Felsefeye gereksinmeyenler, her zaman biraz eksiktir. Felsefe, hayatı anlamlandırmaya yardımcı olur.
Schopenhaure, “yaşam bilgeliği” kavramını, içkin yani yaşamı mümkün olduğunca güzel ve mutlu bir biçimde sürdürme sanatı anlamında kullanıyor, bu sanatın kılavuzunu da hayatın anlamını mutlulukta bulan, insan davranışlarının mutluluk isteğiyle belirlendiği görüşüne dayanan ahlak öğretisi mutçuluk olarak adlandırıyor. Bunun sonucunda da kavramı mutlu bir varlığa ulaştıran yol olarak açıklıyor: “Varlığa ölümden korktuğumuz için değil, varlığın kendisi nedeniyle bağlanırız ve bunun neticesinde de onun ebediyen süreceğine inanmak isteriz.”
Schopenhaure, sandığımızdan daha budala, buna karşılık genellikle yine sandığımızdan da bilge olduğumuzu ama bu ikincinin keşfini, sadece gerçekten böyle olanların yaptığını savunur. Yine yaşamın büyük yol ayrımlarında önemli adımlar atarken, varlığımızın derinliklerinden gelen içsel bir tepiyle hareket ettiğimizi, sonra yaptıklarımızı üzerinde yeterince düşünmeden kendimizi eleştirdiğimizi, dolayısıyla benliğimize kolaylıkla haksızlık ettiğimizi söyler.
“Konuşmak kibrin, susmak aklın göstergesidir.”
“Büyük felaketlere davetiye çıkaran, esasen mutluluk, şöhret ve haz için çalışıp çabalamaktır.”
“Hazlar negatiftir ve hazların mutluluk verdiği inancı, kıskançlığın kendi kendini cezalandırmak için kapıldığı bir kuruntudur. Buna karşılık acılar pozitif olarak duyumsanır. Bu nedenle onların yokluğu, yaşamın mutluluğunun ölçütünü oluşturur.”
Çokça kullanılan birçok kavram gibi Zen de gerçek içeriğine hayli yabancılaşmış, beden ve ruhun denetimi üzerine kurulu, Doğu kaynaklı bir bilgelik ve görüş uzluğu olarak bilinmekten büyük ölçüde uzaklaşmıştır. Hindistan’dan Tibet’e, Çin’den Vietnam’a, Kore’den Japonya’ya uzanan geniş bir yelpazede kimi nüans değişiklikleri içerse de, özünde bir meditasyon eylemi olduğu bilinmektedir. Kendilik bilinci edinmeyi tüm uygulamasının merkezine yerleştiren Zen, bir ustanın tilmizine sözcükleri aşarak ulaştığı çok özel bir iletişim biçimidir aynı zamanda. Özündeki kimi karmaşık ve çelişik unsurların varlığına karşın, Zen deneyiminin nüfuz edilemez bir gizem olduğunu yadsıyan bu çalışma vazgeçilmez bir giriş metni.
Jacques Derrida’nın yirminci yüzyıl felsefesinde yarattığı etkiyi birkaç tümceyle anlatmak elbette olanaksız. Batı kaynaklı felsefi düşünüşün temel önemdeki kimi çıkarımlarına meydan okuyan yapıtı, çoğu kez merkez aldığı epistemolojik çerçevenin dışına taşan yaygın bir etki üretti. İçinde yaşadığımız çağı “postmodern” kılan bazı öncüllerin tanım ve anlam bulduğu temel yapı, Derrida’nın baştan sona yeniden bozup kurduğu bir idea küresi sayıldı çok defa. Kısaca yapıbozumcu diye nitelenen mirasının bugün de hem sonu gelmez tartışmalar için bir çıkış noktası, hem de bugünün felsefi ufkunu işaretleyen esin kaynaklarından biri olduğu apaçık ortada. Derrida hakkında birçok titiz incelemeye imza atan genç kuşak araştırmacılardan Glendinning, düşünürün yapıtını zengin bir içgörü ve yalın bir analiz becerisiyle farklı bir okumaya tabi tutuyor.
