Sonra da dönüp acaba hafızamdan bu yüzü silmek istediğimden emin miyim, diye sık sık kendinize sorduğunuz bile olur. Bir insan olarak İsmail de benim için böyle hayat boyu izlerini silemediğim hatıralar, cevaplayamadığım sorular, kurtulamadığım bir yüz, belki de hiçbir zaman hikmetini anlayamadığım derin bir muamma olarak kaldı. Peki, ben memnun muydum bundan, evet!.. Huzursuz muydum, evet!.. O yaşlarda taşınabilir bir yük müydü benim için bu, nasıl taşıdığımı bilmesem de evet!.. Çünkü insanın bu hayatta taşıyamayacağı bir yük yoktur. Dahası da var, yükünü seviyor insan... Sevecek bir tarafını buluyor. Hayatımın daha sonraki yıllarında, bazı soruların illa cevaplanması gerekmediğini de öğrendim. Sadece birer soru olarak önemli ve anlamlıydı onlar benim için. Kırılma anlarının hikâyelerini anlatıyor Hüseyin Su. Nahif bakışıyla kalemini kahvehane camlarındaki yazıların arasında silikleşenlerden rızkını çer çöp içinde arayan mültecilere, delilerden dünyaya tamah etmeyenlere, doktorlardan sözünü yemeyenlere gözümüze batmayan, batmadığı için rahatsız olmadığımız, rahatsız olmadığımız için bir şey yapmadığımız; kendimize yaklaştırmadığımız, yakınlığımızı fark etmediğimiz insanların hikâyelerinde gezdiriyor. Nahif bir ruh için sızısı geçmeyen ağır bir yükü sırtından indiriyor Kırık Sızısı’nda.
Demek ki denize çok yakındım. Bunu duyunca daha bir gayretle yüzmeye başladım. Yüzdükçe içim açılıyordu. Irmağın akışı daha da hızlanmıştı. Yüzdüm, yüzdüm, bir de baktım ki karşımda masmavi deniz. Annem benim gibi yeşil miydi yoksa deniz gibi mavi mi? Ne renk olursa olsun onu gördüğüm anda tanıyacağımı biliyordum. Çocukken başlar eve olan sevgimiz. Güvenli olandır ev. Dünyayı keşfetmek için ilk adımlarımızı attığımız yerdir. Bir isimle yola çıkar, sayısız hikâyeyle geri döneriz. Eve Dönen Masallar, çocukluğun kıymetli armağanı merak duygusuyla gidilen ve dönülen yolları anlatıyor. Bu yolculukta sabırsız bir tilkinin kanatlarını ödünç alıyor, bir atın sırtında dostluğu öğreniyor, ırmakları aşıp evden uzaklaşıyor, güneşe bakıp kendimize bir isim arıyoruz. Dağları, denizleri, ormanları dolaştığımız bu kitapta Anadolu bütün masallara “ev” oluyor.
Bu defa arkadan öne doğru bir slogan geldi: “Yort savul! Yort sa-vul!” Demek ki “Vareste” misyonunu tamamlamıştı. Yeni sloganın iki kelimelik olması eylemin verimliliğine işaretti. Kalabalık kendi literatürünü yaratacak kadar birlik olmuştu. Yürüyüş ritmimiz hızlanıyor, ses tonumuz kulağımı çınlatacak kadar yükseliyordu. Polis barikatını görmek, sanırım ben hariç kimseyi ürkütmedi. Bu tempoyla bir dakika içinde burun buruna gelecektik. Dudaklarımı ısırmaya başlamıştım. Beynim, orada bulunuşuma mantıklı bir sebep bulmaya çalışıyordu hâlâ. Söz gelişi, ekipler amiri, “Buyurun, ne istemiştiniz?” diye soracak olsa, az evvel attığım sloganı açıklamamı istese, “Sanal gerçeklikte sizle çatışamamak bütün keyfimizi kaçırdı, sizi öldürme özgürlüğü istiyorum,” mu diyecektim yani? Onlarla karşılaşmadan önce dalıp kaçabileceğim bir sokak vardı caddede ama tek arkadaş grubumun bir daha yüzüne bakamazdım. Polis kalkanları bitişik nizamını aldı. Sanal dünya, maskeler, salgın hastalıklar, değişen değerler, terfiler, site yaşamı, sanal gerçeklik… Yaşam şeklimizin değişimine şaşırmak için bile vaktimiz yok. Teknoloji hızla yeni bir yaşam dayatırken dünya kendini hemen teslim etmemek için dengenin bozulması durumunda olabileceklerin ön gösterimini yapıyor. Dünya, doğal döngüsü içindeyken aklıyla yeni bir döngü kurmaya çalışan insan, sınırlarını nereye kadar genişletebilir? Hayal gücünün ve kurgunun sınırsızlığı, olan ve mümkün arasındaki ince çizgideki “İnsan” Lorem İpsum’da.
