Başka hiçbir yazar benim üzerimde böylesi bir etki uyandıramadı; Wolfe örneğinin bana kattığı esas nitelik cüretkâr olmaktı: sonrasında ise bir olasılık duygusu, hayatın karşıma çıkardığı, özellikle de rastlantı sonucu gelen durumlar içerisinde ruhani bir macera. Artık tutukluğa ve geri kalmaya gerek yoktu; asla gerek kalmamıştı. Orada olanla, kendimi nerede bulursam o an etrafımdakilerle yetinecektim; onun peşine düşecek, sonuna kadar gidecektim.James Dickey
Bu kadar muzaffer bir güven anında, içimdeki bu duygu ile, artık herhangi bir insanı olduğu kadar yalnızlığı da tanıdığımı ve şimdi onu hakkında, sanki kardeşimmiş gibi yazacağımı iddia ediyorum. Onu, sizin için gerçek o kadar gerçekçi betimleyeceğim ki, okuyan hiç kimse yalnızlığın vahşi simasından şüphe etmeyecek.Tanrı’nın Yalnız Adamı-Yalnızlığın Anatomisi-
Tolstoy’un, yaşamının son dönemecinde, 20. yüzyılda yazdığı hikâyeleri iki kitapta derlemeye karar verdik. Bunların bir kısmı Türkçede ilk defa yayınlanıyor. Elinizdeki, ilk kitap. Artık ihtiyar bir adam olan, yeni bir Hıristiyanlığın havariliğine soyunup kiliseden aforoz edilen büyük yazarın bu iki kitapta bulacağınız hikâyelerinin tümü de sizi kapıverecek; ama ben burada onlardan birine, “Tanrısal Olan ve İnsani Olan”a dikkat çekmek istiyorum. Yaşınız, hayat tecrübeleriniz ne olursa olsun, şüphesiz, diğer hikâyeler gibi bu da kanatlandıracak zihninizi ve Tolstoy’un tartıştırmak istediklerini tartışırken bulacaksınız kendinizi; ama içinizden kimileri, sadece tartışmakla kalmayacak: bu hikâyede kendini bulacak, loş ve rutubetli hücrelerdeki yalnızlığını, hayatla bağının bir pamuk ipliğinden daha zayıf olduğunu hissettiği anları hatırlayacak, yitip giden dostları düşecek aklına, onların her birinde bir Svetlogub, bir Mejenetskiy bulacak ve şaşıracak: yüzyıldan fazla geçmiş ya üzerinden, nasıl oldu da beni, benim dostlarımı, onların yitişini böyle sarsıcı, sancılı anlattı Tolstoy? Nasıl bir peygamber öngörüsüdür bu ve belki de daha önemlisi, neden aynı yok oluşlar tekrarlanıp duruyor şu yeryüzünde? HY
Follow-up to Highest Mountain, Deepest Ocean, this time exploring extraordinary comparisons in the human and natural world.
Have you ever wondered how a dinosaur would measure up against the Great Pyramids of Giza, if a hummingbird could outfly a jet plane, or how many atoms could fit inside a grain of sand? These are just some of the questions explored in this extraordinary book of comparisons.
Detailed images drawn to scale, informative text and unexpected visual analogies will help the reader to comprehend just how fast, how strong, how small and how big things really are. With stunning Victorian-style artwork by award-winning illustrator Page Tsou, this visual feast of a compendium will surprise and delight inquisitive minds in equal measure.
Extraordinary natural wonders depicted in detailed illustrations and plentiful facts.
Do you know how tall the tallest mountain on Earth is? Or how deep the deepest ocean goes? Do you know which creature was the largest to ever live? Or how old the oldest tree is?
Learn all this and more in this exquisite book of comparisons. Page Tsou's extraordinarily detailed illustrations have a lithograph aesthetic that is at once vintage and contemporary.
H.P. Lovecraft’ın “tüm zamanların en tuhaf öyküsü” olarak nitelendirdiği Söğütler ürpertici, doğaüstü gotik anlatımı psikolojik korku öğeleriyle birleştiriyor.
İki arkadaş, Tuna Nehri’nde kanolarıyla seyahat etmektedir. Bu tekinsiz nehirde ilerlerken, havadaki tehdit edici rüzgar içlerini ürpertir. Sanki kendi iradeleriyle hareket ediyor gibi görünen söğüt ağaçlarında bir uğursuzluk, insanı rahatsız eden tuhaf bir his vardır. İnsanlardan uzak, doğayla iç içe oldukları bu yerde huzur bulmaları gerekirken, içlerine işleyen bir ıssızlık duygusuna kapılırlar.
