Töre, benimsenmiş olan ortak gelenek, görenek, düzen, davranış, öğreti, inanç / din, kural, yasa vebilgelik / felsefe bütünlüğüdür. Töre, erdemli olmanın yoludur. Toplumda herkesin uyması gereken ilkelerbirliğidir. Töre, toplumlara gerçekleri bildirip onların barış ve erinç içinde yaşamaları için bilimsel,ahlaksal, toplumsal ve siyasal ilkeler koyar ve bu doğrultuda kurumlar oluşturulmasını sağlar.Töre, Tengri dininin temeli ve Hiçliğin kutsal bilgisidir. Bu kutsal bilgi binlerce yıl kuşaktan kuşağasözlü olarak aktarıldı. Töre'nin kimi düşünceleri binlerce yıl önce dönem dönem yazıya geçirildi. Ancakbaşka dinlerin yüzyıllarca süren etkileri nedeniyle daha sonra unutulmaya yüz tuttu.Hiçlik bireylerin, yöneticilerin ve devletlerin yazgısıdır. Dürüst bir kişilik ve düzgün bir yaşam içinizlenmesi gereken ülküsel bir ahlak yoludur. Kişioğlu, Hiçliğin doğal çağrısını izlemelidir. Hiçlik kişisel,toplumsal ve siyasal düzeylerde ahlaklı davranış biçimidir. Gerçek erdem, Hiçliği anlamaktır. SonsuzlukHiçliktir.Hiçliği anlamak, bilinci boşaltıp dinginliğe ulaşmakla olur. İçe dönüş dinginliktir. Bu yolla herkes kendiyazgısını gerçekleştirir. Kendi yazgısını gerçekleştiren, sonsuzluğun bir parçası olur ve gerçek bütünlüğeulaşır. Sonsuzluğun bilincinde olmak, uyanmaktır. Sonsuzluğun bilinciyle davranan kişi herkesi kucaklarve herkese örnek olur. Ölümsüzlük, öldükten sonra unutulmamak ve iyilikle anılmaktır.
Kapitalizm doğal yapısı gereği plansız bir ekonomi olmak zorundadır. Çünkü piyasada plan yürümez. Piyasayı planlamaya kalkarsanız üretimi düşürürsünüz. Üretim düşünce de tüketim azalır ve bu kısır döngü ekonomik çöküntüye varıncaya kadar sürer. Bu yapay bir ekonomik krizdir; piyasaya müdahale etmekten doğan bir kriz. Plansız ekonomi üzerine kurulu olan piyasa ekonomisi doğal yapısı gereği krizlere gebedir. Bunun nedeni, genel olarak kapitalist ekonomilerde üretim fazlasının olmamasıdır.
Capitalism has to be an unplanned economy by its nature. Because the plan does not work in the market. If you try to plan the market, you will reduce production. When production falls, consumption decreases and this vicious circle continues until the economic collapse. This is an artificial economic crisis; a crisis arising from intervention in the market. The market economy, which is based on an unplanned economy, is prone to crises due to its natural structure. This is because there is no surplus of production in capitalist economies in general.
Bu kitabın fizik çevrelerinden olumlu bir tepki alacağını sanmıyorum, çünkü yerleşik inançların kırılması zordur. Fizikçilerin çoğu Büyük Patlama ve Görellik gibi kuramları pek sorgulama gereği duymadığından, bu kuramlar artık yerleşik inançlar durumuna gelmiştir. Fizik alanında bu kuramların doğru olduğuna o kadar büyük bir inanç vardır ki, Evren’deki tüm olgular ve olaylar neredeyse yalnızca bu kuramlara dayanarak açıklanmaya çalışılır.Belçikalı Cizvit papaz ve fizikçi Georges Lemaître’in 1927 yılında öne sürdüğü, Evren’in aşırı sıcak ve çok yoğun olan küçücük bir benekten genişleyerek oluştuğunu savunan İlkel Atom Hipotezi (yaygın adıyla “Büyük Patlama Kuramı”) aslında bilimsel bir kuram değil, bilimi Tevrat – İncil inancına uydurmaya çalışan bir bilim kurgu senaryosudur. Albert Enstein’ın Georges Lemaître’den esinlenerek 1930 yılında öne sür9düğü İlkel Atom Hipotezi’ne çok benzeyen, ancak sürekli “büyük patlamalar” ve “büyük çöküşler” içeren Salınımlı Evren Kuramı da öyle.Bugün fizikçiler ve gökbilimciler arasında Evren’in oluşumuyla ilgili en çok savunulan kuram, Büyük Patlama Kuramı’dır. İkinci sırada da Salınımlı Evren Kuramı gelir. Albert Einstein’ın Görelilik Kuramı ise, fizikçiler arasında sanki doğruluğunun sorgulanması bile anlamsız olan bir kuram durumuna dönüşmüştür. Bu kuramları sınayan deneylerin çoğu, yanlışlığını değil, doğruluğunu kanıtlamak amacıyla yapılmaktadır. Günümüzde Lemaître’in ve Einstein’ın kuramlarını onaylamayan bir fizikçi ya da gökbilimci, bilim çevrelerinde önemli bir yer edinemez ve bu kuramları onaylamadan Evren’i açıklamaya çalışan bir bilim adamının görüşleri pek önemsenmez. Çünkü bu kuramlara karşı çıkmak, neredeyse bilime karşı çıkmakla eş anlam kazanmıştır. Evren’i başka türlü açıklamaya çalışan bilim adamları bile, oluşturdukları kuramların bir köşesine Lemaître ile Einstein’ın kuramlarını sıkıştırmak zorundadır.
