Osmanlı Dâhileri isimli serimizin ilk kitabında, siyasetten askeriyeye, mimarlıktan tıbba, edebiyattan hat sanatına, tarihten coğrafyaya, fen bilimlerinden teknolojiye kadar bilimin birçok sahasında rol alan, birbirinden farklı, dikkat çekici 16 önemli şahsiyeti inceledik. Bu zatlar ve öne çıkan vasıfları şu şekildedir: Asırlardır okunan Mevlid-i Şerif kitabının müellifi Süleyman Çelebi, Türkçe ilk tıp kitabını yazan Geredeli İshak bin Murad, çağ açıp çağ kapayan dâhi padişah Fatih Sultan Mehmed Han, Akdeniz’i Türk gölü yapan Kapdân-ı Derya Barbaros Hayreddin Paşa, bir Osmanlı hezârfeni Matrakçı Nasuh, Osmanlı’da ilk rasathaneyi kuran astronom Takıyyüddin Râsıd, Kanije kahramanı bir harp dehası Tiryaki Hasan Paşa, Sultanahmet Camii’nin mimarı Sedefkâr Mehmed Ağa, dünyanın en büyük seyahatnamesini kaleme alan Evliya Çelebi, füze ile uçan ilk insan Lâgarî Hasan Çelebi, Osmanlı resmi matbaasının kurucusu İbrahim Müteferrika, dünyada ilk başarılı denizaltı denemesi yapan tersane mimarı İbrahim Efendi, celî sülüs yazıda çığır açan Mustafa Râkım Efendi, Dîvânü Lügâti’t-Türk’ü bulan kitap kâşifi Ali Emiri Efendi, dünyanın sırtını yere getiremediği pehlivan Şumnulu Koca Yusuf, yirminci asrın büyük siyasi dehası Sultan İkinci Abdülhamid Han.
Elinizdeki bu eserde, vakıf kuran hanım sultanlardan en bilinenler ele alınmış ve kronolojik sıraya göre hayat hikâyeleri ve eserleri incelenmiştir. Arşiv vesikaları, vakfiyeler, kitabeler, vekayinameler yanında günümüzde yapılan yüzlerce akademik ve popüler çalışmanın incelendiği eser; minyatür, gravür, tarihi ve güncel fotoğraf gibi görsel malzeme ile de desteklenmiştir. İslam tarihinin bir devrine damgasını vuran, tarihte şanlı ve şerefli bir sayfa açan Osmanlı hanım sultanlarının isimleri, yaptırdıkları hayır eserleriyle yaşamaya devam ediyor…
Osmanlı halîfelerinin Resûlullâh Efendimiz'e Ashâb-ı Kirâm'a âlimlere ve sâlihlere muhabbetlerininfazlalığı dâimâ bunlar hakkında gerekli hürmeti icrâ etmeleri Peygamberimizin âilesine ihsân etmektenbir an uzak kalmayıp İslâm milletinin günümüze kadar her türlü taarruzlardan korunmasında maddî vemanevî her türlü gayreti sarf ederek dîn-i mübînin şân ve şerefini muhâfazaya hizmet etmeleri ve Haremeyn-i Şerîfeyn ve husûsiyle Peygamber Efendimiz'in Ehl-i Beyt'ine hürmette kusûr etmemeleri Osmanlıhalîfelerinin fazîletleri cümlesindendir. Yine Osmanlı halîfelerinin övülmeye değer fazîletlerinden olarakhacıların Beytullâh ve Resûlullâh'ın ziyâretçilerinin ve sâir yolcuların istirahatlerinin temin edilmesi içinyolların emniyetinin sağlanmasına ve devâmlı olarak dînin hükümlerinin korunmasına gayret sarf etmeleriniher sene külliyetli masraflar yaparak İstanbul ve Mısır'dan Osmanlı askeri ile birlikte surre-i hümâyûngönderip bunlarla Haremeyn-i Şerîfeyn'in seyyid şerîf ulemâ ahâli mücâvir ve hademeleri için büyükmeblağlar yollamalarını ve hacıların istirahat ve emniyetlerinin sağlanması için hac yolu üzerinde sâkinolan Arap kabîlelerine de büyük yardımlar yapmalarını zikredebiliriz.İşte bu eserimiz Osmanlı Devleti'nin Haremeyn-i Şerîfeyn'e olan hürmet ve tazimlerine ve yaptıklarıhizmetlere dâir Osmanlı Arşivi'nde mevcut vesîka fotoğraf plan vb. malzemeden husûsî olarak seçilenlerinbir araya getirilmesiyle meydana gelmiş bir çalışmadır.
Osmanlı halîfelerinin Resûlullâh Efendimiz’e, Ashâb-ı Kirâm’a, âlimlere ve sâlihlere muhabbetlerinin fazlalığı, dâimâ bunlar hakkında gerekli hürmeti icrâ etmeleri, Peygamber Efendimiz’in âilesine ihsân etmekten bir an uzak kalmayıp, İslâm milletinin günümüze kadar her türlü taarruzlardan korunmasında maddî ve manevî her türlü gayreti sarf ederek dîn-i mübînin şân ve şerefini muhâfazaya hizmet etmeleri ve Haremeyn-i Şerîfeyn ve husûsiyle Peygamber Efendimiz’in Ehl-i Beyt’ine hürmette kusûr etmemeleri Osmanlı halîfelerinin fazîletleri cümlesindendir.Yine Osmanlı halîfelerinin övülmeye değer fazîletlerinden olarak hacıların, Beytullâh ve Resûlullâh’ın ziyâretçilerinin ve sâir yolcuların istirahatlerinin temin edilmesi için yolların emniyetinin sağlanmasına ve devâmlı olarak dînin hükümlerinin korunmasına gayret sarf etmelerini, her sene külliyetli masraflar yaparak İstanbul ve Mısır’dan Osmanlı askeri ile birlikte surre-i hümâyûn gönderip bunlarla Haremeyn-i Şerîfeyn’in seyyid, şerîf, ulemâ, ahâli, mücâvir ve hademeleri için büyük meblağlar yollamalarını ve hacıların istirahat ve emniyetlerinin sağlanması için hac yolu üzerinde sâkin olan Arap kabîlelerine de büyük yardımlar yapmalarını zikredebiliriz.İşte bu prestij eserimiz, Osmanlı Devleti’nin Haremeyn-i Şerîfeyn’e olan hürmet ve tazimlerine ve yaptıkları hizmetlere dâir Osmanlı Arşivi’nde mevcut vesika, fotoğraf, plan vb. malzemeden hususi olarak seçilenlerin bir araya getirilmesiyle meydana gelmiş bir çalışmadır.
