Dünya hikayeciliğine yepyeni bir damar kazandıran Anton Çehov, az kelimeyle evrenler inşa ediyor. Ayrıntı gibi görünen her şeye bir dünya kurup görmeyi unuttuklarımızı hatırlatıyor. Böylece farkına varan, acı çeken, gülen ve en önemlisi duyarlı hale gelen kendi okurunu meydana getiriyor Çehov. Kara Keşiş, Süs Köpekli Leydi, Bektaşi Üzümleri gibi unutulmaz hikayelerinin yer aldığı bu seçki, Çehov dehasının ve evreninin bir kanıtıdır.
şiddeti kesildiğinde rüzgârın yalnızlığı tozunu sele kaptıran müziğin yalnızlığımermeri su sanan ayakların yalnızlığısağa çevrilince başın solda kalanların yalnızlığıolmakta olandır, söylemek istediğim
murat affınla geçmek bahçenenakıs ellerim göğüne çevrilibir taş çiziyoratmosferini dünyanınben bunun altındadaha ne söyleyebilirim
Elde edemedikleriyle, elde ettikleri arasında sıkışan insan, hayata anlam veremeyişinin bedelini ağır ödüyor. Tarih süresince değişse de manzara, çıkmazlar değişmiyor. Bir "insan modeli" aranıyor, "bir hayat şekli" irdeleniyor.
Farkında olsun ya da olmasın, insan fıtratını arıyor. Bu anlam arayışının fıtratlarla kesiştiği nıktalar, Kuran'ın öngördüğü insanın yalnızca bir yönüne işaret ediyor. "Kur'an insanı"nın, bir başka deyişle "kamil (bütün) insan"ın gerçekleşmesi ise hayattan beklentilerin tümünün fıtratla örtüşmesini gerektiriyor.Bu çalışma, "Kuran Nedir?" sorusunu bu amaçla sormakta, ona insan hayatını anlamlandıran ilahi cevap olarak yaklaşmaktadır. Çünkü Kuran-ı Kerîm, kendini "hidayet rehberi" olarak tanımlamakta, insan modelinin nasıl olacağını göstermekte, insan-hayat-tabiat-evren bütünlüğünün gerçekleştirilmesi için kurallar koymaktadır.
Çivit kokulu bir çarşaf düşerken balkondanSeyredilen beyaz perdeÇocuklar sallanıyorSalıncak ipiyle yapılan sapanlarUçurtma ipiyleHeeey dünya!Bütün uçurtmalar tellerdeBu sokakta çocuk oluyor kan
Bir gün sapsarı bir güneşAğır, hantal bir inişleAkşamı getirirken öleceksin.Buydu diyeceksin beklediğimGüm, şak, sarı, mor
Bu dünyanın kahrını birlikte börtü böcekAğır yenilgi almış şurada kaç kişiyizBize doğuyor güneş bizdedir derya denizZindan eder kendine lakin zindan arayanKapıya çıkınca bak ne kadar geniş dünyaÇeşit çeşit meşakkat binbir türlü oturumFayda verir mi acep çıkmak için sabahaKaranlıklar içinden aniden bir uçurum
Ey kadim geçmiş söyle ey gizemli gelecekYaşandıkça çıkıyor ancan ortaya gerçek
Dualar güneşe korkak ses kılığındaSürüler hâlinde kış geçer gün doğarŞafakla üşümek çözüm değil şimdiYine de üşümek yaşamaktır meğer
Kimse söylemedi bana büyüyeceğimiBu şehre sığmam imkansızUyumalıyım her şeyi uykuda bırakıpTaştan binalar dizmeliyim soluk soluğaDağ sesimin aynasıyla şekillenirkenGüneş gölgeler bırakıyorHaydi dönelim, karanlık korkutuyor beni
Mahallede bir hengâme. Ihlamur ağacının altında önemli toplantılar yapılırken eski bir yapı çocukların hayatlarına giriyor. Yıkık dökük bir hamam, hayallerin barınağına dönüşüyor. Herkes merak ediyor içerideki yaratıkları, büyülü dünyayı. İçeri girmek için can atıyorlar çünkü orası yılanlı hamam.
Tepenin eteğine yaklaştıklarında ahali dört bir yandan seğirtti. Baltar yokuş aşağı hızını kesmeden koşmuş yaylanın düzlüğünde takla atarak yuvarlanıp boylu boyunca yere serilmişti. Devir sesini küçülterek dönüyordu etrafında. Kirli beyaz tüyü kızıla bulanan köpeğin imdadına yetişen Hanım Ana bir yandan dizlerine vuruyor öte yandan haykırıyordu. “İti vurmuşlar iti, elleri kırılsın kim vurdu bunu!”