I don’t think this book will get a positive response from the physics community, because established beliefs are hard to break. Since most physicists do not feel the need to question theories such as the Big Bang and Relativity, these theories have now become established beliefs. There is such a strong belief in the field of physics that these theories are true that almost all phenomena and events in the Universe are tried to be explained based on these theories.The Hypothesis of the Primitive Atom (commonly known as the Big Bang Theory), put forward by Belgian Jesuit priest and physicist Georges Lemaître in 1927, and which argues that the Universe was formed by expanding from a tiny, extremely hot and very dense point, is not actually a scientific theory, but is a science fiction scenario that tries to fit science into biblical belief. So is the Oscillating Universe Theory pro7posed by Albert Einstein in 1930, inspired by Georges Lemaître, which is very similar to The Hypothesis of the Primitive Atom, but with constant “big bangs” and “big crunches”.Among physicists and astronomers today, the most defended theory regarding the formation of the Universe is the Big Bang Theory. The Oscillating Universe Theory comes second. Albert Einstein’s Theory of Relativity, on the other hand, has turned into a theory among physicists whose accuracy is meaningless to even question. Most of the experiments that test these theories are done to prove their truth, not their falsity. Today, a physicist or astronomer who does not approve of Lemaître’s and Einstein’s theories cannot gain an important place in scientific circles, and the views of a scientist who tries to explain the Universe without approving these theories are not given much importance. Because opposing these theories has become almost synonymous with opposing science. Even scientists who try to explain the universe in a different way have to squeeze the theories of Lemaître and Einstein into one corner of the theories they have created.
Bu bitik, Aryan Kuramı’nın eleştirisinin bir parçasıdır. Aryan Kuramı’nın eleştirisine “Türklerin Gerçek Tarihi” ile başladım. Daha sonra bu eleştiri “Turan Tarihine Giriş”, “Hazar Kağanlığı” ve “Germenlerle Slavların Kökeni” ile sürdü. Daha da sürecek, çünkü ele alınması gereken bir kaç bölüm daha var. Aryan Kuramı ile onun ardılı olan Hint-Avrupa Dili Kuramı, hiç bir bilimsel yanı olmamasına karşın, zorla dayatılan ve hiç bir karşı eleştiriyi tanımayan tutarsız, saçma bir çarımdır (tezdir).Avrupa’da çağan soyun (beyaz ırkın) üstünlüğü kavramını 1850’lerde Fransız Kont de Gobineau ortaya attı. Daha sonra onun yoltarı (müridi) Alman asıllı Britanyalı Houston Stewart Chamberlain, Aryan terimini “çağan soy” (beyaz ırk) anlamında kullanarak yaygınlaştırdı. Aryan Kuramı’nın savunucularına göre Kuzey Hindistan, Pakistan, Bengladeş, Nepal gibi günümüzün Kuzey Hint toplumları, Avrasya bozkırlarından gelen Aryanlar ile Hindistan’daki Dravidlerin karışımından oluştu. Yine bu kuramcılara göre, Orta Asya ile Karadeniz bozkırlarını kapsayan Avrasya bozkırları Aryanların anayurdudur ve Aryanların Türklerle hiç bir ilgileri yoktur. Türkler, her nasılsa Orta Asya’da birden bire ortaya çıkmış, ancak hiç olmaması gereken ve olalıysa (mümkünse) geçmişten silinmesi gereken bir toplumdur. Bu, bir çocuğun ana babasını tanlaması (inkâr etmesi) gibi bir durumdur. Bu sapık düşüncenin nedeni ise bilimsel değil, yöngeseldir (siyasîdir).19. yüzyılın ortalarında ortaya çıkan Aryan Soyu kuramı, 20. yüzyılın ortalarına kadar yaygınlığını korudu. Kurama göre, diğer soylardan sözde daha üstün olan bu çağan soyun üyeleri Hint-Avrupa dillerini konuşuyordu ve yararlı olan tüm ilerlemeleri gerçekleştirmişti. Aryancılığa inananlar, Germen toplumlarını en arı soy olarak görmeye başladılar. Sonunda Adolf Hitler ve Naziler bu düşünceyi benimseyince, II. Asun (Dünya) Savaşı sırasında Yahudi ve Roman (Çingene) soykırımları yapıldı..