Dört asır evvel, hayatını seyahate, öğrenmeye ve öğrendiklerini yazmaya vakfeden büyük Osmanlı seyyahı Evliya Çelebi’nin kaleme aldığı on ciltten oluşan Seyahatname’si, dünya kültür mirasının şaheserlerinden biridir. Peygamber Efendimiz’i (s.a.v.) gördüğü bir rüyasında, “Şefaat ya Resulallah” diyeceği yerde, heyecandan dili sürçerek, “Seyahat ya Resulallah” deyiverir. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şefaati, seyahati ve ziyareti ona müjdeler ve böylece gezilerine başlar. Yedi iklim, on sekiz padişahlık yer gezer. Yetmiş yılı aşkın ömrünün elli bir yılını, bir diyardan başka bir diyara uzanan yollarda, muhtelif ülkelerde ve şehirlerde geçirir. Osmanlı’yı en çok tanıtan ve sevdiren kişi olarak adını tarihe altın harflerle yazdıran Evliya Çelebi’nin muazzam külliyatından, en çok beğenilen ve dikkat çeken kısımları Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nden Seçmeler serisinin üçüncü kitabı olan Yeryüzünün Sırları'nda bir araya getirdik. Evliya Çelebi’nin seyahatlerinden edindiği bilgilerden ve kazandığı tecrübelerden istifade etmek temennisiyle…
Dandanakan zaferinden sonra kurulan Selçuklu Devleti, batıya yönelerek İran, Irak, Suriye ve Anadolu’ya hâkim oldu. Devletin en parlak devrinde, sınırları Orta Asya’dan Ege kıyılarına ve Kafkaslar’dan Yemen’e kadar uzanıyordu. Bu geniş coğrafyada siyasî birliğin ve ekonomik istikrarın sağlanması, eğitim-öğretim, kültür ve sanat konusunda da kendini gösterdi. Bütün bu değerlerin toplamı da Selçuklu kültür ve medeniyetini meydana getirdi.
Selçuklular tarih boyunca pek çok devlet kurdular. Her yeni kurdukları devleti bulundukları medeniyetin şartlarına uygun olarak teşkilatlandırdılar. Müslüman olduktan sonra İslâmî yönetim tarzını benimsediler.
Türkçe isim ve unvanlarının yanı sıra İslâmî isimler, unvanlar ve lâkaplar aldılar. Kısaca, Türk ve İslâm geleneklerini birleştirip kaynaştırarak yeni bir devlet tipi meydana getirdiler. Ancak bu kaynaşma ve gelişme birden olmadı. Uzun bir geçiş dönemi yaşandı. Bu geçiş döneminin ilk siyasî teşekkülünü Karahanlılar oluşturdu. Bundan sonra Gaznelilerle devam eden bu gelişme, Selçuklularla tamamlandı ve olgunluk safhasına ulaştı.
Hazret-i Ebû Bekir’den (r.a.) sonra halife seçilen Hazret-i Ömer (r.a.) devrinde de fetihler hızla devam etti. Irak ve İran cephesinde Halid b. Velid (r.a.), sonra da Müsennâ b. Hârise (r.a.) kumandasındaki İslâm ordusunun peş peşe kazandığı zaferler sonunda, İran yıkılma safhasına girdi. Nihâvend savaşını müteakip Türkler ile Müslümanlar (Araplar) arasında ilk temaslar başladı (642). Müslümanlar, Horasan’da bilhassa Mâverâünnehir ve Kafkaslar’da Türkler ile karşı karşıya geldiler.
Emevîler Devrinde Türklerle Müslümanlar arasındaki mücadeleler bütün hızıyla devam etti. Hilâfetin Abbasi Hanedanı’na geçmesiyle hemen bütün cephelerde olduğu gibi Türkler ile yapılan mücadeleler de hızını kaybetti veya tamamen durdu. 751 yılında meydana gelen Talas savaşı Türk-Müslüman münasebetlerinde bir dönüm noktası oldu. Bundan sonra yıllarca devam eden savaşlar yerini sulh devresine terk etti. Türklerin Müslüman olmaları, Türk ve İslâm tarihinde olduğu kadar dünya tarihi açısından da büyük bir hadise teşkil eder.
Eserimizin birinci bölümünde Abbasî Devleti sınırları içinde yer alıp bu devlete ismen bağlı yarı müstakil Türk hânedanları olan Mısır’da Tolunoğulları ve İhşîdîleri; Azerbaycan’da Sâcoğulları’nı; ikinci bölümde ise Abbasî Devleti sınırları dışında ve tamamen müstakil birer devlet olan İdil (Volga) Bulgarları’nı, Karahanlılar’ı, Sâmânîler’i ve Gazneliler Devleti’ni ele aldık.
Büyük Selçuklu sultanı Muhammed Tapar vefat ettiğinde geride beş erkek çocuk bıraktı (18 Nisan 1118). Bunlar yaş sırasına göre Mahmud, Mesud, Tuğrul, Süleymanşah ve Selçukşah’tır. Şehzadelerden büyük oğul ve veliahd olan 14 yaşındaki Mahmud, babasının yerine tahta çıktı (19 Nisan 1118).
Ancak Mahmud, henüz devleti yönetecek yaşta olmadığı için, emirler kısa sürede onu kendi tesirleri altına aldılar. Diğer taraftan Mahmud’un şehzadelere ve emirlere üstünlüğünü kabul ettiremediğini gören amcası Horasan meliki Sencer, Büyük Selçuklu tahtını ele geçirmek için hazırlıklara başladı ve 14 Haziran 1118’de sultanlığını ilân etti. İki taraf arasında Save’de yapılan savaşta Sultan Mahmud mağlup oldu (11 Ağustos 1119).
Sencer, yeğeni Mahmud’u huzuruna kabul edip onu affetti. Sonrasında Büyük Selçuklu Devleti’ni yeniden düzene koydu. Buna göre, Sencer’e Sultanü’l-a’zam (en büyük sultan), Mahmud’a ise Sultanü’l-mu’azzam (büyük sultan) ünvânı ile hitap edilecekti. Bu düzenlemeye göre Sencer, Merv merkez olmak üzere ülkenin doğu kısmının yanında Rey şehri ile Mâzenderân ve Kumis bölgesini de kendi hâkimiyetine alıyordu. Mahmud’a ise Hemedan merkez olmak üzere Irak-ı Acem’in bir kısmı ile Irak-ı Arap (Mezopotamya) ve Suriye, yani ülkenin batı toprakları kalıyordu. Böylece Sencer’in izni ve düzenlemesiyle Selçukluların yeni bir kolu olarak Irak Selçuklu Devleti kurulmuş oldu.