Baltar, Sivas kangalının romanı. Etrafında husumetin, hırsın, kurtların ve elbette aşkın çember ördüğü bir dünyada, insanın sadık bir yoldaşına bürünüyor Baltar. Eser, bir kangalın kendisiyle, insanlarla ve tabiatın kanunlarıyla savaşı aynı zamanda.
“Pencereden uzaklaşalım,” dedi. Perdeleri çekip evini ve kendilerini görünmez kılınca tuhaf bir şekilde güvende olduklarını hissetti. Oysa tam rahatlamışken gökyüzü çatlıyor gibi bir gürleme yayıldı şehrin üstüne. Min, Tili’ye sarılıp “Korkuyorum,” dedi. Keşke o da bunu söyleyebilseydi. Sadece korkuyor olduğunu dile getirebilseydi çekinmeden ve bunun sonuçlarını düşünmeden. “Az sonra diner,” dedi inanmadığı hâlde. “Nereden biliyorsun?” diye karşılık verdi Min. Bilmiyordu tabii. Öyle olmasını umut ediyordu yalnızca.
Bir çocukla aynı odada olmak yaşadığınız dünyadan daha büyük bir dünyada nefes almak demektir. Çocuk bakışıyla yenilenen ve genişleyen bir dünya Naime Erkovan’ın “Akvaryum Fırtınası.” Dingin bir üslupla nasıl sarsıcı olunabileceğini gösteriyor Erkovan. Bu öyle bir fırtına ki sendeleseniz de kârlı çıkıyorsunuz sonunda. Zira savrulduğunuz yer kendi masumiyetiniz oluyor: Çocukluğunuz.
Ay, yanaklarıma tuzlu damlalar serpiyor. Orman perileri ipekten kanatlarını saklıyorlar rüzgârlarını esirgemek için. Umudumu kaybetmedim. Biliyorum susuzluktan yere düşeceğim anda fışkıracak hayat. Buz gibi sular yüzümden süzülüp bir ark açacak kendine ve gitgide yatağını genişleterek önce bir dereye sonra bir ırmağa dönüşecek. Bir yaz gecesi, bir ormanın derinliklerinde başlayan yolculuğumun yine bir yaz gecesi bir denizin eteklerinde nihayet bulması için dua etmeliyim. Kaç ırmak denize varmadan gökte bulmuştur kendini.
Karşı apartmanda perdeler bir bir açılıyordu. Sade insanların küçük odaları, kar çiçekleri gibi baş veriyordu beton soğuğunda. Evlerin içinde çocuk saçları tarıyordu anneler ve babalar eskimiş ayakkabılarını giyiyorlardı. Kapılar, sahanlıklar, merdivenler doluyor olmalıydı hızlanmış bacaklar ve aceleci yürüyüşlerle. Şehirde hafif bir yağmur başlamıştı.
Tek Başına İyilik, güçlü bir dilin yaralı insanları saklandıkları dünyalarından çekip çıkaran öyküleri. Sessizleştikçe ruhlarında derinleşen, derinleştikçe dünyayı kıymetsiz bir nesneye dönüştüren bu insanların dünyaları, ayartmadan uzak, umut vadeden bir sığınak sunuyor okuruna.
Lily ona tek bir şey değil, her şeyi söylemek istiyordu. Düşünceyi bölüp parçalayan o küçük sözcükler hiçbir şey anlatamazdı. “Hayata dair, ölüme dair, Bayan Ramsay’e dair” – hayır, diye düşündü, insan kimseye bir şey söyleyemezdi. Durumun acilliği hep hedefi şaşırtıyordu. Sözcükler hep telaş ve heyecanla yanlara uçuşuyor, bu yüzden de asıl hedefi birkaç santim aşağıdan vuruyordu. Sonra da insan bu işten vazgeçiyordu… İnsan bedenin bu duygularını sözcüklerle nasıl ifade edebilirdi ki?..