Bilimci Messerschmidt ile ona kılavuzluk eden İsveçli tutsak subay Stråhlenberg, 1721 yılında Yenisey bölgesinde Eski Türk yazısı ile yazılmış olan bir sıntı (mezar) taşı buldu. Ertesi yıl tutsaklığı son bulan Stråhlenberg İsveç'e döndüğünde, bu incelemeyle ilgili izlenimlerini kitaba dönüştürüp Stockholm'de yayımladı. Böylece Eski Türk yazıtlarına olan ilgi, bu yazıtların henüz daha Türkçe olduğu bilinmeden artmaya başlamıştı. Çünkü bu yazı, Avrupa'daki Run yazısıyla oldukça benzerdi.1889 yılında Rus bilgin Yadrintsev, sonradan Bilge Kağan ve Kül Tegin anıtları olduğu anlaşılan Orhun Yazıtları'nı ortaya çıkardı. Ardından Finli ve Rus bilimciler bölgede incelemelerde bulundular. Daha sonra bu yazıtların fotoğrafları bir kitap olarak yayımlandı. 1893 yılında ise, Danimarkalı dil bilimci Thomsen Orhun yazılarını çözmeyi başardı. İlk çözdüğü söz, Tengri olmuştu. Eğer Orhun yazıtları bulunup okunmasaydı, tarihimiz bu kadar bile geriye gidemeyecekti. Bu açıdan Thomsen'a ne kadar ötünsek (dua etsek) azdır.
Doğal olarak Türkler, “Gök Türklerle” gökten düşer gibi ortaya çıkmadı. Hunlar bile en eski Türkler değildi. Sümerlilerin, Elamlıların, Hattilerin, Partların, Kimerlerin, Sakların ve daha bir çok ürke (antik) toplulukların erken Türkler olduklarını daha önceki bitiklerimde (kitaplarımda) açıklamaya çalıştım. Çünkü Türkler çok eski çağlardan beri geniş Avrasya topraklarında yaşıyordu. Bugün Türklerden dönüşen toplumlar, Avrasya'da yaşayan toplumların büyük bir kesimidir. Günümüzdeki Moğolların, 200 milyon dolayındaki gerçek Han Çinlisinin, Yahudilerin yüzde doksanının ve daha nice Avrasya toplumunun Türklerden dönüştüğünü yazdığım bitiklerde belirttim.
Sovyetlerin Afganistan’ı işgali sırasında Afgan mücahitlerini destekleyen ABD, radikal İslam’ın tohumlarını da atmıştı. Komünizm tehlikesinin ortadan kalkmasından sonra bu tohumlar giderek yeşerdi ve tüm Ortadoğu’yu sardı. Artık Radikal İslam, Müslüman ülkelerin çoğunda iktidarları tehdit eden bir konuma gelmişti. Plan kusursuz işliyordu. Böylece Ortadoğu istikrasızlığını koruyacak ve emperyalist ülkeler de istediklerini almakta zorlanmayacaktı. Amaç, Hazar Denizi bölgesi petrol kaynaklarına ulaşmaktı. Bu bölge Irak’tan Kazakistan’a kadar geniş bir bölgeyi kapsıyordu.Öte yandan Saddam yönetimindeki Irak da istikrarını hâlâ koruyordu. Böylece projenin ilk adımı olarak Irak ve Afganistan işgal edildi. Ardından “Arap Baharı” ile diğer Arap ülkelerindeki rejimler yeniden düzenlendi ve “kontrolden çıkmış” olan Libya, kanlı bir içsavaşla yeniden “kontrol altına” alındı. En sonunda da Suriye’de içsavaş çıkartılarak, bölge istikrarsızlığa boğuldu.
İslam dünyasında diğerlerinden ayrı bir ada gibi duran Türkiye ise, Batılı anlamda tek demokratik ülkeydi ve ekonomisi giderek büyüyordu. Ayrıca, soğuk savaş dönemindeki askeri-stratejik önemini de yitirmişti. Nasılsa “komünizm tehlikesi” bir daha geri dönmemecesine ortadan kalkmıştı. Türkiye’nin laik-demokratik bir ülke olarak kalmasının pek bir önemi yoktu. Bir ılımlı İslam ülkesi olarak da diğer Müslüman ülkelere bir “model” oluşturabilirdi.