Büyük Selçuklu Devleti’nin kuruluşunda önemli rol oynayan Dandanakan Savaşı’ndan sonra Selçuklu fetih hareketleri, özellikle batı yönünde büyük bir gelişme gösterdi. Gerek ilk Selçuklu sultanı Tuğrul Bey, gerekse Selçuklu beyleri, Rey-İsfahan bölgesiyle Azerbaycan ve Arrân’dan sonra Bizans hâkimiyetinde bulunan Anadolu’ya da akınlara başladılar. Askerî harekâtlarını Malatya ve Sivas’a kadar uzattılar.
Önceden hazırlanan plânlar doğrultusunda bu fetih hareketlerine katılan Selçuklu emîrleri ve Türkmen beyleri, çeşitli vesilelerle ellerinde bulunan kuvvetlerle Suriye ve Filistin’e gelerek, buraların fethinde ve bu topraklarda yeni bir Türk devletinin kurulmasında mühim rol oynadılar.
Suriye Selçukluları’nın kurucusu Tâcüddevle Tutuş Suriye, Filistin, Diyarbekir ve el-Cezîre’yi ele geçirdikten sonra, hâkim olduğu şehirlerde huzur ve sükûneti sağlamaya çalıştı. Halkın refah seviyesini yükseltip gönlünü kazanmak için devletini seferber etti. Bir yandan şehirlerin imarıyla ilgilenirken, bir yandan da tarım arazilerini canlandırmaya çalıştı. Yol güvenliğinin sağlanmasından sonra ticarî faaliyetler arttığı gibi, çeşitli sebeplerle Suriye şehirlerini terk eden halk, topraklarına geri dönmeye başladı.
11. asırdan sonra İran, bilhassa Horasan ve Azerbaycan, çoğunluğu yeni Müslüman olan Türk nüfusuyla dolmaya başladı. Bu hareketlilik Büyük Selçuklu Devleti için yeni yaylak ve kışlakların tahsis edilmesi gerektiği manasına geliyordu. Coğrafyasının uygunluğu ve gayrimüslim bir devlet elinde olması hasebiyle Anadolu toprakları bu iş için son derece uygundu. Selçuklular, bir taraftan ellerindeki kuvvetleri Bizans’a karşı cihad ve gazaya yönlendirirken, diğer taraftan da yeni topraklar fethedeceklerdi. Nitekim daha Malazgirt Savaşı’ndan önce, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya pek çok akınlar yapmışlar, coğrafyayı yakından tanıma imkânı bulmuşlardı.
Fakat bununla beraber Türklerin Anadolu’ya hızlı bir şekilde yerleşmeye başlamaları Malazgirt Savaşı’nın akabinde oldu. Başta Mâverâünnehir olmak üzere Hârizm, Horasan, Azerbaycan ve Arrân bölgelerinden sıkışık bir halde yaşayan Türkler, batıya yapılan akınlarla beraber Anadolu’ya gelmeye başladılar.
1071 yılı sonrası Kutalmışoğlu Süleyman Şah, Anadolu topraklarında ilk Türk devletinin temelini attı. Aynı dönemde Anadolu’nun fethinde mühim rol oynayan Dânişmendliler, Saltuklular, Mengücekler, Ahlatşahlar ve Artuklular gibi diğer Türkmen beylikleri Anadolu Selçukluları’nı takip etti.
Bu eser, 20. yüzyıl başlarında Osmanlı başkentinden Mısır’a, devlet tarafından “memuren” gönderilen Hâlid Ziyâeddin’in yazdığı bir hatıra ve seyahat kitabıdır. 24 Ocak 1909’da Kahire’ye ulaşan Hâlid Ziyâeddin, burada 1909 Mart ayının ilk günlerine kadar kalmıştır. Kitapta, Mısır’ın binlerce yıllık tarihinden o güne gelen büyük eserleri modern arkeolojik bulgular ışığında tasvir edilmekte ve Hidivlik dönemi Mısırı’nın idari, ekonomik ve sosyal yapısına, kurumlarına ve yaşayışına dair önemli gözlemler paylaşılmaktadır.
Musavver Mısır Hatıratı, piramitlere ve Firavunlar dönemi eserlerinin sergilendiği müzeye yapılan heyecan verici geziyle başlar. Sonraki bölümlerde Kahire Kalesi ve camileri, İslam ve Arap Eserleri Müzesi anlatılır ve beraberinde Emevi, Abbasi, Memluk, Osmanlı hakimiyetleri ve Napolyon’un işgal dönemlerine dair çok önemli bilgilere temas edilir. Belediye bahçeleri gibi gezinti alanlarından hayvanat bahçesine, kütüphanelerden müzelere, Hilal-i Ahmer teşkilatından posta hizmetlerine, köylülerden şehirlilere, yollardan otellere, askeriyeden polis teşkilatına, Nil üzerindeki köprülerden barajlara, tersaneden hapishaneye kadar 1909 senesinin Kahiresi bütün canlılığıyla gözler önüne serilir. Metinle birlikte kitapta yer alan seksen adet fotoğraf ise önemli bir arşiv malzemesi teşkil etmenin yanı sıra okuma zevkini artırmaktadır.
Selçuklular, Dandanakan Savaşı’ndan hemen sonra muhtemelen Merv’de büyük bir kurultay topladılar. Türk hâkimiyet anlayışına göre o zamana kadar ele geçirdikleri ve bundan sonra zapt edecekleri toprakları hanedan mensupları arasında bölüştürdüler. Bu paylaştırma sırasında Çağrı Bey’in en büyük oğlu olan Kavurd Bey’e de Tabes vilâyeti ile Kirman bölgesi ve Kuhistan havalisi verildi. Gazneliler’in mağlup edilmesi ve Horasan’da nüfuzlarının çökmesinden sonra Selçuklu akıncıları güneye doğru inmeye başladılar. Kirman eyaletine Selçuklu akınları ilk olarak 434 (1042/1043) yılında başladı. Bu sıralarda Kirman, Büveyhîlerin idaresinde idi. Kavurd Bey, emrindeki 5-6000 Türk atlısıyla Kirman’ın kuzey kesimine girerek yörenin merkezi Berdesîr’i kuşattı. Bölgeyi Büveyhîler adına Behrâm b. Leşkersitân idare ediyordu. Türk okçuları karşısında güç durumda kalan Behrâm, şehri Selçuklular’a teslim etmekten başka çare bulamadı. Kavurd Bey’in Berdesîr’de hükümdarlık tahtına oturmasıyla Kirman Selçuklu Devleti’nin temelleri atılmış oldu (440/1048).