Yüzebileyim diye beni denize attıTanrıYanımda durur uzaktaHayal meyal gemiGitmek varmak için hayvanların kaçışınaYeryüzünün yükseğinde, öyleceKeskin metruk ruhum içinBuğulu bir son perdeArzum işlenmiş bir öfkedirAdına sayıklama deninceMümkün ya da değil, her şey söylenebilir
Aslen Manisalı, ikameten Üsküdarlı olan Seyyid Hasan Rıza Efendi hâfız, imam, müderris, hattat, şair, hânende olarak çok yönlü bir şahsiyettir. “Said Paşa İmamı” ünvanıyla XIX. asrın en meşhur mevlidhanı, yakaladığı şöhrete rağmen yaklaşık seksen yıllık ömrünü mütevazı bir derviş olarak geçirmiştir. Rufaiyye-Marifiyye müntesibi olan Hasan Rıza Efendi, Üsküdar Sandıkçı Dergâhı’nın müdavimiydi. Seyyid Hasan Rıza Efendi muhteşem sesiyle Mehmed Âkif Ersoy’u da etkilemiş ve Safahat’teki Said Paşa İmamı şiirinin kahramanı olmuştur. Bu kitapta, Dîvânçe, Gasil-nâme ve Nasihat-nâme adlı eserlerinden hareketle Seyyid Hasan Rıza Efendi’nin sanatkâr, müderris ve mutasavvıf yönü incelenmiştir. Said Paşa İmamı’nın şiirlerine günümüz bestekârlarınca yapılan ve Dinî Musıkî repertuvarına kazandırılan 27 beste ise bu kitabı sıra dışı kılmaktadır.
Hepsi (Bütün gün Bourton’u, Peter’i, Sally’yi düşünmüştü.) yaşlanacaktı. Oysa önemli bir şey vardı, Clarissa’nın hayatında gevezeliğe boğulan, çirkinleşen, karanlığa gömülen, gün geçtikçe soysuzlaşan, yalan dolana karışan bir şey. İşte o genç adam bu önemli şeyi korumuştu. Ölüm bir meydan okuyuştu. Ölüm iletişim kurma çabasıydı, insanlar gizemli bir şekilde ellerinden kaçan öze ulaşamayacaklarını hissediyorlardı, yakınlık uzağa çekilmişti; daha az kendinden geçiyordu insan, daha çok yalnız kalıyordu. Ölüm bir kucaklaşmaydı.
I. Dünya Savaşının gölgesinde, Avrupa’nın karar verici, yönlendirici, üzerinde güneş batmayan ülkesi İngiltere’de Clarissa Dalloway; etrafında bulunan eşi, kızı, arkadaşları, tanıdıkları, misafirleri, çalışanları çerçevesinde kurulmuş rahat atmosferinde yaşamaktadır. Merkezinde Clarissa Dalloway olan bu yaşamı anlatırken bu yaşama dâhil olan her bir karakter üzerinden ele alınan hayat, sınıf çatışması, bilimsellik, varlık, aristokrasi, evlilik, savaş, milliyet, sömürü, sevgi, yokluk, toplum, annelik, intihar, mutluluk gibi kavramların sorgulanması Virginia Woolf’un eşsiz anlatımı ve kurgusuyla Bayan Dalloway’de.
Kalbimde aylardır duymadığım bir hafiflik duydum. Hep günahlarının bağışlanmasını dilemiştim. İçimdeki ferahlıktan anladım, günahı bağışlanan bendim. Avluya dolan sabah rüzgârının tadı başkaydı. Uyandığımda öfkem, karyolamdan seyrettiğim dağların zirvesinde kalmıştı. Evden çıkıp yarım dünya şeklindeki gökkuşağının altından geçtim. Önceki sefer yarısından döndüğüm yol, bu kez bana uzun geldi. Üzerinde adının yazılı olduğu sade bir taşın kenarında bir saat, iki saat, üç saat kaldım. Şimdi hayattayken aralarından su sızmayan iki kişi gibiydik.
Travmalara maruz kalıp fiziksel ve ruhsal yaralara sahip olmak insan için kaçınılmaz bir şey. Ruhsal yaraları açan da çoğu zaman yanı başımızdaki biri. Bazen de insan, yazgının yaşattığı acının intikamını haksız yere en yakınındaki birinden almak ister. C. Zeynep Kaplantaş, ikinci öykü kitabı olan Aramız Açılıyor'da arabeskten uzak bir üslupla bu yaralara ayna tutuyor. İç konuşmalar ve derin psikolojik tahlillerle süslediği öykülerinde çok tanıdık duygu ve düşüncelerle karşılaşacaksınız.
Büyüyünce hangi özelliğinizin sizi terk etmemesini isterdiniz? Sevimlilik, neşeli olmak, haylazlık… Oyunlar bizi terk etmiyor. Kar yine çocukluğumuzdaki gibi yağıyor, salıncaklar hâlâ eğlenceli. Çocukluğunun izleri ve oyunları peşini bırakmamış bir yetişkinin neşeli hikâyesi Küçük Gölge’de.
Nautilusu elime aldım, içinden pembe bir ışık süzülüyordu. Parmaklarımı ileriye doğru uzatıp tuttum pembe ışığı. Dışarı doğru çıkardım. Bu kalp şeklinde, ametist bir kolye ucuydu. İncecik gümüş zincir nautilusa doğru uzanıyordu. Ağır ağır ama güçlü bir şekilde zinciri elime sarmaya başladım. Her çekişte bir güç bana karşı koyuyordu. Sonunda deniz kabuğunun kırılmasını göze alıp ayaklarımla bastırdım kabuğa ve bütün kuvvetimle asıldım zincire. Şimdiye kadar duymadığım ama denizin dibindeki uğultulu sese benzeyen bir iniltiyle birlikte zincirin tamamını ve bağlı olduğu şeyi çıkardım. Kolye çikolata renkli bir yaratığın boynuna takılıydı. Kadına benzeyen hatları vardı ama daha çok bir yaratıktı.
Bazen takıntılarımız hayatımızı şekillendirir. Bazen de ailemizden, anne babamızdan gördüklerimiz, onların yaşantıları üzerimize siner; bizi şekillendirir. Ya da eksikliklerimiz, engellerimiz belirleyici olur karakterimizde, yaşamı algılayışımızda. Parmak izleri olmayan birinin geçimi için seçeceği meslek ne olabilir? Deniz kabuklarını toplayan bir adamın kalbini feda edebileceği şey nedir? Sürekli yeni eşya kokusu duymak için alışverişte ne kadar ileri gidebilir bir insan? Hayalle masalın, gerçekle kurmacanın iç içe geçtiği; takıntıların, nasihatlerin, gülüncün, korkuncun hikâyeleri zarif bir dille huzurlarınızda Panayır Akşamı’nda.
