniyorum. Şöyle aklımda kalanları sıra tefriki yapmadan sayayım: Dinamo, Suat Taşer, Rıfat Ilgaz, A.Kadir, Orhan Kemal, Saffet Irgat vesaire...-Nazım Hikmet-
Nazım'ın yanında bulunuyordum. Dehşetli etkisi altındaydım. Nazım "Kendi sesini bul!" diye bağırdı. Rıfat Ilgaz'dan, Celal Sılay'dan örnekler gösterdi...-Orhan Kemal-
Rıfat Ilgaz, müreffeh bir zümrenin değil, fakat bir günden öbürüne yaşayabilmek için didişen; böyle üzüntülü günlerin akşamında, bazan, 'gününü gün etmek için, şöyle bir demlenen' halkın şairidir.-Behice Boran-
Rıfat Ilgaz, şiirlerinde şehir insanının günlük dertlerini yaşattı. İkinci Dünya Savaşı'nda, İstanbul şehrinde yaşayan fakir halk Rıfat Ilgaz'ın şiirlerinde ölmezleşmiştir.-Oktay Akbal-
Okumak için Doğanlar ödülü sahibi
Mavi Lane Smith ve Jory John’dan sorunlarla başa çıkma hikâyesi.
Hem de en matrağından...
Kutupta yaşıyorsan hayat çok zor olabilir. Bir penguen için bile. Tanışacağın penguen uykuyu çok seviyor, paytak paytak yürüyor, pek düzgün yüzemiyor, kardan hoşlanmıyor ve daha pek çok derdi olduğunu düşünüyor. Ama bir gün, sevdiği şeylerin de olabileceğini fark ediyor.
Kimbilir, belki de sonunda işler yoluna giriyordur.
Japonlar, efsanelerinde kendilerini kutsal ruhların soyundan gelen özel bir kavim olarak anlatır. Japon Yapmış Türk Gezmiş’i okuduktan sonra o efsanelere hak vereceksiniz. İşte Tokyo’dasınız: O büyük karmaşanın içinde öylesine dingin bir düzen var ki şaşırıyor ve düşünüyorsunuz; bunu dünyalılar yapmış olamaz!
Hiroşima’nın hüznü, Osaka’nın coşkusu, Sapporo’nun buzdan heykelleri, Okinawa’nın tropik kumsalları, Nikko’nun filozof maymunları, Nara’nın bisküvit dilenen geyikleri, Kyoto sokaklarında süzülen geyşalar, topuklu ayakkabılarıyla Fuji Dağı’na tırmanan çılgın kızlar…
Japonya’yı Onur Ataoğlu’nun kılavuzluğunda gezerken hayran olacağınız çok yer, şaşıracağınız çok şey bulacaksınız.
Edebiyatımıza ölümsüz eserler kazandıran Rıfat Ilgaz, yıllarca çeşitli gazetelerde köşe yazıları yazdı. Yaşam koşulları, toplumsal adalet, demokrasi, eğitim, kültür, sanat gibi konulardaki görüşlerini, toplumcu gerçekçi bir yaklaşımla kaleme aldı.
Krallar ve Kurallar, Rıfat Ilgaz'ın bu gibi konuları işlediği gazete yazılarından yaptığı bir seçkidir. Ilgaz, köşe yazarlarının halkın çıkarlarını gözetmesi, bu bilinçle düşüncelerini topluma aktarması ve evrensel olması gerektiğini ödün vermeksizin savunur.
Emekten ve adaletten yana eksenini yitirmeyen bu yazıları okurken ülkemizde ve dünyada o günlerden bugüne ne çok şeyin değişmediğini fark edeceksiniz.
Rıfat Ilgaz, Haydi Yolunuz Açık Olsun’daki öykülerinde toplumsal aksaklıkları mizahla yoğuruyor. Görmek istemediğimiz, unutmaya ve unutturmaya çalıştığımız ne varsa, Ilgaz’ın bu öyküleriyle belleklerimize kazınıyor.
Rıfat Ilgaz, öykü kahramanlarının çatışmalı hallerini, küçük hayallerini, umutlarını bütün renkliliği ve içtenliğiyle yansıtıyor.
Erden Bolerden, plaza cehennemlerinde çırpınıp duranlardan birinin, Salih’in dramını anlatıyor. Salih’in acımasız iş yaşamında bir robota dönüşmemek için verdiği mücadele onu, egoizm ve acımasızlıkla dolu bu dünyada bir Kafka karakteri kadar ilginç hale getiriyor. Sürgün Ruhlar Senfonisi, “Bu dünya bir cehennem,” diyenlerin asla unutamayacakları bir roman.