Oğuzların Anadolu’ya ilk akınları Çağrı Bey’in 1016-1021 yılları arasındaki Doğu Anadolu seferi ile başladı. Bu akınların Büyük Selçuklu Devleti’nin kuruluşuna (1040) kadar devam eden ilk devresi bir keşif hareketi niteliğinde olup tarihî bir önem taşımaz. Fakat Büyük Selçuklu Devleti’nin kuruluşundan Malazgirt zaferine kadar (1071) süren otuz yıllık devrede gittikçe artan Türk akınları Anadolu’da Bizans’ın mukavemetini sarsmada tesirli oldu. Malazgirt zaferi ile Anadolu’da Bizans’ın direnci tamamen kırıldı ve Türkler bölgeye yerleşme imkânı buldular. Bu savaştan sonra Anadolu’ya büyük bir göç hareketi başladı. Azerbaycan üzerinden geçen kalabalık Türkmen grupları Anadolu’da Selçuklu Devleti’ni kurdu. Devletin kurucusu ve Anadolu’nun gerçek fatihi ise Selçuk’un oğlu Arslan Yabgu’nun torunu ve Kutalmış’ın oğlu Süleymanşah’tır. Kutalmışoğullarının yani Süleymanşah ve kardeşlerinin Anadolu’ya gelişleri hakkında değişik rivayetler vardır. Buna göre Süleymanşah ile ağabeyi Mansûr, Malazgirt Savaşı’na katıldılar ve bu savaşta büyük yararlıklar gösterdiler. Sultan Alp Arslan bu hizmetlerine karşılık olarak saltanat sürmesi için Süleymanşah’ı Anadolu’ya gönderdi.
Türkler tarih boyunca yayıldıkları sahalarda pek çok devlet kurmuşlar, adları değişik olmasına rağmen bu devletler bir devamlılık göstererek bugüne kadar gelmişlerdir. Bu devletlerin en önemlilerinden biri de Büyük Selçuklu Devleti’dir. Bu Türk devletine, hükümdar ailesinin atası olan Selçuk’a nispetle Selçuklular denmiştir. Oğuzlar, 12’si Bozok, 12’si de Üçok olmak üzere 24 Oğuz boyundan oluşmakta idi. Selçuklular, bu 24 Oğuz kabilesinden Üçok kolunun Kınık boyundandır.
Selçukluların atası olarak bilinen ve kuvvetli oluşu nedeniyle kendisine Demir Yaylı lâkabı verilen Dukak, Yabgu’dan sonra gelen önemli bir siyasî ve askerî mevkiye sahipti. Dukak’ın ölümünden sonra oğlu Selçuk, Oğuz Yabgu Devleti’nin ordu kumandanı ve Kınık boyunun beyi olmuştu. Bu sırada 17-18 yaşlarında olmasına rağmen başarısını çekemeyen muhalifleri Selçuk Bey’i öldürmek isteyince kendi boyuna mensup Oğuz kitlesiyle Yenikent bölgesinden ayrılıp Cend havalisine geldi. Burada bir beylik kurarak bölgede önemli bir güç haline gelen Selçuklular, İslamiyet’i seçtiler. Bir süre sonra kendilerine daha güvenilir bir yurt bulmak amacıyla Horasan’a geçtiler. Burada Gazneliler’le yaptıkları Dandanakan zaferinden sonra (1040) Büyük Selçuklu Devleti resmen kurulmuş oldu.
17. asrin kiymetli sahsiyetlerinden biridir Kâtib Çelebi. Bilhassa Kesfü'z-zunûn, Süllemü'l-vusûl, Cihânnümâ gibi elden hiç düsmeyecek nitelikte sâheserleri ile günümüzde uluslararasi çapta söhrete sahiptir. Elinizdeki eser, Kâtib Çelebi'nin hayatinin son yillarinda telif etmis oldugu Türkçe Osmanli tarihidir. Savaslar, barislar, isyanlar, tayin ve aziller merkezli olmak üzere 1591-1655 yillari arasindaki Osmanli tarihini tafsilatli bir sekilde ihtiva etmektedir. Prof. Dr. Bekir Kütükoglu'nun belirttigi üzere, tamamen orijinal bir kaynaktan çok “ciddi bir derleme”dir Fezleke. Yazarin yararlandigi kaynaklarin isimlerini açikça bildirmesi, kaynaklari arasinda mukayeseye giriserek hangi rivayetin daha muteber tutulmasi gerektigi konusunda okuyucusunu bilgilendirmesi, bazi kritik mevzularda ise tenkitte bulunmasi Fezleke'yi ayricalikli kilan özellikler arasinda zikredilmelidir. Bir tarihçi olarak Kâtib Çelebi'nin metodunun üstünlügü, eserde yer alan, tipki modern bir çalismadaki dipnotlara benzetebilecegimiz kenar notlarinda açikça görülmektedir. Fezleke'nin 1869-1870 yillarinda yapilmis baskisinin çok sayida hata ve eksiklerle dolu oldugu tarih arastiricilari tarafindan öteden beri bilinen bir gerçekti. Sihhatli bir Fezleke metni kullanmak isteyen arastiricilar, dogal olarak eserin Âtif Efendi Kütüphanesi, nr. 1914'teki müellif hatti müsvedde nüshasina yönelmekteydiler. Ancak ekseriyetle gözden kaçmis olan bir baska gerçeklik, söz konusu bu müsvedde nüshaya da tamamen güvenle yaklasilamayacagidir. Nüshanin bazi yerlerinin, son üçte birlik kisminin ise tamaminin, Kâtib Çelebi'ye ait olmayan bir el yazisi ile kaleme alinmis olmasi, Fezleke'nin diger nüshalarina kiyasla bu kisimlarin çok sayida eksik, fark ve hata içeriyor bulunmasi düsündürücüdür. Âtif Efendi Kütüphanesi, nr. 1914'teki müellif hatti müsvedde nüshanin, simdiye kadar zannolunanin aksine, bütünüyle orijinal bir Fezleke metni ihtiva etmedigi anlasilmaktadir. Bu nesirde, mevcut Fezleke nüshalari arasinda, müellife ait bir mukaddime içeriyor olmasi ile digerlerinden ayrilan Nuruosmaniye Kütüphanesi, nr. 3153'teki bir nüsha daha esas alinmis, her iki nüsha birbiriyle mukayese edilerek mümkün mertebe orijinal bir Fezleke metni tesis edilmeye çalisilmistir. Ilim dünyasina hayirli ve faydali olmasi temennisiyle...