Varlığın sağlamasını yoklayarak yapanlardanız, ayıktınızYokla beni yani var mıyım ben, öyleysem kellem kalındır kesinTebeşirle eşele, gözlerini yum, sonra şiirden çıkan sese bakSanki spikerin iyi bir gole ohoho diye sevinmesi
Mahir DeğilimGün Yaprağa Dokunur Ve UnuturumAdsız Iç Çekişlerini ŞehrinKürüye Kürüye Beyazlar Mı Düşler ÇocuğumŞeffaf Taslarda Yıkasalar KalbimiAyaklarım Bilir Mi Göğün Başladığı Yeri
Bir kadın, kalabalığın içinden bir ok gibi fırlayıp gelecek, tanıdık mı diye yüzüne bakacağım ama değil. İnce, narin parmakları başımı kavrayacak, kaldırıp dizlerine koyacak. Elindeki plastik şişeden su içirmeye çalışacak ama bütün uğraşları nafile. Su boğazımdan aşağı inmeyecek. Siyah saçları yüzümde gezinirken kadına -bir anne olmalı- sesleniyorum, “Ben artık bir ölüyüm,” duymuyor, duymak istemiyor. Kulakları mı kapalı, hayır değil, duyuyor, konuşuyor hatta etrafındakilere bağırıyor. “Ambulans çağırdınız mı, etrafını açın, rahat nefes alsın?” Anneler kabullenmiyor ölümü. Anne olduğunu nereden anladıysam artık, muhakkak bir anne, başka kim bu kadar merhametli olur. Başka kimin saçları süt kokar, taze meyve ve sabun, ellerinin içi nasırlı olur ve parmakları bu kadar maharetli.
Birinde yüzük, diğerinde karpuz, kiminde kanepe, başka birinde inci düğmeli gömlek ya da bir başkasında kamyon. Hatta ölümün kendisi de somutlaşıp bir nesne gibi karşımıza çıkıyor. İnsana ulaşmak için etrafımızı saran bunca nesne arasında sıkışan hikâyeleri buluyor ve anlatıyor. Gözü her şeyin üzerinde dolaşıyor, duruyor, görüyor ve hikâyeye dönüştürüyor. Hemen herkesin dikkatinden kaçan, üzerinde durmadığımız, düşünmeye değer görüp vakit ayırmadığımız eşyalara eğiliyor ve onlardan çıkıp insan hâllerinin en ince yerlerine ulaşıyor.
Etrafımızdaki bunca şeyin arasında anlatılacak olanın, değerli olanın, hakikî olanın hikâyeleri var Tek Odalı Ev’de.
Gür Bitkiler Gür Karanlıklar BırakıyorVe Ben Hep Aynı Şekilde Kapatıyorum AvucumuKabul SürekliÖfke SürekliSürekli Bakıyorum Kum Üstünde Donan Dalgaya
Garip kahkahayı tekrar duyunca elimdeki kitabı bir kenara bırakıp dikkatle etrafıma bakındım. Kış aylarında karşı apartmana taşınan ve yaz başından beri sürekli balkonda oturan beyaz gömlekli adamdan başka kimseyi göremedim. İşle güçle ilgisi olmayan ve sırtı bana dönük oturan bu adam mı atmıştı o çığlığı? Yok canım, ihtimal bile vermiyordum. Ancak geçen gece ağabeyimin benimle yaptığı imalı konuşmayı hatırladım. Ağabeyimin sözleri içimdeki şüpheyi dürtünce adamı yakından gözlemeye karar verdim.
Labirent Dönemeci hayatın çetrefilleşen yollarını, ruhların giriftleşen çıkmazlarını alıp yeni kısır döngülere taşıyor. Bazen basit, bazen karmaşık durumlar olsa da bu çıkmazlar, herkes kendi labirentini taşıyor sırtında. Ve önünde sonunda elleriyle inşa ettiği labirentin esiri oluyor.
Elde edemedikleriyle, elde ettikleri arasında sıkışan insan, hayata anlam veremeyişinin bedelini ağır ödüyor. Tarih süresince değişse de manzara, çıkmazlar değişmiyor. Bir "insan modeli" aranıyor, "bir hayat şekli" irdeleniyor.
Farkında olsun ya da olmasın, insan fıtratını arıyor. Bu anlam arayışının fıtratlarla kesiştiği nıktalar, Kuran'ın öngördüğü insanın yalnızca bir yönüne işaret ediyor. "Kur'an insanı"nın, bir başka deyişle "kamil (bütün) insan"ın gerçekleşmesi ise hayattan beklentilerin tümünün fıtratla örtüşmesini gerektiriyor.Bu çalışma, "Kuran Nedir?" sorusunu bu amaçla sormakta, ona insan hayatını anlamlandıran ilahi cevap olarak yaklaşmaktadır. Çünkü Kuran-ı Kerîm, kendini "hidayet rehberi" olarak tanımlamakta, insan modelinin nasıl olacağını göstermekte, insan-hayat-tabiat-evren bütünlüğünün gerçekleştirilmesi için kurallar koymaktadır.
“Aşk İçsel Saklı Bir Işıktır” adlı şiirde şöyle bir kısım var, çeviri yapmadan yazmalıyım:
“Free as a bird, knock on wood, thank the Lord
I am driving along in my automobile
It’s a brand-new pre-owned’ 96 Ford.”