İngiliz edebiyatının kilometre taşlarından biri olan Virginia Woolf, Deniz Feneri’yle kendi iç dünyasını aydınlatıyor. Bilinç akışı tekniğinin ilk örneklerinden olan eser, olayların ve diyalogların az, iç monologların çok oluşuyla okuru roman karakterlerinin kendi gerçekliğine, iç dünyasına dâhil ediyor. Kadının toplumdaki konumunu, evliliğin bir kadının yaşamına etkilerini, evlenmeyen kadınların gerçekten anlamlı bir hayatının olup olmayacağını sorgulayan yazar, bütün bunları derin bir yalnızlık hissiyle ele alıyor.
Çünkü ben, sahici deniz sancılarıyla doğmuş bir dağım. Bu yüzden kuş gibi sevemiyorum, konduğum dal çatırdıyor. Bir dağın kanat çırpması zor, ağlaması da. Bazen, burnuma havuç takıyor bir çocuk, gözlerime kömür; işte o zaman ağlıyorum. İnsanlara bakılırsa gülmem gerek.
Habersiz Dağ, geçmişle, ayak basılan ilk toprak parçasıyla ve onu şekillendiren her şeyle, herkesle can yakan bir hesaplaşma. Haykıran fakat duyulmayan, kanatan fakat yara açmayan ama nihayetinde sonu şifaya varan dağ gibi, şiir gibi bir hesaplaşma.
Karlı bir gece vakti.Ara sıra yağmur da serpiştiriyor.Önceki günlerde yağan kar, yer yer buz olmuş.Yol kayganlaşmış.Karın örttüğü buza basıp düştüm birkaç kere. Sanki İstanbul’da değil de Hakkâri’de bir mevsim. Kendi kendime gülüp, kendi kendime kızıp kalktım yerden. Sağa sola baktım. Gören var mı diye. Gece vakti olduğu için kimseler yoktu şükür.Yol yokuş.Yokuşun başında duvara bir levha çakmışlar.Öykü Çıkmazı...
Kâmil Yeşil, edebiyatın işaret taşlarını takip ederek, okurunu hikâyeden hikâyeye açılan bir anlatı ufkuna götürüyor. Yazardan kışkırtıcı, merak uyandıran ve öykü yazıcılığının farklı bir boyutunu gözler önüne seren kritik niteliğinde yeni bir çalışma daha.
Yaşama azmi konusunda sizi daha nasıl cesaretlendirebilirim? Genç bayanlar, diyebilirim, lütfen kulaklarınızı açın, sıkıcı kapanış konuşması başlıyor, siz bence utanılacak derecede cahilsiniz. Önem taşıyan tek bir keşif yapmadınız. Bir imparatorluğu hiçbir vakit sarsmadınız ya da savaşta bir orduya komuta etmediniz. Shakespeare’in oyunları sizin eseriniz değil ve medeniyetin nimetleriyle barbar bir kavmi tanıştırmadınız. Mazeretiniz nedir?
Kendine Ait Bir Oda, modern İngiliz edebiyatının öncü isimlerinden Virginia Woolf’un ataerkil İngiliz toplumuna cesurca başkaldırışı. Kadın ve kurmaca konulu bir konferans talebinin genişledikçe genişleyen, açıldıkça açılan ve kadının toplumda yok sayılan varlığını sahnenin tam ortasına iten bir hesaplaşmanın eseri.
Dede Korkut, tarihin tozlarını üzerinden silkeleyerek seni bulmaya geldi. Yolculuğu uzun, anlatacakları çok. Tabii tek başına gelmedi. Boğaçhan, Bamsı Beyrek, Tepegöz, Salur Kazan ve Deli Dumrul onu yalnız bırakmadı bu macerasında. Dinlemeye hazır mısın?
Ve bir gün, ışığın daha saydam olduğu bir günCenklerimizden söz edeceğiz, kılıçlarımız pasAlnımızın tam ortasında uçurumlarCenklerimizden söz edeceğiz onarıp kılıçlarımızıSavaş bitti diyeceğiz, savaşa hazırlanarak
Neden Batılı nazariyatçılara karşılık, yerli sanatçıları zikrediyorsunuz diye soracak olursanız bu, yerli olmayan evrensel olamaz ezberi ve post-modern olmanın cazibesiyle alakalı bir durumdur. Öte yandan söz konusu husus, son tahlilde adına zihnî kirlenme diyebileceğimiz idrakî bulanıklığın da karşılığıdır; bir diğer ifadeyle: Yılan ıslığıyla serenad yapmanın.Yılan Islığıyla Serenad, Ömer Lekesiz’in keskin kaleminden çıkmış özel bir seçki. Kültürden sanata, İslam felsefesi ve sanatından Batı düşüncesine, fotoğraftan resme, edebiyattan siyasete, kısacası kanıksadığımız gündelik hayatın fikir labirentlerine titiz bir yolculuk.