İnsanlığa karşı ya kayıtsız ya da öfkeli habis bir atmosfer; beklentilere meydan okuyan bir doğaüstücülük; insanın önemsizliğini vurgulayan bir felsefe; gerçekliğin şüpheli olduğu, mantığın değersiz kılındığı, korkunun ise en ilkel haline büründüğü bir evren -Algernon Blackwood’un korku evreni.
Scott Fitzgerald henüz genç ve tanınmamış bir yazarken, Pulitzer ödüllü Willa Cather’ın bu romanından ilham alarak Muhteşem Gatsby’i kaleme almış ve Cather’a hayranlığını dile getiren bir mektup yazmıştı. Mektubuna şu satırlarla başladı: “Sizin en büyük hayranınız olarak, birtakım şüpheli kişilerin dikkatinizi celbedeceği üzere, sizden aşırdığım bazı satırların açıklamasını yapmak istiyorum.” Ancak kendi satırlarının Willa Cather’ınki kadar “berrak, güzel veya etkileyici olmadığı”nı belirterek mektubuna devam edecekti.
Genç bir kadın olan Marian Forrester, güzelliği ve nezaketiyle yalnızca kendisinden daha yaşlı olan kocasını değil, bu küçük kasabadaki herkesi büyülemektedir; özellikle de ergenlik çağındaki Neil Herbert’i. Ona hayranlık duyan Neil için Marian Forrester güzellik, zarafet ve erdemliliğin vücut bulmuş halidir.
Ancak kocasının ölümünden sonra, herkesten sakladığı sırrı ortaya çıkan Marian’ın göründüğü gibi biri olmadığı anlaşılır. Artık sevdiği ve kendisini seven herkesi kaybetmeye mahkumdur.
Milyarlarca insanın yaşadığı bu evrende hep beraber olsak da ve neredeyse insan sayısı kadar fiziksel fark, karakter ve mizaç farkları bulunsa da insanın varoluş mücadelesi en temel mücadelesi aslında.
Evrenden kendi hayatımıza doğru baktığımızda çıkmazlar, kayıplar, acılar, sahip olunamayanlar, tutunma çabaları ve hastalıklar hep aynı. Yalnızlık insana görmenin, bilmenin, bulmanın yollarını açsa da yanıbaşımızdaki bir sesin bize nefes olması aynı.
Hikâyeler’de satır aralarında pek çok soru ve cevabı gizli. Dayatılanlar mı, bizim kendi irademizle istediklerimiz mi? Kimine göre küçük kimine göre kocaman bir sorunun farklı zihinlerde çarpışması ile gözümüzde büyüyen çıkmazların aslında yanı başımızda olan yolları... Umutsuzluğun karşısındaki umut! Ölümün karşısında yaşam!
Kıyıda kalmış ama daha çok kıyıda hissetmiş yaşamların gerçekleri, bazen gölgeleri, ölü bedenleri, tekrar dirilişleri var her bir karakterde, bu Hikâyeler’de.
Küçük bir kız, büyük büyükannesinden yadigâr kalan bir kaşıkla ne yapmalı sizce?
Onun hatırasını yaşatmak için kaşığı günlükhayatında kullanmalı mı, yoksa bir çekmecedesonsuza dek saklamalı mı?
O kaşık, büyük bir sorunun peşine takılan küçük bir kızın hikâyesini anlatıyor.
Peki, sizce hatıralar nasıl yaşar?
The White Ravens ödüllü Arjantinli yazar Sandra Siemens’in kaleme aldığı, Bea Lozano’nun resimlediği “O kaşık”, küçük bir kıza büyük büyükannesinden yadigâr kalan bir kaşık üzerinden “Sevdiklerimizin anısını taşıyan eşyaları kullanmadan saklamak mı daha doğrudur, yoksa kullandıkça mı onların anılarını yaşatabiliriz?” sorusunu soruyor.
Anders Thrue Djurslev’in sunumu, Ferdi Çetin’in incelemesi ve Christian Lollike ile yapılan söyleşiyle “İşaretler, her yerde ve herkes tarafından görülebilir: Mevsiminden önce açan her çiçek ve bitki, aşırı sıcak olan her yaz günü, karsız ve donsuz her kış günü, her sel... Hepsi gelmekte olan büyük cezanın, yani ‘EKOKALİPS’in işaretleridir.