Buradaki Lord ve Ford kafiyeleşmesi, “alırsın Ford olursun lord”un anlamından bir santim uzağa düşmese de, acımasızca eleştirebilmek için ben yeterince kaygan bir zeminde, yazar ise bir o kadar sağlam bir yerde duruyoruz. Benim Paul Simon şiirine dair kendime çıkardığım en önemli ders şudur: Hayatında bir kere çok güzel bir şey yaparsan, tekrar yazmalıyım bunu: Hayatında bir kere çok güzel bir şey yaparsan, ondan sonraki zamanlarda aynı yolda yaptıkların hep aynı güzellikte olmasa da kötü ve bayağı algılanmamaları için bir duvar da örmüş olursun.
Yılmaz Daşcıoğlu, Tanzimat döneminden 80 sonrası kuşağına kadar geniş bir yelpazeden seçtiği eserleri odağına alıyor. Hangi tür kitaplara popüler diyoruz? Türk popüler edebiyatı kiminle ve nasıl başladı? Ahmet Mithat Efendi bir üstkurmaca ustası mıydı? Rasim Özdenören Kuyu hikayesinin taşlarını nasıl ördü? 80 sonrası eserlerde şiirle nesrin sınır çizgisi nerede başlar nerede kaybolur? Kitapta bunlar gibi pek çok soruya uzun yılların gözlem, inceleme ve tecrübesine dayalı cevaplar sunuluyor.
Eser, okurun metinler labirentinde yolunu bulabilmesini kolaylaştıracak adımları nasıl atabileceğini Türk edebiyatından seçilen örnekler üzerinden gösteriyor. Gerçek eleştirinin gücünü fark ederken, kitapta ele alınan ve bugüne dek okuduğunuz eserlere yeniden, yeni bir bakışla dönmek isteyeceksiniz.
Kim demiş tavuklar uçamaz diye. Bu hikâye bir tavuğun, uçuracak kadar büyük kanatları olmasa bile gökyüzüne çıkabileceğini, hatta orada yaşayabileceğini kanıtlıyor. Olayların planlanarak ve emek vererek geliştiğini söylemek isterdim fakat hiç beklenmedik bir zamanda aniden gerçekleşti…
Nurcan Avcı Bayraktar’ın yazdıklarını okuyup düşler bahçesinde gezinirken, olmazlar oluveriyor, tatlı şeyler giriyor hayatımıza. Bu bir çocuk kitabı evet. Fakat çocukların anneleriyle beraber okumayı isteyeceği bir kitap aynı zamanda. Çünkü yalnız anneler değil çocuklar da sevdikleri şeyleri paylaşmak ister.
Hangi şehre, hangi kasabaya gidilirse gidilsin, mutlaka ilk uğranılması gereken yerler, ilk önce ve hiç tereddüt etmeden çalınacak kapılar, oradaki kitabevleri, dergi büroları, kültür ve düşünce evleri ya da “merkez insan”ların kişisel büroları ve evleri olmuştur. Herkesin hem çok iyi bildiği hem de mutlaka en güzel şekilde karşılanıp ağırlanacağından emin olduğu en sağlam adreslerdir bu müstear adreslerin hepsi de. Müstear Adresler, Hüseyin Su’nun kişisel tarihine not düşerken edebiyat dünyamızın yakın geçmişine de ışık tutuyor. Unutulmayan mekânlar, Âkif Emre, Nuri Pakdil gibi unutulmayan kişilerle örülü kaleler olarak zamanın yıkıcılığına meydan okuyor.
Demir parmaklarında duyduğun sarkaç, gitgide ne kadar benziyor yüzüneki rüyan-Da tepsi-De kano, bir çamur gülüş-Tür yarılan, gibi akan şehir deHasılı kemik küreklerin, yüklenir yorgunluğunu Şehrinin Ağaç diplerinden!
İhtiyar, pencerede yoktu. Perdenin arkasına saklandığını düşündüm. Yarı açık camı yavaşça ittim. Yoktu. Duvardaki resmini gördüm önce. Küflü çerçeveden sızan nem, resmi sarartıp geriye buruşuk bir yüz bırakmıştı. Saçı, yüzü, hatta gözleri net değildi. Odadaki her şey gibi resim de eskimişti. Tavandan sallanan karanlık ampul kendini aydınlatabiliyordu sadece. Eşyaları ve bizi nasıl öldüreceğini seçmişti ihtiyar. Her şeyin üstünde bir hâkimiyeti vardı ve gülümseyerek çürütüyordu bizi.
Bacalardan gökyüzüne yükselen kirli dumanlar, yarı karanlık evler, meraklı ve tedirgin mahalleliler, ağaçların tepesinde kanat çırpan telaşlı kuşlar ve öykülerdeki kahramanların arasına birer gölge gibi sokulan yabancılar... Telli Dastar, satırlarında taşıdığı esrarın okuyucu tarafından çözülmesini düşleyen hikayelerle dolu.
Rüzgâr! Bu dağ başlarında çırpınan serinKanatların gökyüzünden akan bir seldirBana kudret ve cesaret veren bir eldir.Beşerlikten uzaktayım senin ülkendeSenin gibi azamete âşıkım ben deİşte rüzgâr! Senin gibi ben de deliyim.
Islıklarım senin gibi inlemelidirHerkes beni ürpererek dinlemelidir.Rüzgâr! Sana, yalnız sana benzemeliyim
Seni gördüğü zaman zalimce başını çeviren mağrur bir dilberin kapısı önünde ay ışığı altında sabaha kadar dolaşmak, bunu candan arkadaşlara ağlayarak anlatmak, -söz aramızda- gene hoş şeydir. Fakat sevgili bir vücutta bulunmayan bir şeyi kendisinde taşımaya tahammül etmeyerek onu koparıp atabilmek, işte adaşım, yalnız bu sevmektir.