“Hak, dostum haak!”Günlerdir İstanbul ceridelerinde “İlk teravihe müteakip Divanyolu’ndaki Arif Bey’in Kıraathanesi’nde Meddah Eflatun nam kimesne tarafından şayan-ı temaşa, bir garip hikaye icra olunacağından” diyerek ilan ediliyordu bu gece. İşte şimdi, üstünde siyah istanbulin, asası bacaklarının arasında, sol omzundaki beyaz makremenin bir ucu ceketinin içine sokulmuş adam, dilden dile yayılmış bir korkuyu fısıldayacaktı kulaklara.
Yer Kızıl, 2. Abdülhamid döneminin renkli, kargaşalı, hengâmeli, entrikalı dünyasının kapısını bir yangınla aralıyor. Tulumbacılar sarıyor dört koldan şehri, yangın sönüyor fakat dumanların arasından faili meçhul cinayetler çıkıyor. Yıldız Sarayı’nın kartalları Çakaldağlı ve Yaman, sahneye adım atarken İstanbul, binbir muammaya bürüyor sokaklarını. Bir meddah yetişir belki imdada.
Sadece çektiğin kareler değil, görüntün de değişmiş. Saçların kısa, sakalın uzun. Meydandaki bütün insanları bir an için dondurup seyretme şansı bir sana bir bana nasip olmuş gibi hissediyorum bugün. İstanbul’a ilk geldiğinde bir delikanlı iken şimdi bir dev olmuşsun. Notlarını okuyorum. Gözlerin yazdıklarınla aynı şeyi söylüyor. Böylesi görüntülere alışığım. Doğrusu fotoğraf çekmek için tırmandığın yerler daha çok şaşırttı beni. Duvarlara senin gibi tırmanan oğlan çocuklarına artık pek rastlanmıyor. Ama oğlumuzun duvarlara çıkmasına hep izin verdim. Bu fotoğrafını bir gün avuçlarına bırakacağım.
Mavi Marmara’nın aziz şehitlerinden Cevdet Kılıçlar’ın hayat hikâyesi. Derya Kılıçlar’ın, eşinden kalan fotoğraf kareleriyle oluşturduğu tarihî mozaik. Sessiz bir kahramanın şehitliğe varan kutlu yolculuğu.
“Canlı varlıkların mahiyeti ve kökeni sorunu felsefe tarihinin en eski sorunlarından birisidir. Onların mahiyetinin ne olduğunu belirlemek, kökenlerine dair verilecek cevabı da önemli ölçüde belirlemiştir. İşte sorun bu yönüyle, evrende var olduğu düşünülen düzen ve gaye kavramlarından hareket ederek Tanrı’nın varlığını kanıtlamaya çalışan teleolojik kanıtla ilişkilendirilir.”
Evrenin bir amacı var mıdır? Hayat ilk olarak nasıl başlamıştır? Karmaşık biyolojik sistemler nasıl bir araya gelmişlerdir? Düşünce ve bilim tarihinin zorlayıcı sorularıyla teleolojik kanıt peşine düşen insanlığın, gerek ilkçağ filozofları ve ilk İslam kelamcılarıyla (“Nasıl ki bir taş yığını düzenleyici bir mimar olmadan kendiliğinden bir tapınak haline gelmezse, gördüğümüz düzenli nesneler dünyasını da bir amaç doğrultusunda meydana getiren bir kuvvet vardır,” diyen Anaxagoras’tan “İnsanın yaşadığı evrende meydana gelen her şey Tanrı’nın hikmetini, lütfunu, eşyanın işleyişindeki yüksek amaçları gösteren bir düzen ve uyuma sahiptir. Her şey mükemmel bir biçimde takdir edilmiş ve düzenlenmiştir,” diyen Kindi’ye); gerekse teleolojik kanıt için dönüm noktası sayılabilecek Darwinci yaklaşım ve bu yaklaşımın çağdaşları arasında yürünen upuzun bir yol Tasarım ve Tanrı.
Bir oda dolusu ağızsız yüz bana bakarken ondan aldığım karşılık, beni yıllardır tanır gibi, yapmacıksız gülümsemeydi. Kocaman, sevimli… Artık korkum un ufak. Çekti sandalyesini ve tam karşıma kuruldu kendinden emin. Sanırım ona en çok bu güven yakışıyordu. Ve ben belki bu yüzden, belki de değil, ömrümde ilk kez bir adama güvenmek istedim. Anlatsana, dedi, neşeliydi; seni merak ediyorum.Beni biri merak etti.