“Cam kapıları yusyuvarlak kolçaklarından ittirmemle birlikte şirketin atmosferi dalga dalga suratıma hücum etti. Yüreğim ağzımda atıyordu. Karolarla döşenmiş zemin parlak, dekorasyon pahalı, işyeri köşe bucak bej tonlarıydı. Girişe bitişik uzayan danışma bölmesinin diğer tarafında bulunan sekreteri nazik bir ‘Günaydın’ ile ardımda bırakarak şirketin ortasına doğru hareketlendim. Meraklı iş arkadaşlarım kadroya yeni dahil olan bu kişiyi tartmak için kafalarını senkronize kaldırdılar. Fakslar susmuş, ahizeler kapanmış, fotokopi makinaları kopyalamayı bırakmıştı. Mesainin ilk dakikalarında ben vardım. ”
29 katlı bir apartman, apartmanda tuhaf bir asansör, asansörde iki çocuk...Delal Arya, gözleri bir ormanın kuytularına benzeyen Fûl ve yüzü kahverengi çillerle kaplı Kâmuran’ın esrarengiz hikâyesini anlatıyor.Solucan deliğine benzeyen mahallelerden büyüleyici ormanlara açılan etkileyici bir macera.
On dört yaşındaki Daniel, ablası Cathy ve babasıyla birlikte modern şehirden uzakta sakin bir yaşam sürer. Ne var ki sakin yaşamın arkasında toplumsal ayrışmaların tetiklediği bir gerilim yatar. Bu, kendi elleriyle inşa ettikleri evlerinde iyilik-kötülük çatışmasının ortasında ayakta kalmaya çalışan bir ailenin yaşadığı, sessiz ama derinden bir gerilimdir.
İngiliz edebiyatının başarılı genç yazarlarından Fiona Mozley, 2017 Man Booker Ödülü’ne aday olan ilk romanında, insanın ruhunda usul usul büyüyen karanlığın, dünyevi arzularla filizlenen kötülüğün öyküsünü anlatıyor. Elmet, intikam, özveri, şiddet ve masumiyet gibi kavramların arasındaki kalın çizgilerin inceldiği, yıkılmamaya çalışan bir “ev” üzerine tekinsiz, hüzünlü ve gizemli bir roman.
“Cezbedici… Şiirsel ve efsanevi bir eser.”
The New York Times
“Sihirli bir ilk roman.”
1952’de bir öğrenci, çözemediği matematik problemini Albert Einstein’a yollamıştır. Yıllar sonra bu olaydan esinlenen Lynne Barasch, yedi yaşında bir kızın , ablasının matematik dersinden gemesine yardım etmek için Einstein’a yazdığı mektubun öyküsünü etkileyıici bir şekide anlatııyor.
Kendin olmak gibi yokÇılgın bir flamingo ile tanışmak ister misin? Flamingoların tüylerinin neden pembe olduğunu merak eden Sylvie bir deney yapmaya karar verir. Çikolata ya da üzüm yedikten sonra neler olacağını kim bilebilir ki!
Jennifer Sattler, neşeli çizimleri ve ilginç hikâyesiyle “en iyisi daima kendin olmak” diyerek her yaştan okura göz kırpıyor.
Özlem Anar, Yeşil Mühürlü Masal’da, insanın kendi masalını yazabileceğini anlatıyor. Tatlı tatlı okunan ama zaman zaman da uykuları kaçıran bir masal bu.
“Sandalyesinden ağır adımlarla kalkıp, kitabı iki yatağın arasındaki komodinin üzerine bıraktı ve odadan çıkmadan önce onlara iyi geceler diledi. Işığı kapattı ve bir süre daha aralık kapıdan onları izledi. Çocuklar büyükannelerinin siluetine bakarken gözlerinin ağırlaştığını ve hayaller ülkesinden çağırıldıklarını hissetmişlerdi. Gözleri kapanmadan hemen önce başuçlarında duran kitabın ışık saçtığını görür gibi olmuşlardı. Mutlu rüyalar ülkesine kayar gibi aktıklarında kapı kapandı ama odadaki kitap ışık saçmaya devam etti.”
Çektiği fotoğraflarla zamanın yutacağı anları sonsuzlaştıran Darius, bir göz muayenesinde görme yetisinin kaybolacağını öğrenir. Karanlık onu köşeye sıkıştırınca çareyi bir bilet almakta bulur. Fotoğraf makinesini sırt çantasına koyup Dublin’i arkasında bırakır. Bu sırada İstanbul’da Darius kadar çaresiz bir kadın vardır: Işık. Onu hayata bağlayansa çizdikleridir. Bir akşam fırçalarla dolu bavulunu alarak evi terk eder.
Elif Naz Öğün, Ufuk Çizgisine İki Bilet’te korkuları hayallerini yenmiş iki insanın hayata yeniden tutunma hikâyesini anlatıyor. Gencecik bir yazarın, insanı umutlandıran hayallerine ortak olmak isteyen okura iyi gelecek bir roman bu.