On seneden beri belki boşuna yere herkesten kaçmışım, insanlara inanmamakta haksızlık etmişim. Aramış olsaydım, belki senin gibi birini bulabilirdim. Her şeyi o zaman öğrenmiş olsaydım, belki zamanla alışır, seni başkalarında bulmaya gayret ederdim. Ama bundan sonra her şey bitti. Asıl büyük ve affedilmez haksızlığı sana karşı yaptıktan sonra, hiçbir şeyi düzeltmek istemiyorum. Senin hakkında verdiğim yanlış bir hükme dayanarak bütün insanları suçlu tuttum; onlardan kaçtım. Bugün hakikati anlıyorum; fakat nefsimi ebedi bir yalnızlığa mahkûm etmeye mecburum. Hayat ancak bir kere oynanan bir kumardır, ben onu kaybettim. İkinci defa oynayamam. Artık benim için eskisinden beter bir hayat başlayacak.
Sümsük otu gibi yapışıp iyi niyetimi kaşık kaşık götürdü. Yaşasın hakkaniyet, hep benimkiler mi ölecekti. Acısı yüreğime su serpse de insanlık edip “Izdırap koca kanatlı kuştur, her gün bir dağ aşar, azıcık sabret,” diyorum anlamıyor. “Bazı ilaç terkiplerinin altında mücerreptir yazar. Bak işte ben o sınanmış hapım. Farz et cezaevindesin, gün say bir yıla tahliye olacaksın, çığrışmak çözüm değil,” diyorum anlamıyor. Buyur kendini yırt o zaman, niye bana geliyorsun. Taşeron firmayım sanki. Azrail’le imzalanmış iş akdim mi var ki, hizmet üretimine dair yönlendirme yapayım. Bu müştereken üstesinden gelinecek bir durum değil. Öyle olsaydı, şuraya yazıyorum imecenin dibine vururdum.
Leyla Polat, Ölümü Gör’de mizahi ve bıçkın üslubuyla bu sefer ölümü yokluyor. Ölüm hâlleri her bir öyküde ele alınırken Azrail’e karşı olumsuz bir duruş sergilenmiyor. Korkutucu ve kaçınılan bir gerçek olmaktan çıkan ölüm, herkesin yanı başında mizahi bir kapı olarak açılıyor. Okura, şifa niyetine öyküleri okuyarak kapıdan geçmek kalıyor.
Bir saat kadar sonra resmi tamamladı, daha doğrusu kendi kendine: “Eh, yeter artık!” diye işi bıraktı. Elinin tersiyle alnının terlerini silerek bir iki adım geri çekildi. Hiç de fena olmamıştı. Günün resim yapmaya en uygunsuz olan bir saatinde çabucak çırpıştırdığı bu tablo bile, onun epeyce kabiliyetli bir sanatkâr olduğunu gösteriyordu. Yaptığı resme baktıkça bunu kendisi de fark eden Tevfik, “Ah, Fransa’da birkaç sene daha kalabilseydim! İnsan altı ayda ne görür ne öğrenir ki?” diye zihninden geçirdi, eğilerek takımlarını toplamaya başladı, bu aralık yine kendi kendine söyleniyordu: “İstediğin kadar güzel resim yap... Anlayan, kıymetini bilen olmadıktan sonra!”
Ezan sesi çok eski bir sestir ama bunu herkes bilmez. Tıpkı gökte parlayan yıldızlar gibi. Onlar gecelerimizi aydınlatırlar fakat ışıkları milyonlarca yıl uzaktan gelir. Zehra Teyze bana ilk ezan sesinin bir yıldızdan duyulduğunu söyledi. Fakat siyah bir yıldızmış bu. Ona siyah bir yıldızın nasıl olup da görülebildiğini sordum. Bir güneşi yansıtarak, dedi bana.
Yüksek ve üzerinde yer yer otlar fışkıran bir duvara dayanıp yarı kapalı gözlerini yukarı kaldırınca, etrafa alaca karanlığın çökmüş olduğunu gördü. Gideceği yere yaklaşmış biri gibi derin bir nefes aldı. Önünde, üzerinden demiryolu geçen bir köprü vardı. Bunun altına doğru, duvarlara tutunarak yürüdü. Ayakları titriyor ve göğsü müthiş hırıltılar çıkararak inip kalkıyordu. “Buracıkta ölebilirim!” diye düşündü. Fakat sanki onda bu ümidin bir andan fazla yaşamasını istemiyorlarmış gibi, karşı taraftan, ellerinde çıkınlarıyla birkaç adam göründü. Hızlı hızlı konuşarak yanından geçip gittiler; hoplayarak süratle ilerdeki yola daldı.
Bütün hayatında kendine göre bir iş bile yaptığını hatırlamıyor, bu ömrü başka birinin yaşadığını sanıyordu. Çocukluğu, delikanlılığı, etrafıyla olan münasebetleri hep yabancı bir dünya ile yapılan temaslara benziyordu. Şimdi o, kendisine ne kadar uzak bulduğu bu dünyada, ne kadar müthiş azaplar çekiyordu! Bunlara ne lüzum vardı? Neden böyle korkunç çemberler onu sımsıkı bağlıyor, neden ona yavaş yavaş sindire sindire en öldürücü işkenceler yapılıyordu! Ne için, kim için?