Beni Biri Merak Etti, yalnızlıkla örülmüş bir dünyada var olmaya çalışan anlatıcıların, sıradan gözlere ve düşüncelere aldırmadan dimdik ayakta durma çabaları. Delilikle, titizlikle ve sıra dışılıkla suçlansalar da gerçek olan sadece onların zihinlerindeki dünya; beklemeye adanmış, beklenenin geleceğine kanaat getirilmiş, infilakın eşiğine dayanmış dünya.
“Hak, dostum haak!”Günlerdir İstanbul ceridelerinde “İlk teravihe müteakip Divanyolu’ndaki Arif Bey’in Kıraathanesi’nde Meddah Eflatun nam kimesne tarafından şâyân-ı temâşâ, bir garip hikâye icra olunacağından” diyerek ilan ediliyordu bu gece. İşte şimdi, üstünde siyah istanbulin, asası bacaklarının arasında, sol omzundaki beyaz makremenin bir ucu ceketinin içine sokulmuş adam, dilden dile yayılmış bir korkuyu fısıldayacaktı kulaklara.
Makine kapanıyor, tak! Puf puf, oturuyor yerine. Vınnn, işte o mucizevi şey oluşuyor ve ben ne olduğunu tahmin etmeye çalışıyorum. Sarı mı kırmızı mı? Meyve kasası mı yoksa ne taşıyacağını merak ettiğim bir varil mi? Tık, işte orada! Siyah bir vezir. Beklediğim bir şey değil ama olsun. Makinenin ortasında birisinin onu almasını, ait olduğu takımın diğer taşlarıyla bir araya getirmesini ve beyazları yenecek bir oyuncunun elinde zafere ulaşmayı bekliyor.
Babamın Makineleri, güçlü bir ilk kitap olarak Türk edebiyatına armağan ediliyor. Bazen soğukkanlı, bazen çocuksu, bazen gözü pek bir anlatıcı kendisini gösterse de hepsinin sesi sarsıcı ve uyarıcı.
İçimdeki sıkıntıyı öldür sihirbaz bir an için dostumun yalnızlığını bitir ipleri görünmez yap tavana asılı aşklara çelme tak itibarsız bırak hayatı bir kere olsun salıncağından kurtul bir ışık saç eldivenlerinden hayretlerimizi artır gönlümüze dünya neşesi kat yer altına indiğimizde başlayacak ne de olsa hakikat
Entelektüel Öfke!.. Nuri Pakdil’i en iyi ifade ettiğini düşündüğüm bir kavram. Sadece düşüncelerini, inançlarını, siyasal tavrını değil, bana göre kişiliğini de en iyi bu kavram ifade ediyor. Onun için söylenen “tavır adamı” ifadesi tam da budur: Entelektüel Öfke!.. Bu öfke, çoğu zaman aleyhine işlemiştir. Şiddetli bir fırtına gibi eser; çiçeğini, yaprağını, meyvesini döker, dalını kırar, gövdesini sarsar. Yine de muhalif varlığının sınırları bu öfkeyle belirir.Entelektüel Öfke, Nuri Pakdil'in hayatına yakından şahitlik etmiş Hüseyin Su'nun kaleminden kıymetli bir biyografi. Kim entelektüeldir? Müslüman bir insan entelektüel olabilir mi gibi soruların ışığında örülen bir tanıklık.
Ey Nil!Elimde bir asa olsaydı eğerYıkardım bir hamlede şeddâdi yapılarıDeşerdim karnını fitneninAçardım ibret sığınaklarını arzın yüreğindeDağlar ayarlayıp rüzgârlarda gezdirirdimGökyüzü katlarında ve yer altlarındaAma nerde o asa nerede kalbim?
“Çalışmam esnasında tüm vaktimi köy köy gezerek, tafsilat toplamakla geçirirken bir ara topladığım bütün bilgi ve vesikaları kaybetmiştim. Çok emek harcayarak yaptığım çalışmalar bir anda yok olmuştu. Açıkçası bu durum çok moralimi bozmuştu.