Dünyada memeliler ve kuşlar dışında bir türün daha yüksek zekalı olduğu genelde gözden kaçıyor: Kafadanbacaklılar, yani ahtapot, mürekkepbalığı ve kalamar. İnsanları tanıyabilen, su püskürterek ampulleri söndürüp giderleri tıkayabilen ve firar edebilen bu yetkin canlılar evrim ağacında neden bizden bu kadar uzakta?
Arrival (Geliş) filminde uzaylıların ahtapot görünümünde olması bir tesadüf mü?
Bilim felsefesi alanında çalışmalarıyla tanınan Peter Godfrey-Smith Başka Zihinler’de bizi kafadanbacaklıların ilginç dünyasına götürüyor ve bu zeki hayvanları, özellikle de ahtapotları yakından tanımamıza yardımcı oluyor.
“Kafadanbacaklılarla duyarlı varlıklar olarak iletişim kurabiliyorsak, bunun nedeni paylaştığımız geçmiş ve akrabalık değil, evrimin zihinleri iki kere inşa etmiş olmasıdır. Muhtemelen, zeka sahibi bir uzaylıyla karşılaşmaya da en çok bu kadar yaklaşabileceğiz” diyen yazar kitabında, bu karşılaşmadan ne öğrenebileceğimizi sorguluyor. Bu, çoğunlukla denizde hayvanların ilk ortaya çıktığı yerde geçen bir hikaye…
Tutkulu bir bilim insanının hem kendi dalış tecrübelerini hem de meslektaşlarının kafadanbacaklılar üzerine yürüttüğü en son bilimsel araştırmaları cömertçe bizimle paylaştığı bir hikaye…
İyice karanlık çöktüğünde beklediği saat gelmemesine rağmen gene de bakmak istedi. El fenerini yakıp, içeriden yastığın altından dürbünü alarak geldi. Onu Kadıköy Pasajı’ndaki askeri malzeme satan dükkânların birinden, sustalı çakı almaya gittiğinde almıştı. Sırf Boğaz’ın öte yakasını yakından görmek için edinmişti. Karşıda, Ortaköy’den başlayıp Kuruçeşme, Arnavutköy ve Bebek semtleri net görüş alanı içindeydi. Boğaz’ın bu yakası ve öte yakası tek şehir ama iki kıtadır. O Asya’da, karşı taraf ise Avrupa’da sayıldığından, dolayısıyla dürbünle gece gündüz Avrupa’yı seyretmiş olacaktı... Recep Meşe, Öte Yaka adlı ilk hikâye kitabında okuru, bir hayalin peşinden sürüklemiyor, her şeyi büsbütün gerçekliğiyle gösterip akıp giden bir hayatın içine bırakıyor.
Yorgunum üstadım. Sadece yorgunum. Taştan uçurtmalar, kayadan balonlar tutuşturdular ellerime. Nasıl havalandırayım ben bunları? Bir de savaşlar var üstadım. Kör bıçaklarla katlediyorlar insanları. Oysa ölümün bile bir adabı vardır üstadım. Savaşın da bir adabı vardır. Ölen niçin öldüğünü bilir, öldüren niçin öldürdüğünü… Kimsenin bir şey bildiği yok üstadım. Tüm bunları bilmek ve bu acılarla yaşamak tahammül edilemez bir raddeye geldi efendim. Başımı yerden kaldırmaya korkuyorum. Düşlerini kara kutulara hapsetmiş insanlık. Beyazı yalnızca umutlarını defnederken kullanıyorlar. Oysa beyaz; temizliği, saflığı, güzelliği temsil ederdi. Beyaz, umuttu… Ölüyorum üstadım. Can çekişerek, her nefesimde en küçük zerrele- rime ayrılarak ölüyorum. Yaşayarak her gün ölüyorum efendim.
Kahramanımız Saffet, hemen hemen hepimizin çocukluk, öğrencilik ve gençliğe ilk adım attığımız yıllarda yaşadığımız duyguları, davranışları, karşı çıkışları, hayalleri, beklentileri eğlenceli bir üslupla gözler önüne seriyor. Aynı anda hem çocuk hem de yetişkin bir birey gözünden hayata bakış açısı geliştiriyor. Her çocuk gibi hatalar yapıyor, kafasına fil düştükten sonra yavaş yavaş hatalarını fark etmeye başlıyor ve hepsinden öte hatalarından ders çıkarmayı başarabiliyor. Bu yönüyle Saffet, çocuklar kadar yetişkinlere de hitap ediyor. Çünkü her büyüğün yüreğinde büyütmek istemediği çocuk ruhunun saklı olduğunu, çocukluk günlerine özlem duyduğunu gayet iyi biliyor.Saffet sizinle tanışmayı çok istiyor. Onu tanıyınca çok seveceğinizden eminiz.