İnsan, yaratıcı, celal ve yücelik sahibi Allah’ın en büyük tecellilerinin taşıyıcısıdır. Yani insanda Allah vardır, mevcuttur ve Allah’tan, O’nun tecellisinden uzak kalmış tek bir insan bile yoktur. Yüce Yaratıcı’nın insandaki varlığının bilinip itiraf, tasdik ve kabul edilmesi sözle düşünce ve isteklerin ifade edilmesi sayesinde mümkün olabilir. Bu yüzden söze çok dikkat etmek gerekir.Tolstoy’un yaşamını anlamlandırmak için beslendiği çeşitli kaynaklardan damıttığı ve “Yaşam Yolu” olarak adlandırdığı serinin iki önemli risalesi olan Söz ve Eşitsizlik, Binbaşı Ali Fuad’ın 1920’li yıllarda Türkçeye çevirdiği hâlini kaynak alıp günümüz Türkçesinde yeniden hazırlandı. Söz, yaşamın anlam karşılığı olduğu ve sonuçları açısından sorumluluk taşıdığı için Tolstoy açısından oldukça önemle üzerinde durduğu bir kavram olarak görülüyor. Sözün büyük ustasının bu yaklaşımı yalnız şair, yazar, filozof ya da sözle işi olanların değil, yaşamına anlam katmak için söze yaklaşan her okur için rehber niteliğindedir. Yaratılmış olan insanın beşerî özelliklerinin diğerlerine üstünlük sağlayıp sağlamadığı üzerine de düşünmüş olan Tolstoy, zamanının çok ötesinde bir bakış ve düşünce yapısıyla insanın neden eşit olduğunu, birinin ötekinden üstün olmayışını eşsiz diliyle ortaya koyuyor. Tolstoy’un yaşamı boyunca edindiği değerler, insanı anlamak için oluşturduğu düşünce sistemi, romanlarında işlediği insan hâllerinin kavram olarak karşılıkları, okur ve düşünür olarak kendisinde iz bırakmış olan yazar ve filozofların ifadeleriyle Söz ve Eşitsizlik’te.
-Hepinizi nezarete atarım. Sıdıka mı yaraladı seni? Ne olduysa anlat doğru düzgün, deyince koca devletin karşısında uzun boyundan utanan kadın, dizlerinin üzerinde küçüldü. Yeterince ufalmadığına kani olunca sırtını da iki büklüm yapıp,-Kimse yaralamadı efendim, kaza oldu. Kimseden şikâyetçi değilim, dedi. Alçak sesindeki büyük korku komiseri sarsmıştı. Kadının kolundaki yemeniyi çözdü. Yaranın ufaklığı Ekrem’i rahatlatırken, atılan façanın işçiliği şaşırtmıştı. Çocuklarının evinde divana kıvrılıp yatacak hâldeki yaşlı bir kadının racon kesmesi, hayret edilecek bir vakaydı.Yazar, Muzaffer Çok Kızar Valla’yla başladığı edebiyat yolculuğunu Hiç Böyle Yapmazdı’yla sürdürüyor. Gündelik hayatın içinde her an karşılaşabileceğimiz, kendimizden ve yakın çevremizden izler bulabileceğimiz karakterlerinin psikolojilerini ustaca tahlil ettiği öykülerine samimî, yalın dili ve diyaloglarla lezzet katmış. Her ne kadar kahramanlarıyla iyi geçinmeye karar verdiğini söylese de siz şaşırtıcı sonlara hazır olun!
Yaralanmak benim hakkım sarmaksa seninbiçilmiş ekinler gibi geçip giderken günlerbu sokaklar dedim, çıkmaza nasıl düşmüşsesimden taşınırken nasıl yaşlanmış evler
“Üç, iki, bir, kayıt!”Nerede olduğumu anlamak için filmler çekiyorum, demişti bir keresinde. Dünyaya düşmenin şaşkınlığı ancak ölünce geçecek, demişti ödül töreninde. Artık film makinesi gibi çalışıyor bedenim, siz bu film makinesini film çekerken görüyorsunuz sadece, diye konuşmuştu bir keresinde. “Kestik!”Her şeyin dünyada olduğu ve dünyaya dair şeyler olduğu gibi bir vehmimiz var. Gördüklerimizin gerçekliğine, duyduklarımızın sahiciliğine, hissettiğimizin hakikatine inanıyoruz sonuna kadar. Oysa algılarını her şeye açan bir kişi çok daha fazlasını görüp duyabilir. Ve bu yaşananlar yalnız dünya ile sınırlı kalıp bitmiş mi olacak? Elbet her sesin bir yankısı olur. Ölümün, zamanın, babanın, doğumun, oğulun, aynanın, hocanın, askerin, şehidin ve daha pek çok şeyin sesi ve yankısı Olup Bitmeyenler’de.
Ismimi her sabah Güneşin ince tülü sesine üşüşürken Bikmadan soruyor bana unutmadim oysaDünyayi unuttum bir, gölgesine aldandimMağaranin yanağinda belli belirsizBir ağin titremesi gibiTitredim nefesimin taşidiği ölümden
O kapıyı aralayınca daha kolay oluyor her şey. Daha rahat ediyorsun. Bir zaman sonra aklıyorsun bahanelerinle birlikte kendini. Sayıları arttıkça rahatlıyorsun, nefes alışın bile düzeliyor. Şimdi kaldığın bu yerde sorular akın ediyor zihnine. Oysa düşünmek yok, demiştin. İnsan şimdiki zamanı yaşamalı, takılıp kaldığı keşkeleri bırakıp yoluna devam etmeli. Yoksa yeni keşkelerin gölgesinde miş’li zaman olup kalıyor.