Tam da bu halet-i ruhiye içinde katliamlar hakkında malumat toplamaya devam ederken, aradığım şeyler hakkında kendi- sinde derin bilgi ve tanıklıklar olduğunu söyleyen bir adamla karşılaştım. Bu şahısla uzun uzun konuştuğum zamanlarda bazen öyle günler oluyordu ki gençleri ihtiyara çevirecek kadar dehşetli acılar karşısında dayanamayıp ağlamaya başlıyor, sonra da evraklarımı toplayıp orayı terk ediyordum.”
“Acaba,” diyor annem, “Hasan ölürken ben ne yapıyordum? O sırada ne yapıyordum ki birkaç kilometre uzağımda can çeki- şen oğlumun acısını sezmemiş, durup şaşkınlıkla etrafıma bakmamıştım?” Halıyı ve alt kattaki daireleri geçip yerin altındaki bilinmezliğe inen ve bir çırpıda yüzeye çıkan bakışlarını üzerimizde gezdiriyor. “Sahi,” diyor, gerçek bir şaşkınlıkla. “Tam olarak kaçta olmuştu kaza?”
Turuncu Ölüm, sade fakat güçlü diliyle karakterlerini ortak bir olay karşısında birbirine bağlıyor. Ölümle zorunlu olarak bir nevi akrabalık kuran öykü kişileri ve okurlar, kendilerini çepeçevre kuşatan ölüm dışında hiçbir şeye sahip değiller. Her öykü üç bakış açısından anlatılırken değişmeyen tek şey, aralarından birinin ayrılmış olması.
“Aradan uzun bir zaman geçtikten sonra Aliya beni ziyaret etti. O zaman Birleşik Arap Emirlikleri’nde doktorluk yapıyor- dum. Bana Bosna davasını Yugoslavya dışına çıkarma; bunun için de Avusturya’da bir derneğin ve ofisinin kurulması konu- sunda yaptıkları hazırlıklardan bahsetti. Bu konudaki bütün ayrıntılar üzerinde anlaştık. Görüşme şubat ayının sonundaydı.
Sonra hepsi 25.02.1983 tarihinde Bosna’ya döndü. Ben de vakit kaybetmeden ofisin kurulması için gerekli her türlü malze- meyi temin etmeye ve işlemleri yapmaya başladım. Aliya ve arkadaşları döner dönmez, kendileriyle birlikte önde gelen on iki kişi 23.03.1983 tarihinde tutuklandı. 25.03.1983 tarihinde haklarında hemen hüküm verildi. Bütün dünya bu zulme seyirci kaldı. Yapabildiğim tek şey, Yugoslavya’daki Müslümanların ızdırapları hakkında bir kitap yayımlamak oldu.”
Osman, Zehra, Erdem, Cemal, Nasip, Menemen Bardakları ve daha birçok kişiyle örülü renkli bir dünyada, ateş böceklerine giden yolu bulmaya çalışmak... Onların havalanışını, gökyüzünü pırıl pırıl tutuşturmalarını beklerken yarışmalara katılmak, mahallede koşturmak ve bunların hepsi olurken her şeyi okuyarak izlemek... Gerçek bir ateş böceğini yakalamak budur işte.
"Ve bu çalışmayı, değerli hocam merhum Prof. Dr. Mehmet Kaplan’ın aziz hatırasına ithaf ediyorum. “Esîr-i feyzini döksün ilelebed Mevlâ.” Umarım bu metinler, diğerlerinin de tanınmasıyla birlikte asıl ve tek “âmentü” metninin, “İslam Âmentüsü”nün tanınmasına, pozitivizmin ve başka türevlerinin Türkiye’ye girmesiyle birlikte kavram ve içeriğinin başına gelenlerin farkına varılmasına ve derin bir biçimde idrak edilmesine vesile olur. Şulelenmek herhalde bir nasip işidir. Okur okursa ne âlâ!"
Yeni Türk Edebiyatında Amentüler, edebî amentü metinlerinden manzum olanların tamamını, mensur olanların gerekli görülenlerini metinlerarası yöntemle tahlil ediyor.
Yemeklere dokunmadan, sofrayla birlikte bizi de oturduğumuz yerden kaldırsınlar diye bekliyordum. Çatal kaşık sesleri, yudumlanan çaylar hepsi birer arı vızıltısına dönüşerek çınlıyordu kulaklarımda. Arada kadınla göz göze geliyorduk ama o, yüzüm saydamlaşmış gibi başımın gerisinden bahçeye bakıyordu. Uzanıp dallara dokundu. Kararıp kalmış budaklarına. Olan biteni de işte o zaman gördü.