Osmanlı Devleti'nin yönetildiği en üst merci Divan-ı Hümayun'dur. Mühimme Defterleri ise Divan-ı Hümayun'dan İstanbul ve taşradaki yöneticilere gönderilen emirlerin bir suretinin kaydedildiği defterlerdir. 16. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren düzenli olarak tutulan bu defterler Osmanlı devlet yönetimi hakkında bilgi veren en önemli kaynaklardır. 103 Numaralı Mühimme Defteri Haziran 1691-Aralık 1695 tarihleri arasını kapsayan bir Rikâb Mühimmesidir. Defterin ait olduğu yıllar, 2. Viyana Kuşatması sonrasında Osmanlı Devleti'nin Avusturya ve Venedik ile savaş halinde olduğu senelerdir. Bu nedenle defterde asker ve mühimmat sevki, tersane ve tophane için gerekli malzemenin tedarik ve nakli ile ilgili hükümler bulunmaktadır. Bununla beraber İstanbul'un zahire, et ve odun ihtiyacının karşılanması, İstanbul'daki bazı fırınlar ve pişirilen ekmek cinsleri, Güney Marmara'daki kazalardan Ege adalarına zahire nakli, Mısır, Suriye ve Anadolu vilayetlerinden toplanan vergi türleri ve bu vergilerin harcanacağı kalemler, ulaştırma, menziller ve vakıflarla ilgili hükümler, esirlerin durumu, Anadolu'da işlenen suçlar ve suçlulara verilen cezalar gibi sosyal konulara ait hükümler de yer almaktadır.
Osmanlı halîfelerinin Resûlullâh Efendimiz’e, Ashâb-ı Kirâm’a, âlimlere ve sâlihlere muhabbetlerinin fazlalığı, dâimâ bunlar hakkında gerekli hürmeti icrâ etmeleri, Peygamberimizin âilesine ihsân etmekten bir an uzak kalmayıp, İslâm milletinin günümüze kadar her türlü taarruzlardan korunmasında maddî ve manevî her türlü gayreti sarf ederek dîn-i mübînin şân ve şerefini muhâfazaya hizmet etmeleri ve Haremeyn-i şerîfeyn ve husûsiyle Peygamber Efendimiz’in Ehl-i Beyt’ine hürmette kusûr etmemeleri Osmanlı halîfelerinin fazîletleri cümlesindendir. Yine Osmanlı halîfelerinin övülmeye değer fazîletlerinden olarak hacıların, Beytullâh ve Resûlullâh’ın ziyâretçilerinin ve sâir yolcuların istirahatlerinin temin edilmesi için yolların emniyetinin sağlanmasına ve devâmlı olarak dînin hükümlerinin korunmasına gayret sarf etmelerini, her sene külliyetli masraflar yaparak İstanbul ve Mısır’dan Osmanlı askeri ile birlikte surre-i hümâyûn gönderip bunlarla Haremeyn-i Şerîfeyn’in seyyid, şerîf, ulemâ, ahâli, mücâvir ve hademeleri için büyük meblağlar yollamalarını ve hacıların istirahat ve emniyetlerinin sağlanması için hac yolu üzerinde sâkin olan Arap kabîlelerine de büyük yardımlar yapmalarını zikredebiliriz... İşte bu eserimiz, Osmanlı Devleti’nin Haremeyn-i Şerîfeyn’e olan hürmet ve tazimlerine ve yaptıkları hizmetlere dâir Osmanlı Arşivi’nde mevcut vesîka, fotoğraf, plan vb. malzemeden husûsî olarak seçilenlerin bir araya getirilmesiyle meydana gelmiş bir çalışmadır.
Türkler tarih boyunca yayıldıkları sahalarda pek çok devlet kurmuşlar, adları değişik olmasına rağmen bu devletler bir devamlılık göstererek bugüne kadar gelmişlerdir. Bu devletlerin en önemlilerinden biri de Büyük Selçuklu Devleti’dir. Bu Türk devletine,hükümdar ailesinin atası olan Selçuk’a nispetle Selçuklular denmiştir.
Oğuzlar, 12’si Bozok, 12’si de Üçok olmak üzere 24 boydan oluşmakta idi. Bu boylardan Kınık koluna mensup olan Selçuklular, Büyük Selçuklu Devleti, Anadolu Selçukluları, Kirman Selçukluları,Suriye Selçukluları, Irak Selçukluları gibi birçok devlet kurarak 300 yıl boyunca Ortadoğu’da ve Anadolu’da hâkimiyet sağlamış, Anadolu’nun kapılarını Türklere ve Müslümanlara açarak büyük bir medeniyetin inşasına zemin hazırlamışlardır. Bizansla, Haçlılarla, Moğollarla ve İslamiyet’e zarar veren dahili ve harici kuvvetlerle mücadeleler ederek hem devletlerini ve hem de Müslümanların himayesini sağlamışlardır.
Selçuklu Tarihi’nin usta kalemlerinden Prof. Dr. Ali Öngül tarafından kaleme alınan SelçuklularTarih ve Kültür Kitaplığı seti yukarıda isimleri zikredilen Selçuklu devletlerine ilaveten SelçuklularDevri Anadolu Beylikleri ile Selçuklu Kültür ve Medeniyeti adlı kitaplarla sahasındamühim birkülliyat teşkil ediyor.