Gülnur Aşcı görünüşlerin, imajların arkasına saklanan insanı arıyor, buluyor, deşifre ediyor denemelerinde. Meselelere bazen bir çocuk bilgeliğiyle, bazense bir ihtiyar acemiliğiyle yaklaşıyor. İnsan kendini kandırmasıyla, aldanışlarıyla, pişmanlıklarıyla insan. Bahane Kapısı kilit tutmuyor çünkü.
Boydan boya defalarca arşınladım sokağımızı. Şu köşe miydi beni ilk gördüğün yer? Sen arabanı park ederken ben eve mi dönüyordum? Yokuşları mı koşuyordum dizlerim titreyerek? Pazar sabahı fırından ekmek mi alıyordum sen yürüyüşe çıktığında? Bu park mıydı ikimizin de penceresinden, aynı gecelerde kederle baktığı? Bu ağaç mıydı altında durup o bayat kavgalardan başımı eğerek kaçtığım günlerde beni izlediğin? Bu kafe değil miydi beni görünce utanıp sırtını dönerek oturduğun? Adım adım geçtim ayak izlerimizin üstünden. Yıllarca ben yoktum, şimdi sen kayıptın. Bu hikâye daha en başında iki kişilik yazılmamıştı. Biri görüldükçe diğeri siliniyordu.
En çok kadın duyarlılığı var hikâyelerde. İnce ve keskin bir bakışla ayıran, seçen bir göz. Kimler mi var; dondurma seven âşıklar, üniversite sınavına hazırlanan öğrenciler, yetimler, tuhafiyeci, define avcıları, çocuğunu yalnız büyüten anne, takıntılı ev hanımı, ilgisiz baba, eziyet edilen kadınlar, anlaşılmayan eşler var. Köyden şehre, tiyatro salonundan tren istasyonuna, evden tuhafiye dükkânına, kar küresinden apartman katına pek çok yeri gezdiriyor ve yalın bir dille sunuyor “an”ları okuruna. Dikkatli okurlar için daha çok ayrıntı var Salacak Takvimi’nde.
rüzgârın parmağını gördüm.hareketsizliğe dokundu.ne olduğunu neden dokunduğunutuşun kendi parmağını seçtiğinibilmedendefalarca aynı tuşa dokundu.
Kuğudaki Tanri Demiştin Bir Vakitler
Koyaklarinda Merceklerin Aktiği Diyar
Ve Altin Dallarina Yarasalarin Konduğu
Göğsünün Daraldiği Vakitlerde Kime
Bakmak Geliyor Içinden, Erguvanlarin
Döküldüğü Yollardan Hangi Atlarla Geçmek
Yüzümün Solgunluğunu Safran Sanma
O Manastirin Bahçesine Dikilmiş
Ve Sonra Huş Ağacindan Küçük Bir Masa
Yapacak Olanin Yüzünün Hayaleti Olmuş
Bakmak Dediğimiz Duvara Resmedilmiş
Terk edilmiş zarif bir yalnızlığı taşıyarak konuşuyorumGeceye dokunuyorum kılcal damarlarımlaGözlerim, aklım her şey uzak bir hanımeliYakama takılan sadece çiçek değilİçimi titreten Büyük Türk Şiiri
Rıhtımlardan çokça yalnızlık topluyorumSesimi deniyorum giden gemilerin ardındanBolşevik bir ihtilali boş geçmeyi seçiyorumBakışlarımda anlam aramaŞiir bir reçetedir doktor yazısıyla
Üşütüyor şairi, Almeria ipekleriGeceye çalan gömlek, sırmalar ve pazartesiHer sözün sessiz sabahlara vardığıSessiz ve üşüten sabahlara
Şair geceye bir gömlek dikiyorSırmalı, ipekten gömlekOturtuyor başköşeye gömleğiÜşüyor Almeria, şairler ve ipekleri
Çeşmeler uzun boynum kısakaç gülle kaç testi kaldıgözlerim biriken suda
Nicedir gırtlağımda koşan atlartut ki yolu çizdiyol tutuşsa kararacak ağaçlaryağmur toprağa hevesli
Benjamin, ömründe ilk defa bir ilkesini bozmayı uygun bularak duvarda ne yazıyorsa okudu. Tek bir emir kalmıştı ve şöyleydi:
Bütün Hayvanlar EşittirFakat Bazi HayvanlarDiğerlerinden Daha Eşİttİr.
O günden sonra çiftlik işlerini denetleyen domuzların, ön ayaklarında kırbaç taşıması kimseye garip gelmedi. Kendilerine radyo satın almaları; bir telefon bağlatmak için ayarlama yapmaları; John Bull, Tit-Bits dergilerine ve Daily Mirror gazetesine üye olmaları da.
George Orwell’in Hayvan Çiftliği romanı, 1945’te okuruyla buluşmadan önce yayıncılar tarafından defalarca reddedildi. Hatta 1944’te T.S. Eliot, özür dilediği ret mektubuna şöyle başlamıştı; “Yazdıklarınızın politika eleştirisi yapmak için doğru izlenmiş bir yol olduğunu düşünmüyorum ki hiçbir editör de düşünmez…” Fakat tarih Eliot’u haksız çıkardı. Hayvan Çiftliği, yayımlandığı günden beri bütün coğrafyalarda siyasi bir hiciv olarak ilgiyle okunuyor.