Kırk Yıl Önce, Kırk Yıl Sonra, Rıfat Ilgaz’ın 1940’larda başlayıp 1980’lere kadar süren göz altına alınma, tutuklanma, yargılanma öyküsü. Bu ülkenin yetiştirdiği önemli aydınlardan biri olan Ilgaz’ın bu kitabını okurken, “Olmaz bu kadar,” diyeceksiniz. Ne yazık ki doğru...
"12 Eylül döneminde Cide’de gözaltına alınan sanatçının başına neler gelmemişti! Kolay değil, 1940’larda başlayan gözaltına alınma, tutuklanma, yargılanma öyküsü, 1980’lerde de sürmüştü. Yeryüzünde kaç şair ya da kaç yazar var ki kırk yıl bu çileye katlanmış olsun?”
İlhan Selçuk
“Biliyor musun, senin geleceğini, utanıp diyememiştim. Demek insan eşine bir evladının olacağını söylemekten utanabilirmiş. Ben şimdi seni nasıl büyüteceğim? Hangi ninni, hangi masallarla seni avutacağım? Sen şehit çocuğu oldun, baban bizi cennette bekliyor mu diyeceğim? Ellerin çocukları babalarının ellerinden tutup gezerken senin bir elin boş mu kalacak?Hayır, senin diğer elini melekler tutacak yavrum!Biliyor musun akşam yemeğinden sonra sanki babanı Allah konuşturdu.‘Hanım, bir duş alıp iki rekât namaz kılayım, Allâh’u âlem ben bugün şehid olacağım’ dedi. Ben de bir şey diyemedim. Sadece ‘Sen şehit olursan bize kim bakar?’ dedim.‘Allah bize yeter’ dedi.”.
Bugün kahpe bir kurşunla babasının kanı toprağa düşmüştü. Belli ki toprak kana susamıştı. Oğuz’dan boşalan kanlar topraktan oluşan küçük bir çatlaktan derinlere doğru akarken, bir başka küçük çatlaktan etrafa hafif hoş insanın ruhunu okşayan lakin bir kekik mi, bir portakal çiçeğimi olduğu tam anlaşılmayan kokular etrafa yayılmaya başlayınca, önce topraktan gelen kokuyu derin derin ciğerlerine çekti sonra başını babasının göğsüne koydu. Oğuz’un sarı gömleği kadife çiçeğine dönmüştü. Dılocan için için ağlarken arada bir mırıldanıyor fakat sesini dışarıya duyuramıyordu.Artık gökyüzünde depremler, yeryüzünde volkanlar patlasa duymuyordu, sadece babasını duymak istiyordu ve kendi hücreleri duyacak ve hissedecek kadar.
Bir anda mazlumları gözlerinin önünde ölümün soğuk yüzünü yüreğinde, kurşunun vızıltısını başucunda, şehadet şerbetinin kokusunu burnunda hisseder gibi oldu.Daldığı âlemden daha önce hiç koklamadığı ve tarif edemeyeceği bir koku ile sıyrıldı. Etrafına baktı herkes tam siper almıştı. Derin bir nefes çekerek şehadet kokusu olarak düşündüğü muazzam kokuyu tekrar koklamak istedi lakin bu sefer az önce kokladığı kokunun yerini vadinin iç tarafını saran kekik kokularının dalga dalga radyo dalgaları gibi yayıldığını düşündü.
Okul öncesi dönemdeki çocukların ince motor ve bilişsel gelişimlerini desteklemek amacıyla hazırlanmış bu kitapta;
- görsel dikkat- kısa süreli hafıza- sayı tanıma-labirent- boyama egzersizleri bulunmaktadır.
Çocuklar kitaptaki etkinlikleri yaparken hem eğlenecek hem de öğrenecekler.
“Çiçeklere bakıyoruz, kuşları izliyoruz, kozalak, kuru dal parçaları ve erik topluyoruz, ayakkabılarımızı çıkarıyoruz ayağımızdan, deniz kenarında yürüyoruz, bazen gözlerimiz doluyor, bazen gülümsüyoruz, sonra zıplayan yunusları görebilmek için ufka dalıyoruz, bazen uyku bastırıyor, esniyoruz, bazen de aklımıza çok eski bir anı geliyor, her şey nasıl da değişiyor diye düşünüyoruz. Dünya böyle. Her şey değişiyor. Her şey geliyor ve geçiyor. Dalgalar gibi. Rüzgâr gibi. Bulutlar gibi. An gibi. Hayat gibi.”