Yirmidört Saat: Mayıs sineği için koskoca bir ömür, tüp süngerinin ikibin yıllık yaşamından kısacık bir an, dünyanın kendi ekseni etrafında attığı koca bir tur. Bizler için ise belki mutluluğa uzanan bir el, belki zorluklara karşı mücadele azmi, belki başarıya atılan ilk adım, belki sır dolu bilgileri öğrenmenin bir başlangıcı. Kim bilir belki de hayat sahnesindeki rollerimizi ve hedeflerimizi değiştirebilecek bir öykü.Özellikle gençliğe ilk adımını atmış çocuklarımız ile gençliğinin tüm güzelliklerini doya doya yaşamakta olan okurlarımızın Mesut ile Salih öğretmenin ayak izlerini takip ederek, zorluklara karşı mücadele azmini, öğrenmenin ilginç sırlarını, yaşama sevincini, her şeye rağmen mutlu olabilmeyi, kendi kapasite ve yeteneklerini tanımayı, dahası 24 saatte nelerin değişebileceğini öğrenebileceklerini düşünüyoruz.Yirmidört Saat'te sürükleyici, heyecanlı ve erdem yüklü, ilginç bir iç yolculuk öyküsü sizlere bekliyor...
Köyün deruni yaşantısına, fısıldaşan sessizliğine, kımıl kımıl akan zamana, miskin bir kedi misali ağırdan alan hayatına alışan ninem, masallarda karşılaştığı musibetlere benzer bir ürpertiyle süzüyordu bizi. Ninem ki anlatılarında yiğitleri uzaydaki denizlerden yılkı atlarıyla geçiren, dünyanın hükümranlığını ağustos böceklerine veren, kelebeklerin ömrünün kaplumbağalardan uzun olduğuna inandıran, tanısaydı Trier’in de ruhsal yarılmalarına anlatacaklarıyla son verebilecek olan biriydi. Velhasıl-ı kelam ahir ömründe binbir mucizeyi kelimeleriyle süsleyip destanlaştıran o ümmi kadın yaşantımıza bir felaketi seyredercesine bakıyordu.
1948 Yılında Erzurum/ Olur ilçesinde doğan yazar, ilk ve orta sanat okulunu Erzurum merkezde okumuştur.
Lise eğitimini (o günkü adıyla Sanat Enstitüsü) yatılı olarak İz-mir / Tire’de okuyan yazar, 1971 yılında Ankara Teknik Yüksek Öğretmen Okulunu bitirerek Bayburt Sanat Enstitüsünde meslek öğretmeni olarak göreve başlamıştır.
Sonraki yıllarda Meslek Lisesi Müdürü olarak Konya/Seydişe-hir, Çanakkale Merkez, Ankara Balgat, Van Merkez ve An-kara/Etimesgut Şaşmazda çalışmıştır.
Yazarın, öğretmenlik –yöneticilik döneminde sosyal etkinlik-lerde rehberlik yapmış, tiyatro oyunlar yazmış, sahnelemiştir.
Öğrencilik döneminden başlayarak yaşamını kaleme aldığı ba-sılı eserlerinin yanı sıra basıma hazır eserleri de bulunmaktadır. Özkaya, “Yeşil Tire Diye Diye Düştük Yollara”, “Adına Tür-küler Düzülmüş Bir Kasabaydı Benim İlk Gözağrım”, “Bozkırın Donkişotu” gibi basılı otobiyoğrafik eserlerinin yanı sıra “Dünden Bugüne Ahilik” adlı araştırma çalışması kitap olarak Çırak Eğitim Vakfınca basılmıştır.
Yazar, mesleki eğitimin dünü, bugünü ve Türkiye’de Ermeni-Sorunu konusunda araştırma çalışmalarını sürdürmektedir..