Ulaşımın idarî, askerî ve ticarî sahalar yanında haberleşme ve nakliyatta da büyük ehemmiyet taşıdığının farkında olan Osmanlılar kara, deniz ve demiryolu ulaşımından azami derecede faydalanabilmek için birçok proje üretmiş ve sırası geldikçe de bunları hayata geçirmiştir. İşte bu manada ne tür gelişmeler yaşandığı ve ne tür uygulamalar yapıldığını gözler önüne sermek için, konularının uzmanı akademisyen ve araştırmacılar kendi sahaları ile ilgili makaleleri hazırlayarak üç bölümden meydana gelen ‘Osmanlı’da Ulaşım’ adlı bu kitabın gün yüzüne çıkmasını sağladılar. Birinci bölümde; ‘Osmanlı’da Kara Ulaşımı’ ele alınarak 19. yüzyıl öncesindeki karayolları hakkında genel bir bilgi verildi. Ardından kara ulaşımında modern usullerin ve ulaşım vasıtalarının kullanılmaya başlamasına paralel olarak Osmanlı Devleti’ndeki uygulamalar aktarıldı. Anadolu’da bugün kullanılan yolların hemen hemen hepsinin son 150 yıl içinde yapılmış olması nasıl bir miras devraldığımızı daha iyi göstermektedir. İkinci bölümde ‘Osmanlı’da Deniz Ulaşımı’ incelenerek, Osmanlı devrinde gerek denizlerde, gerekse nehirlerde yapılan deniz ulaşımı üzerinde durulmuştur. Hatta bugün gündemde dahi olmayan nehir taşımacılığının Osmanlı devrinde nasıl uygulandığı da ele alınmıştır. Üçüncü bölümde ‘Osmanlı’da Demiryolu Ulaşımı’ ana başlığı altında kara ulaşımının bir başka mühim unsuru olarak demiryolu sistemlerinden ve bu sahada meydana gelen gelişmelerden söz edilmiştir. Sultan Abdülmecid Han, saray duvarına tren resmi asıyor ve özel doktoruna, ‘Ülkemde bu trenlerden bulunması en büyük arzumdur.’ diyordu. Sultan Abdülaziz ise, demiryolu hattının saray bahçesinden geçmesi söz konusu olduğunda, ‘Memleketime demiryolu yapılsın da isterse sırtımdan geçsin, razıyım.’ diyerek demiryoluna verdiği ehemmiyeti gösteriyordu. Osmanlı’nın asra damgasını vuran demiryolu yatırımları arasında Anadolu ve Bağdat Demiryolları, Rumeli Demiryolları, Hicaz Demiryolu gibi dev projeler de bulunmaktadır. Bugün gerek Anadolu’da gerekse Balkanlar ve Ortadoğu’da Osmanlı’nın inşa ettiği bu demiryolu hatları ve alt yapısı hâlen kullanılmaktadır.
Kudüs şehri, coğrafi konumu ve sahip olduğu tarihi kimliği sebebiyle çağlar boyunca çok mühim hadiselere şahitlik etti. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) Mekke-i Mükerreme’den Kudüs’e gelmesi ve günümüzde Kubbetüssahre’nin içindeki Muallak Kayası’nın üstünden miraca yükselmesi bunların en başta gelenidir. Bunun yanında Kur’an-ı Kerim’de ismi geçen pek çok peygamberden hatıralar taşıması şehrin başka bir zenginliğini teşkil etmektedir.
Hazret-i Ömer’in (r.a.) Medine-i Münevvere’den gelip şehri bizzat teslim alması, Selahaddin Eyyübi’nin Haçlı istilası altındaki şehri fethetmek için verdiği mücadeleler, Osmanlı Devleti’nin son anına kadar bu beldeyi müdafaa etmesi, şehrin maddi manevi ehemmiyetini idrak etmelerinden dolayıdır.
Günümüzde ise Müslümanlar için böylesine mukaddes bir şehrin bırakın tarihini, daha Kubbetüssahre ile Mescid-i Aksa’nın bile birbiri ile karıştırılıyor olması bizim bu peygamber ve sahabe-i kiram diyarından ne kadar uzaklaştığımızı gösteriyor. Elinizdeki bu eserle Kudüs şehrini yeniden tanıyacak, ilk defa yayınladığımız fotoğraf ve planlarla tarihte yolculuk yapacak, güncel karelerde kendinizi şehrin sokaklarında hissedeceksiniz.
Bu çalışma, Anadolu, Irak, İran, Kafkaslar, Azerbaycan ile Suriye ve Mısr'a hükmeden iki büyük devletin (İlhanlılar - Memlûkler) Suriye bölgesi için yaptıkaları birçok savaşı ve diplomatik gelişmeleri konu alıyor. Söz konusu iki tarafın Suriye'deki mücadeleye odaklandığı sırada bir uç beyliği olarak sivrilen Osmanoğulları'nın siyasî ve askerî istiklalini ilan etmek için ne denli elverişli bir ortam bulunduğunu da bu çalışmayla takip etmek mümkündür. Çalışmamızda mühim bir yer tutan diplomatik gelişmelerin ortaya konulmasında faydalandığımız mektuplar, dönemin siyasî, askerî ve ictimaî meseleleriyle ilgili önemli bilgiler sunuyor. bu mektuplarda hâkim olan diplomatik dilin farklı bakış açısıyla tahlil edilip değerlendirilmesi döneme dair önemli ipuçları veriyor. Elinizdeki çalışmamız bu anlamda bir giriş niteliğindedir.
Tarihî hadiselerin tespit, tasvir ve tahlilinde araştırmacıların ve tarihçilerin şüphesiz en önemli kaynaklarından biri kroniklerdir. Osmanlı tarihini aydınlatan bu kronikler sadece kuru bir tarihî bilgiler yığını değil, aynı zamanda devrin kültürel, siyasal, sosyal ve ekonomik seviyesini de günümüze nakleden değerli eserler grubunu teşkil etmektedir. Devletin icra mekanizmasının zihniyet ve temayüllerini aksettiren ve İmparatorluğun son üç yüz yılına ait değerli bilgiler sunan vakanüvis târîhleri de –diğer adıyla resmî devlet tarihleri– bu kronikler grubu içerisinde ayrı bir yere sahiptir. Bu açıdan vakanüvis târîhlerinin sıhhatli bir neşri, doğru ve sağlıklı tarih yazımının gerçekleştirilebilmesi adına günümüz araştırmacıları için büyük önem arz etmektedir.
Elinizdeki bu çalışma, Vakanüvis Ahmed Vâsıf Efendi'nin -arada birkaç yıllık fasılalarla birlikte- 1166-1219 (1752-1805) yıllarını kapsayan ve birkaç ciltten oluşan Mehâsinü'l-Âsâr ve Hakāʼiku'l-Ahbâr adlı eserinin 1209-1219 (1794-1805) yıllarını ihtiva eden kısmının neşridir. Diğer yandan Vâsıf Efendi'nin hayatı, ailesi, eserleri, karakteri, dünya algısı, hadiseler karşısındaki tavrı, eserini yazarken kullandığı kaynaklar ve etkilediği tarihçiler ile tarihî açıdan eserinin kaynak değeri, eserine ait nüshaların tespiti-tahlili ve kıyaslanması gibi muhtelif konuları da aydınlığa kavuşturmayı hedeflemektedir. Bu hedefe tam anlamıyla ulaşabilmek adına dile getirilecek haklı ve samimi tenkitler, bizim için elbette kıymetli olacaktır.