Döndüğümde onları ağaca yerleşmiş buldum. Havuz kenarına oturmuş gibi keyifliydiler. Sarkıttıkları bacaklarını ileri geri sallıyorlardı. Onları izlerken biraz önce bakkaldan döndüğüm sırada duyduğum his yine belirivermişti. Ağaca çıkmış olan, diğerine elini uzatmış, yaşına bakmadan çekiyor, aşağıdakiyse çocukça bir yetersizliği kapatma, geri kalmama hırsıyla var gücüyle tırmanıyordu. Hiçbir şeye şöyle bir aidiyetimin olmadığını görüyordum. Bu bağı bir ağaçla mı yoksa bir arkadaşla mı kurabilirdim? Mehmet Babalıoğlu, insanlarla bağ kurmanın bütün varlıklarla bağ kurmaktan geçtiğini hatırlatıyor öykülerinde. Bu yüzden çocukluktan kalma yamuk ağaç, dünyasında eğri kalmış bir şeyleri düzeltebiliyor kahramanın. Söylenenin arkasında hep bir söylenmeyen var. İroninin içimize işleyen göz kamaştırıcı örnekleri. Melodramdan uzak soğukkanlı usta yazar anlatımı. Babalıoğlu ikinci öykü kitabı “Herkes Unutmadan Önce” yle unutulmayacak bir kitaba imzasını atıyor.
“İçim içime sığmıyordu, bir cinim vardı artık. Ne isteyeceğimi düşünmek için sakin bir yere gitmeliydim. Belki birinci sırada değildi ilk isteğim ama onu daha fazla görmeye dayanamadığım için Hasan’ın çok uzaklara gitmesini istedim Berhudar’dan. İsteyebileceğim o kadar çok şey varken böyle bir dilekte bulunmama çok şaşırdı. Kararlı olduğumu öğrenince dileğimi gerçekleştirdi.
Akşama kadar Hasan’ın yokluğunu kimse fark etmedi. Herkes evine çekilince anlaşıldı ancak. Aramadık yer bırakmadılar ama yok, yok!”
Özgür olmayı ve özgür yaşamayı yazılarında ve konuşmalarında her zaman idealize eden Aliya İzzetbegoviç, bunu “pazarlık kabul etmez bir hedef” olarak görür. “Bizim kendi amacımız,” der, “bundan sonra ne olacağına bakmaksızın Bosna’nın, kendi içinde kimsenin dini inancı, milliyeti ve siyasi düşüncesi yüzünden takibata uğramayacağı bir ülke olmasıdır.”
Avrupa'nın göbeğinde tarihten silinmeye yüz tutmuş bir milleti varlık, kimlik ve inanç mücadelesine ikna etmiş bir liderdir Aliya İzzetbegoviç. Hüseyin Yorulmaz, Osmanlı mirasından 21. yüzyıla kadar süren geniş zaman aralığında bu büyük liderin yaşam öyküsündeki ayak izlerini takip ediyor. Aliya, milletinin özgürlük ve bağımsızlık sembolü olduğu gibi, tarihin, modern çağın ve "medeni" güçlerin maskesini de düşürüyor.
40 dakikalık ders öğrenci zihninin vakte ait dolanım ve salınım alanıdır. Öğretmenin zihni de bu “kırk dakika koridoru”nda tur atar. Hiç de az bir şey değildir bu vakit. Anneler babalar evde çocuklarına herhangi bir terbiyevi konuda kırk dakikalık bir zaman ayırabiliyorlar mı acaba? Hiç sanmıyorum. Üstelik bir öğrenci günde en az altı yedi kez bu “kırk dakika sahası”nı öğretmenleriyle birlikte dolaşıp turluyor. Anneler kızlarının aklına nereye kadar refakat edebiliyorlar acaba? Babalar oğullarının duygularına tercüman olabilecek vakti bulabiliyorlar mı?
Vakt ü zamanında Âlem-i Misal’e pek meraklı Eyyam nam bir sahaf varmış. Bir gece rüyâsında envai huruf görerek bir kehânet yazmış. Bunu da şeyhine arz eylemiş. Ol pîr-i menam gördüğü rüyâsı sebebi ile âmâ olduğu zannına kapılan Asım nam aktarı ve Âlem-i Hayal’i temâşâ etmeyi pek seven Mestur nam çırağı yanına katıp yola revan olmasını tavsiye etmiş. Vazifeleri lübbü’l-menamı şeytan-ı lainden kurtarmak imiş.
Âlem-i Misal Rehberi, rüyalarla yoğrulan üç gencin Âlem-i Misal’e varmak üzere çıktıkları gizemli bir yolculuğa tanıklık ediyor. Burcu Güven’in büyülü kalemiyle çizilen harita rüya içre rüyalara, İstanbul içre İstanbul’lara götürüyor okurunu. Sıra dışı bir kitap bu. Sıra dışı bir kurgu. Sıra dışı bir yolculuğa kendini hazır hissedenler için.
“Gülüp durma!” diye uyardı kadın. Sesi keskin ve soğuktu; bir tehlikeyi fısıldar gibi ürkütücü. Evin içindeki her şeyi kesti buyruğuyla. Kuşun ötüşünü, sokaktan yükselen kornaları, mobilyaların güneşte çatırdamalarını. Başını çevirip kızının gözlerinde sönen sevinci görünce ileri gittiğini düşünerek cümleyi yeniden kurdu: “Gülüp durma yoksa büyüyemezsin.”
Fantastik Şeyler’ le öykü yolculuğunun yedinci istasyonunda Naime Erkovan. Her durakta yeni boyutlar katarak bir kez daha yükseltiyor çıtasını kurgunun. Fantastik bir damarda atıyor yine Türk edebiyatının nabzı.
Internet Explorer tarayıcısının 9.0 ve daha eski sürümlerini desteklememekteyiz. Web sitemizi doğru görüntüleyebilmek için tarayıcınızı güncelleyebilirsiniz, güncelleyemiyorsanız başka bir tarayıcıyı ücretsiz yükleyebilirsiniz.