Açıklık ve doğruluk (hakikat), yaklaşık aynı anlama geliyormuş gibi pek sık olarak yan yana söylendiği işitilen sözcüklerdir. Gelgelelim, birbirinden apayrı içerikleri niteler bunlar! Doğru’nun açık olduğu seyrek, pek seyrek, açık’ın doğru olduğu daha da seyrektir. Doğru hemen her zaman karmaşık, karanlık ve çokanlamlıdır; her sözcük özellikle “açık söz” doğru üzerinde uygulanan bir zorbalıktır.
“Açıklık” her zaman için zorba nitelik taşır, çokyönlü olanı sadeleştirmeye, doğal olanı anlaşılır, hatta akla uygun kılmaya yönelik zorbaca bir girişimdir. Açıklık, özdeyişlerde bir erdemdir; özdeyişlerdeki cümleler sevimlidir, değerlidir, eğiticidir, espri yüklüdür, anlamlıdır; ne var ki, asla bir doğruluğu içermezler, çünkü her özdeyişin tersi de doğrudur.
Bozkırkurdu’ndan Boncuk Oyunu’na yazını süreğen bir iç yolculuk çizgisinde okunabilen Hermann Hesse, politikadan kültüre, kitaplardan sevgi, mutluluk, ölüm temalarına açılan “palet”iyle özlü düşüncelerini bir araya getirdiği bu kitabında izlenimci bir ressam yalınlığıyla sesleniyor okura.
Kendimizi ve içinde yaşadığımız dünyayı anlamak yolunda bir ilk adım olan Fikirler Tarihi, yola devam etmek isteyenlere zengin kaynakçasıyla da yardımcı oluyor.
Bacon, 1608 yılından itibaren yeryüzünde bir bilimsel keşif merkezi gibi işleyecek ideal bir devlet tasarlamak ister. Yeni Atlantis adıyla kurguladığı ütopik çalışmasında bu isteğini gözler önüne serer. Yeni Atlantis’i yazarken esinlendiği eserler Platon’un Devlet, Timaeus ve Critias’ı ile Thomas More’un Ütopya’sıdır. Bacon eserini önce İngilizce kaleme almış, sonra da ölümsüzlüğe kavuşacağı inancıyla Latinceye çevirmiş ve İngilizce metinde olmayan birçok ekleme yapmıştır.
Dünyanın uçsuz bucaksız denizlerinde, kaybolmuş ada Bensalem’in keşfedilmesiyle başlayan olayların anlatıldığı Yeni Atlantis’in ilk sayfaları, bir yıl Peru’da konakladıktan sonra Çin ve Japonya’ya doğru yola çıkan Avrupalı denizcilerin açık denizlerde doğaya karşı verdikleri mücadeleye ayrılmıştır. Büyük felaketlerin ardından bir ütopyayı hayata geçiren insanların arasında yaşamaya başlarlar.
Yeni Atlantis, Bacon’ın toplumların bilimle gelişeceğine olan inancının aynasıdır. Eski ütopyaların içeriğindeki sosyal yasama, dinsel reformlar ve bilginin dağılımına kendi ütopyasında bilimin iktidarını katmıştır. Bacon, ideal devletin doğayı insanoğlunun yararına nasıl kullanabileceğini somut olarak göstermeye çalışmıştır.
Bu site Ticimax® Gelişmiş E-Ticaret sistemleri ile hazırlanmıştır.
Internet Explorer tarayıcısının 9.0 ve daha eski sürümlerini desteklememekteyiz. Web sitemizi doğru görüntüleyebilmek için tarayıcınızı güncelleyebilirsiniz, güncelleyemiyorsanız başka bir tarayıcıyı ücretsiz yükleyebilirsiniz.