Kristal Sapan’da topaçlar, misketler, sapanlar, meyve dolu ağaçlar ve hepsinin merkezinde çocuklar dönüp duruyor. Isimleri, gözleri, şehirleri farklı olsa da ortak bir noktaları var hepsinin: Merhametsizlikleri. Bir çocuk gaddarlaşınca çiçekler solar, neşeli sesler sokakları terk eder ve merhametsizlik, bilinmeyen öyküler anlatır.
Özenle yerleştirdiler beni tabuta. Sayısız insandan izler taşıyan bir tahta kokusu... Bir el, soğudukça eğrilip kalan dizime bastırarak düzeltti. Ellerimi yanlarıma uzattılar. Sağa sola çarpmaması için başımın iki tarafını da ceketimle doldurdular. Gömleğimin dışarıda kalan yenini toplayıp içeriye aldıktan sonra tabutun kapağını üstüme kapattılar. Bütün dünya dışarıda kaldı.Usta hikâyeci Hüseyin Su, uzun bir aradan sonra dördüncü öykü kitabı İçkanama’yla okurunun karşısında. Günlük hayatın içerisinde silik sayılabilecek bir insanın, iç dünyasında derinleştikçe yaşadıkları ortaya çıkıyor her bir öyküde. Dünya, acıma- sızlığıyla dönerken ona uyum gösteremeyenler içten içe yok olup bir içkanamanın kahramanları olarak dünyadan ayrılıyor.
Hayran oldum çünkü dertsiz kalmadım hiç, Geldim ki dertsiz bırakma beni hayran oldum çünkü bütün parçalar birleştiğinde aynı nefes parça parça her birimizde aynı nefes alnımı sıvazlayarak bağırıyorum aynı nefes hayran oldum çünkü ne cennet ne dûzah şulesi düştü gönlüme, didar için iki cihan unuttum.
"Her roman, farklı gözlerle görülen hayatın, farklı kalemlerden yeniden yorumlanışı demektir. Her romancı, kaçınılmaz olarak kendi idrak edebildiği, farkına varabildiği ve kuşatabildiği hayatı eserine taşıyabilir. Hayatın bu şekilde "hayatlar"a dönüşmesi, okuyucunun hayatında da okunarak edinilen "hayatlar"ın zenginliğinin, birikiminin ve deneyimlerinin mevcut hâle gelmesi mânâsını taşır. Bu değişmedir, başkalaşmadır."
M. Fatih Andı'nın kaleminden çıkan Roman ve Hayat, roman türüyle tanışmamızı, onu bir dönem kuşağının rehber edinişini ve elinde gönüllü şekillenişini gözler önüne seren titiz bir çalışma.
Bu kitaptaki metinler, şiir çözümleme yazıları değildir; sekiz şiirde yer alan kimi imgelerden hareketle üretilmiş sekiz öznel şerhtir.
Metinlerdeki edebi niyet, her biri bir yıldız olan şerhlerin dünyasından uzakta olanları, taklidi bir dille de olsa, şerh dilinin arkeolojisine yöneltmektir.
Bu yüzden metinlerde zikredilen âyetler, simgeler, imgeler geniş bir coğrafya ve kültürden seçilmiştir.
Oysa doğumdan daha önemliymiş ölüm. Ölüm herkesin kendi kıyametiymiş... Meğer kıyamet ölümün ta kendisiymiş. Bir de herkes için ayrı ayrı kopuyormuş, birden daha çokmuş kıyamet. Çokmuş çok olmasına da nasıl ölüneceği daha bir mühim- miş. Doğdum ama nasıl öleceğim kim bilir?
Cemile Sümeyra, ilk ve son öykü kitabıyla sesleniyor okuruna. Hayatın rüyasına dalanlar yerine kendisi ölümün sonsuz vadi- lerine derin bir dalış yaparak, kaçınılmaz son için bir prova şansı veriyor okuyan herkese.
Birine beni tarif etmeye niyetlendiklerinde kimsenin aklına kumral saçlarım, uzun boyum, ela gözlerim gelmez, başka söyle- necek bir tarafım yokmuş gibi herkes illa bu siyah noktadan anlatmaya başlardı. Dinleyenin aklında da çoğu kez sadece ben kalırdı. Bu alametifarika girdiğim her ortamda hatta hiç gitmediğim yerlerde bile kendini hemen gösteren, konuşan, gülen, hâl hatır soran, nihayetinde Aysel’den çok hatırlanan apayrı bir şahsiyetti. İlk zamanlar bu duruma epey içerlesem, kızsam, onu unutturup kendimi ön plana çıkarmaya çalışsam da sonradan pes etmiş, el mecbur alışmıştım birlikte yaşamaya.