1928 yılı başlarında Bursa Amerikan Kız Koleji’nde yaşanan Tanassur (Hıristiyanlaşma) hâdisesi o dönemde Türk kamuoyunda çok önemli tartışma ve tepkilere sebep olmuştu. Mesele laik bir idareye geçmek isteyen Türkiye Cumhuriyeti’ni de oluş tarzı ve sonuçları açısından sıkıntıya sokmuş ve çok fazla telaşlandırmıştı. Çünkü bir yandan laikliğin geleceği, diğer yandan halkın dinî bir meselede gösterdiği hassasiyet, hükümeti adeta köşeye sıkıştırmıştı.
O devrin gazeteleri ve en önemli aydınları bu mesele hakkında dikkate değer tespit ve tenkitlerde bulunmuşlardı. Hâdise, laik bir ülkede dinî faaliyetlerin, özellikle de milli hayatla çatışan misyonerlik faaliyetlerinin nasıl sürdürülebileceği konusunda çok ilginç tartışmalara sebep olmuştu.
Bu kitapta hem halkın misyoner faaliyetlerine gösterdiği tepkiyi hem de dönemin entelektüel ve siyasî çehrelerinin hadiseyi nasıl yorumladığını okuyacaksınız…
1873 yılı şubatında Gelibolu yarımadasına bir seyahat düzenleyen Joseph Isella isimli mühendis, bölgenin mümbit arazisi yanında stratejik öneminin de farkına vararak birtakım projelerle Osmanlı hükümetinin kapısını çalmıştı. Asıl maksadı Çanakkale Boğazı’nın en dar mahalline metalik bir köprü inşa ederek İzmir’i İstanbul’a bağlamaktı. Yapılacak köprü ve tren hatları denizcilik, harp ve millî kazanç açısından birçok gelir sağlayacağı gibi Anadolu’nun kuzey ve batı bölgelerinin bol ürünleri bu hat vasıtasıyla İstanbul ve istenen diğer noktalara kolayca ulaştırılabilecekti.
Özdemiroglu Osman Pasa'nin siyasî kariyeri Kanunî Sultan Süleyman çaginda (1522-1566) babasi Özdemir Pasa'nin yaninda Misir'da baslamistir. Henüz çocuk denecek yaslarda küçük vazifelerde bulunduktan sonra babasinin 1560'da ölümüyle Habesistan Beylerbeyligi’ne tayin edilmis, sonrasinda patlak veren Zeydî ayaklanmasi (1567) onun Yemen Beylerbeyligi’ne getirilmesinisaglamistir. Ayaklanmanin bastirilip, kaybedilen yerlerin geri alinmasindan sonra mazulen geldigi Istanbul'da bir yil kaldiktan sonra, önce Lahsa (1571) ve Basra (1574) akabinde (1576) Diyarbekir Beylerbeyligi yapmistir. III. Murad devrinde baslayan (1578) Osmanli-Safevî savaslarinda Sark Serdari Lala Mustafa Pasa'nin yardimcisi olarak bulunmus, Çildir ve Koyun-geçidi savaslarinda; Tiflis ve Sirvan fetihlerinde büyük hizmetleri olmustur. Serdar Anadolu'ya dönerken Osman Pasa vezaretle Sirvan'da kalmistir. Bu 5 yillik süreçte Iranlilarla girdigi muharebeleri basariyla yürütmüs ve Sirvan'daki son muharebesi olan 1583 Mesaleler Savasi'yla tarihe geçmistir. Birbirinden parlak zaferlerin ardindan Istanbul’a çagrilan Osman Pasa, sadaret makamina tayin edilmistir (1584). Bir yil sonra Safeviler üzerine seferle vazifelendirilmis ve bu sefer sirasinda Tebriz’in alinmasindan sonra vefat etmistir.
Modernleşme Döneminde Osmanlı’da İlköğretim, eğitim sahasındaki en geniş çerçeveli teşebbüslerden biri olarak, Osmanlı eğitimini uzun yıllar yönlendiren bir sistemin meydana getirildiği Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’nden Birinci Dünya Savaşı’na kadar süren dönemi ihtiva etmektedir.
Bu çalışmada Tanzimat’tan sonra ilköğretimdeki gelişmelere ana hatlarıyla temas edilmiş, ilköğretimin bürokratik teşkilatlanmasındaki değişiklikler ve bu sahada Birinci Dünya Savaşı’na dek süre giden arayışlar ele alınmıştır. İlköğretim kurumlarındaki değişim ve dönüşüm değerlendirilerek iptidai ve rüşdiye okulları; tarihî gelişim, teşkilat ve idari yapı, öğretim kadrosu, öğrenciler, eğitim–öğretim, bina, ders araç ve gereçleri başlıkları altında incelenmiştir.
Ayrıca Birinci Dünya Savaşı’na kadar ilköğretim sistemindeki yenileşme dinamiğini kavrayabilmeye yönelik olmak üzere eğitim sahasındaki reformlar, memleketteki ekonomik ve sosyal değişimle irtibatlandırılmak suretiyle ele alınmaya çalışılmıştır. Bu bağlamda, ilköğretimde izlenen ekonomik politikalara, ilköğretim anlayışındaki değişime ve dönüşüme yer verilmiştir. İlköğretim-toplum ilişkisine nasıl bir model/modeller içinde yaklaşıldığını irdelemek maksadıyla, kozmopolit yapının ilköğretim üzerine etkisi ortaya konulmaya çalışılmıştır.
Bu eser, İstanbul'daki Sahâbe-i Kirâm kabir ve makamlarını tanıtmaktadır. Türbelerin tanıtılmasına ilk önce Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî (r.a.) Hazretleri'nin türbesi ile başlanmıştır. Buradan itibaren yol güzergahları sıra ile ve ulaşımı kolay olabilecek şekilde bir kroki ile gösterilmiştir.Umumî vasıtaların değişkenliği sebebiyle bunlar hakkında bilgi verilmemiştir. Kısa metinler, yer yer kabirlerin, türbelerin ve kitabelerin fotoğrafları da eklenerek muhteva zenginleştirilmiştir.