Hep bir şeylere ya da bir yerlere yetişme telaşıyla geçip gidiyor hayatlarımız. Çağımızın bir hastalığına dönüşmüş durumda “yetişme telaşı”. Anne, Kız Harikasın’da nefis öyküler anlatan Elif Türkölmez, Her Şey Geçer’le tüm bu koşuşturmalarımıza, telaşlarımıza bir “Dur!” diyor. İncelikleri görmek isteyenler için bir başucu kitabı.
Anna tıpkı diğer kız çocukları gibi görünebilir ama aynı zamanda tıpkı diğer tüm kız çocukları gibi o da özel ve biriciktir. Bazen yumuşacık ve sakindir, bazen de serttir, dikenlerini çıkarır. Çok büyüktür, kocamandır Anna ama bazen bir kutuya sığabilecek kadar küçülür… Onun gibisi sadece bir tanedir. Onu bulmamıza yardım eder misin?
Bu yosunları hayatımda ilk defa görüyordum; açıkçası ormana çok ciddi ve kasvetli bir hava katıyorlardı. Bizim üçkağıtçılar da artık tehlikeden uzaklaştıklarını anlamışlardı ve başka köylere dadanmaya başladılar.”
İlk kez 1884'te yayımlanan Huckleberry Finn'in Maceraları çocukluk üzerine yazılmış unutulmaz romanlardan biri. Mark Twain, masumiyetini yitirmiş yetişkinler dünyasına ayna tutmayı ihmal etmiyor.
Atatürk’ün okullarda okutulmasını istediği kitap...
Beyaz Zambaklar Ülkesinde bir ülkenin uygarlık seviyesine nasıl ulaştığının en güzel kanıtı. “Sevgili arkadaşlar işinizin çok ağır olduğunu biliyorum. Unutulmuş köylerde zor şartlarda çalıştığınızı, çalışmalarınızın kimse tarafından takdir edilmediğini ve maddi durumunuzun iyi olmadığını da biliyorum. Ama unutmayın ki halkı uyandırmak için giriştiğimiz işin henüz başındayız. Biz yeni ülkenin öncüleriyiz. Cehaletle mücadele ederken bu ağır yükü de sırtımızda taşımak zorundayız. Şimdi kimsenin bizi takdir etmeyeceğini biliyorum. Biz fedakârlıklar yapacağız ve belki de içimizden kurbanlar vereceğiz. Bu ne yazık ki kaçınılmazdır. Sizi fedakârlık yapmaya çağırıyorum; herkesi değil elbette, kendini feda etmeye hazır olanları.Açık konuşayım. Her meslekte olduğu gibi öğretmenler arasında da bu mesleği hakkıyla yapamayan çok kişi var. Öğretmenliği küçümseyen bu insanlara dostça bir önerim var: Öğretmenliği bırakın ve gidip başka işlerde çalışın. Böylesine önemli bir makamı boş yere işgal etmeyin… Ülkemizin bilimadamları ricamı kırmayıp size ders vermeyi kabul ettiler. Onlardan öğrendiklerinizi okullarınıza döndüğünüzde siz de öğrencilerinize aktarın.”
Rıfat Ilgaz, Garibin Horozu’nda toplumdaki çelişkileri o kendine has üslubuyla anlatıyor. İnsanı bir yandan hafif hafif güldürürken, bir yandan da acı acı düşündüren öyküler... Bu ülkenin öyküleri…
Rıfat Ilgaz, eğitimsiz bir toplumda yaşayan bireylerin şiddet ve baskı kullanarak hedeflerine varmak isteyeceklerini vurgulardı her zaman. Sanata, kültüre ve eğitime önem veren toplumların çağdaş olabileceğine inanırdı. Sanatçı onun için toplumun yol göstericisiydi. Bu yüzden, kendi deyimiyle, ‘gözü toplumda, kulağı halkta’ydı.
Aydın Ilgaz
Alice’in Harikalar Diyarı’ndaki serüvenini bilmeyen yoktur. Alice, elinizde tuttuğunuz bu kitapta başka bir yolculuğa çıkıyor: O küçük kız yine küçülecek, nükleer bir parçacık kadar olup bu kez Kuantum Diyarı’nı dolaşacak.
Fizikçi Robert Gilmore, bu kitapta düş dünyası ve bilimi ustalıkla birleştiriyor. Alice’in yolculuklarının alegorisini kullanarak kuantumu anlaşılır bir hale getiriyor.
Alice Kuantum Diyarı’nda yaşadığımız dünyanın anlaşılması zor, fakat bir o kadar da gerekli bir kavramı olan “kuantum fiziği”ni anlamak isteyenler için sevimli bir başucu kitabı.
Internet Explorer tarayıcısının 9.0 ve daha eski sürümlerini desteklememekteyiz. Web sitemizi doğru görüntüleyebilmek için tarayıcınızı güncelleyebilirsiniz, güncelleyemiyorsanız başka bir tarayıcıyı ücretsiz yükleyebilirsiniz.