Alametifarika, hayatın ayrıntı kabul edeceği küçücük seslerden, parçalı görüntülerden, ergenliğin doludizgin yaşandığı hayat kesitlerinden rengârenk ve bir o kadar trajikomik öyküler yontup onları okurun karşısına çıkarıyor. Burun kıvrılan ergenliğe bir güzelleme o.
Yeni Türk Edebiyatında Öykü, Ömer Lekesiz’in Türk öykücülüğünün geniş literatüründe bir ömür sürdürdüğü titiz çalışma- nın efsanevî meyvesidir. Türk öykücülüğünün başlangıcı kabul edilen eserlerden günümüz öykücülüğünün temel kitaplarına kadar uzanan bu araştırma, Türk öykücülüğünün kapsamlı bir haritasıdır aynı zamanda. Alanındaki tek yetkin kaynak olan eser, öykücülerin biyografileri, öykü anlayışları, örnek öyküleri ve Ömer Lekesiz’in özgün çözümlemeleriyle beş cilt boyunca sürecek eşsiz bir edebiyat yolculuğuna davet etmektedir okurlarını.
Âdem bir başlangıç, güneşinin hiç batmayacağı Nebevi medeniyetin ilk temsilcisi. Serüveni kulaktan kulağa, ağızdan ağıza kutlu bir ezgi olup yayılacak. Bunun için çok şey yapması gerekiyor Âdem’in, çok şeyi bulması, görmesi, göstermesi, başlatması, nakletmesi, işaretlemesi gerekiyor.
Güzel hikâye anlatmak kuşkusuz bir beceri; hatta beceri ne kelime, bir kabiliyet. Hele hikâye bizdense. Bu nedenle hikâyecilerimizi saygıyla anıyoruz; zira onlar susmak yerine, kurallarını kendilerinin koyduğu öyküleri bir kuş hafifliği, sıcaklığı, kalp atışlarıyla dinleyiciye anlatmayı tercih etmişlerdi. Öykü Menzilleri öykü tarihini, anlayışını ve Türk öykücüle- rini, öykü üzerine düşünenler için bulup çıkarıyor. “Bu olmadığı takdirde öykü tek kanatlı kalacaktır.”
Güzel hikâye anlatmak kuşkusuz bir beceri; hatta beceri ne kelime, bir kabiliyet. Hele hikâye bizdense. Bu nedenle hikâyecilerimizi saygıyla anıyoruz; zira onlar susmak yerine, kurallarını kendilerinin koyduğu öyküleri bir kuş hafifliği, sıcaklığı, kalp atışlarıyla dinleyiciye anlatmayı tercih etmişlerdi. Öykü Menzilleri öykü tarihini, anlayışını ve Türk öykücülerini, öykü üzerine düşünenler için bulup çıkarıyor. “Bu olmadığı takdirde öykü tek kanatlı kalacaktır.”
Yazmak, bir varoluş biçimidir. Zarûrât-ı hayât maddelerinden biridir. Sıradan ihtiyaçlar içinde yeri yok. Hatta sıradan ihtiyaçlar içinde mahzurlu bile.
“Batı’dan gelen”in sahih bir nazar olduğunu iddia ederek “Doğu’dan gelen’i azarlamak da salt “Doğu’dan gelen’i baş tacı ederek “Batı’dan gelen’i insaf ölçütüne uymayan biçimde hikmete mugayir görüp mahkûm etmek de pek doğru gözükmemektedir.
Anlamın Çağrısı, metinleri tekrar tekrar okumaktan ziyade nasıl çözümleyeceğini bilmek gerekliğinden doğan bir çalışma. Aynı zamanda yüzyıllar boyu okurun karşısına çıkmış, ölümsüzlüğünü kanıtlamış eserlerle hemhâl olmaktan heves alanlara yoldaşlık etme arzusunda.
Bu site Ticimax® Gelişmiş E-Ticaret sistemleri ile hazırlanmıştır.
Internet Explorer tarayıcısının 9.0 ve daha eski sürümlerini desteklememekteyiz. Web sitemizi doğru görüntüleyebilmek için tarayıcınızı güncelleyebilirsiniz, güncelleyemiyorsanız başka bir tarayıcıyı ücretsiz yükleyebilirsiniz.