Osmanlı Devleti'nin en kritik bir devrinde otuz üç yıl hükümdarlık yapmış bir pâdişâh için ağır ithamlarda bulunanların sayıları gittikçe azalmakla birlikte, buna mukâbil yapılan ağır suçlamalar, iftirâlar ve hakâretler entelektüel kesimde tesirini hâlen muhâfaza etmektedir. Devletin çöküşünü otuz sene geciktirdiği, eğitimden sanat ve îmâra kadar yaptığı yenilik ve hizmetlerle, devlet ve millete şeref ve îtibâr kazandırdığı bilindiği halde böyle bir düşmanlığın sürüp gitmesinde peşin hüküm kadar art niyetlilik de söz konusudur.
"Ey oğul! Benim soyumdan her kim ki doğru yoldan geri kalır, adaletten ayrılırsa mahşer gününde Efendimiz’in şefaatinden mahrum kalsın!"
Eserimiz, Güney Afrika Müslümanlarının eğitim-öğretim ve dînî meselelerini yerinde görmek ve onlara rehberlik yapmak üzere 1863’te, onların isteği üzerine Cape Town’a gönderilen Ebûbekir Efendi’nin, eşinin, oğullarının ve talebelerinin faaliyetleri yanında onların da tesiri ile bölge Müslümanlarının -husûsiyle Dâru’l-Hilâfe olduğu için- İstanbul ile olan münasebetlerini, bütün bu faaliyet ve münasebetler sırasında yaşanan problemleri ve fedâkârlıkları anlatmaktadır. Husûsiyle Ebûbekir Efendi ve âilesi, Ahmed Atâullah ve Hişam Nimetullah Efendilerin faaliyetleri, ilk Türk Başkonsolos Mehmed Remzi Efendi’nin çileli hayatı, Güney Afrika ile olan ticârî münâsebetlerimiz, Güney Afrika’da İslâmiyet’in yayılması ve yerleşmesi mevzularında kitaba bir hayli yeni bilgi ve bölümler eklenmiştir. Hikaye tadında, akıcı bir tarzda kaleme alınan bu eser, Afrika’da Osmanlılar’ın bıraktığı miras ile alâkalı çalışmalara kaynak oluşturabilecek vasıfta, ciddi bir çalışmanın mahsûlüdür.
Elinizdeki çalışmanın amacı, tarihimize ve dolayısıyla İslam’ın tarihine adı veya katkısı karışmış birkaç ismi hatırlamak ve hatırlatmak. Bize hayrı dokunanları takdir etmek, ama şerri erişenleri de unutturmamak! Yazarken takınılan üslup zaman zaman akademik olmaktan uzak olabilir; haddizatında ısrarla öyle bir kaygı gütmüş de değilim. Yazdıklarınızın halk tarafından da okunmasını istiyorsanız halkın sevebileceği, kendini yakın hissedebileceği bir üslup takınmalısınız, diyor Ahmed Saib Bey. Evet, yazdıklarım “amatör bir tarihçinin” tarih-biyografi denemeleri; ama yazdıklarımı sadece tarihçiler okusun istemiyorum. Kitapta adı geçen isimlere, vakalara meraklı herkes sıkılmadan, rahat ve keyifle okusun derdindeyim.
30 Nisan 1645 tarihinde başlayan Girit seferi, 6 Eylül 1669’da Fazıl Ahmed Paşa’nın adayı fethiyle sona ermiştir. Bu itibarla adanın fethi 25 senede gerçekleşmiştir. Bu özelliği ile de Girit’in, tarihimizde apayrı bir yeri vardır. Öyle ki Türk ve dünya tarihinde bu kadar uzun süren bir mücadele yoktur. Tarihçi Ahmed Refik (Altınay), bu mücadeleyi "Yirmi Beş Sene Siper Kavgası" adıyla, hikâye tadında tarihseverlerin istifadesine sunmuştur. Müellifin eserini, savaş yılları olması bakımından, aynı zamanda cephede harp eden askere moral vermek gayesi ile kaleme aldığı da bilinmektedir. Bu eser, köklü bir tarih şuuru yanında ecdadımızın vatanseverliği, azmi ve kahramanlığı karşısında hiçbir kuvvetin karşı koyamayacağını bir kez daha gözler önüne sermektedir.
İtilaf Devletleri, yüzlerce gemi ve sömürgelerinden topladıkları yüzbinlerce askerden oluşan kuvvetleriyle Osmanlı’nın Son Kilidi Çanakkale’yi geçmek ve payitaht İstanbul’u ele geçirmek için 3 Kasım 1914’te Boğaz’a dayanmıştı…
Aylarca süren savaşlarda Osmanlı askerleri, yüreklerindeki vatan sevgisi ve iman gücüyle devletin bu son kilidini açtırmamak için vücutlarını siper ederek Çanakkale’yi düşmana dar etmişlerdi…
İşte bu kitap, Çanakkale’deki cansiperâne mücadeleyi farklı yönleriyle ele alan makalelerden oluşmaktadır.
Şehitlerimizin aziz ruhlarına ithaf olunur…
İtilaf Devletleri, yüzlerce gemi ve sömürgelerinden topladıkları yüz binlerce askerden oluşan kuvvetleriyle Osmanlı’nın Son Kilidi Çanakkale’yi geçmek ve payitaht İstanbul’u ele geçirmek için 3 Kasım 1914’te Boğaz’a dayanmıştı…
İşte bu set, Çanakkale’deki cansiperane mücadeleyi farklı yönleriyle ele alan üç kitapta toplanan 45 makaleden meydana gelmiştir.
Esad Paşa, 1. Dünya Savaşı patlak verince Gelibolu’da 3. Kolordu kumandanı sıfatıyla Conkbayırı’nı büyük fedakârlıklarla savundu. Gösterdiği gayret ve başarılar üzerine, Sultan Mehmed Reşad tarafından ikinci defa korgeneralliğe (ferik) yükseltildi.
Esad Paşa tarafından bizzat tutulan ve elinizdeki kitapla size ulaştırılan kayıtlar, Çanakkale Kara Savaşları’nda Türk askerinin cephelerdeki atmosferi, cephane durumu, top, top mermisi miktar ve ihtiyacı gibi detayları içermesi bakımından son derece dikkat çekicidir.
Internet Explorer tarayıcısının 9.0 ve daha eski sürümlerini desteklememekteyiz. Web sitemizi doğru görüntüleyebilmek için tarayıcınızı güncelleyebilirsiniz, güncelleyemiyorsanız başka bir tarayıcıyı ücretsiz yükleyebilirsiniz.