Amacımız yeni bir Çin tarihi yazmak değil. Çin tarihi ortada duruyor, ancak alt üst edilmiş bir durumda. Bu resmî tarihi, 1636 yılında Çin'i ele geçiren Mançular yazdı. Yazarken de Türkleri tarihten tümüyle sildiler. Çin tarihi, Mançu egemenliğine kadar bir Türk tarihiydi. Mançular, Çin'i ele geçirdikten sonraki yaklaşık üç yüz yıl içinde Çin'deki Türk boylarını asimile ederek, “Han” adında düzmece bir etnos yarattılar.Türklerin Çin'deki varlığı, binlerce yıl öncesinden başlar. Çin Uygarlığını kuranlar ve Çin'i 17. yüzyılın başlarına kadar yönetenler Türklerdi. Ancak Türkler, Avrupa'da olduğu gibi, Çin'de de kimliklerini yitirerek başka etnoslara dönüştüler. Avrupa'daki dönüşüm genellikle gönüllülük temeline dayanırken, Çin'deki dönüşüm baskı ve toplu kıyımlar altında gerçekleşti. Yüzyıllar boyu Türklerin gölgesi altında kalmış olan Mançular, yakaladıkları ilk boşlukta Türk varlığını ortadan kaldırarak, Çin tarihini kararttılar.Bundan sonra Türk tarihçileri Çin'in gerçek tarihiyle ne kadar ilgilenir bilmem, ama umarım bu kitap resmî Türk tarihinin sorgulanması yolunda bir aşama olur ve Atatürk'ün ölümünden sonra kesintiye uğrayan tarih araştırmaları yeniden canlanır.
Daha önceki kitaplarımda da belirttiğim gibi ben tarihçi değil, iktisat tarihçisiyim. Belki de bu nedenle tarihe kuşku ve sorgulamayı gerektiren bir pencereden bakıyorum. Bunda, Batıda eğitim almanın ve bir Türk olarak Türklerin ve Türk tarihinin aşağılanmasını çıplak gözle görmenin de etkisi var doğal olarak. Ancak gerçek tektir. Yalnızca biraz kuşkucu ve sorgulayıcı olmak ve kaynak olarak önümüze serilen belgeleri daha ayrıntılı incelemek gerekiyor.
Batılıların ve Türk-İslam sentezcilerinin öne sürdüğü gibi TürklerAnadolu’ya ilk kez 1071’de gelmedi. Onikibin yıla yakın bir süredir Anadolu’da yaşıyorlardı. 12-14 binyıl önce buzul çağı sona erdiğinde Türkler, Orta Asya’dan ilk kez avcı toplayıcı küçük kümeler olarak geldiler ve Anadolu’nun çeşitli yerlerine dağıldılar. Orta Asya’da başlayan kuraklıktan sonra, MÖ 7. binyıldaki kitlesel göçle büyük bir Türk kitlesi daha Anadolu’ya yerleşti.
Anadolu’daki ilk büyük Türk uygarlığı Orta Anadolu’daki Katı (“Hatti”) uygarlığıydı. Bugün “Mitanni” olarak adlandırılan Bıtan Hanlığı ile “Urartu” olarak adlandırılan Bayan İli Hanlığı’nı kuranlar da Kas Türkleriydi. Günümüzde “Traklar” olarak adlandırılan Türükler, tüm Avrupa topraklarına yayılmış olan Türk boylarıdır. Bunların bir kolu süreç içinde Batı ve Orta Anadolu’ya da yerleşti. Bu Türükler, daha sonra günümüzde “Frig” olarak adlandırılan Birig Hanlığı ile “Lidya” olarak adlandırılan Bayın Hanlığı’nı kurdular. Bunların dışında Kapatuk, Kılık, İlik, Bitin, Bunat gibi küçük hanlıkları da kurdular. Daha sonra Etrüsklerin ardılları olan Romalılar Anadolu'yu ele geçirdi.
Selçuklular, Anadolu’ya son gelen Türklerdi. 1064 yılında Anadolu'ya girdiklerinde, Doğu Anadolu’da Eski Türkçe konuşan Hristiyan bir toplumla karşılaştılar. Bunlar Apostolik Kilisesi’ne bağlı olan Ermen (Doğu Anadolu) Türkleriydi. Orta ve Batı Anadolu’da yaşayan Ortodoks Türklerin büyük bir kesimi de Eski Türkçe konuşuyordu. Bunlar daha sonra Karamanlı olarak adlandırıldı. Ayrı dinlerden olan bu iki Türk toplumu kısa bir süre içinde birbiriyle kaynaşarak Anadolu topraklarına Türkiye adını kazandırdı. Avrupalılar henüz daha 12. yüzyılda Anadolu’yu Türkiye olarak adlandırmaya başlamıştı.
Internet Explorer tarayıcısının 9.0 ve daha eski sürümlerini desteklememekteyiz. Web sitemizi doğru görüntüleyebilmek için tarayıcınızı güncelleyebilirsiniz, güncelleyemiyorsanız başka bir tarayıcıyı ücretsiz yükleyebilirsiniz.