Dün. Evet dün akşamüzeri, ta “payitaht” diye anıldığı senelerde geldiğim bu güzel şehirdekison evimde, yüz otuz yaşıma girmeme bir ay kalmışken, az daha kırılıyordum. Evin kızlarından Ayşe, beni göğsüne bastırıp “şu tabağın dili olsa da anlatsa” dediğinde, vallahi oracıkta orta yerimden çat diye çatlayacaktım. Yok ama kabahat bende! Neden sustuysam bunca zaman?Yaylaya gel Ağrı dağı.
“Hatice Hanım, hayli genç yaşta dul kalmış varlıklı bir hanımcağızdı. On üç yaşında iken altmış altı yaşında bir adamla evlendiği için “izdivaç” denen şeyden nefret etmişti. İşte hemen hemen on sene vardı ki, erkeğin hayali zihnine, romatizma, balgam, pamuk, vantuz, tentürdiyot yığınlarından yapılmış pis, abus, lanet bir heyula şeklinde gelirdi.
“Gençler başkadır!” diyenlere,
– Aman aman! Onlar da bir gün olup ihtiyarlamazlar mı? Sonra dertlerini kim çeker? diye haykırırdı.”
“Ben daima ıstırap içinde yaşayan bir adamım! Bu azap adeta kendimi bildiğim anda başladı. Belki daha dört yaşında yoktum. Ondan sonra yaptığım değil, hatta düşündüğüm fenalıkların bile vicdanımda tutuşturduğu nihayetsiz cehennem azapları içinde hala kıvranıyorum. Beni üzen şeylerin hiçbirini unutmadım. Hatıram sanki yalnız elem için yapılmış.
Evet, acaba dört yaşında var mıydım? Ondan evvel hiçbir şey bilmiyorum. Şuur, başımıza nasıl yakmayan bir yıldırım gibi düşer. Tolstoy, daha dokuz aylık bir çocukken kendisinin banyoya sokulduğunu hatırlıyor. İlk duygusu bir haz! Benimki müthiş bir ıstırap ile başladı. Ben ilk defa kendimi Şirket vapurunda hatırlıyorum.”
On altı yaşındayken babasının ölümünün ardından anasını bırakıp çalışmak için gurbete çıkan genç bir delikanlı var.
İstanbul’da, zor şartlarda geçirdiği günleri var. Sırtında ekmek küfesini taşıdığı yılları, otelde paspas yapıp müşterilerinin bavullarını üst kata çıkardığı yılları var. O çantanın içinde askerlik anıları var. Saatlerce askerlik anısı anlatmaya yetecek tek kare bir fotoğrafı var. Melek’le evliliği var, çocukları var. Sirkeci garından başlayan ve Münih garında biten tren yolculuğu var. Gurbete olduğu için anasının cenazesine yetişemeyen birinin pişmanlığı var. Bir fabrikada, aynı makinanın başında geçen on sekiz yılı var. Ulaşamadığı hayalleri var. Üzüntüleri, kederleri, sevinçleri, mutlulukları var. Kısacası o küçücük çantanın içinde hayatın, hayatımın kendisi var.
Kaşağı İlk Namaz İlk Cinayet Ant Primo Türk Çocuğu Nasıl Doğdu? Primo Türk Çocuğu Nasıl Öldü?
Hikâyeler
Aydan Yıldız Güneş
Bu öyle bir aşk hikâyesi ki, bir kuşun dostluğuyla başlayıp, Âşık'ın yüreğini umutla dolduran sonra da ümitsizlik içinde, ateşlerde yanışını anlatır. Herkesin kendinden bir parça bulacağı gerçek bir aşk hiķâyesidir.
Âşık'ın içini yakıp kavuran aşkı için; senelerce sabırla, ümitle, beklediği, verilen sözlerin koca bir yalan olduğunu ve Âşık'ı perişan edip, ateşlerde yanışına sebep oluşunu anlatır. Bu öyle bir aşk ki, Maşuk'una sevda şiirleriyle, rüyalarıyla, isyanlarıyla, feryatlarıyla kendini ifade ettiği halde duyuramayıp, kendi kendine kahroluşunu anlatır.
Bu öyle bir aşk ki; heyecan, ihanet, yalan, dram, entrika, takip, esrarengiz, büyülü olaylarla ölüm pahasına, yıkılmadan aşkına sahip çıkan fedakâr bir Âşık... Heyecan dolu aksiyon dolu bu hikâyede Leyla misali ateşlerde yanıp kavrulan sonrada Mevlâ’ya tutunmaya çalışan bir Âşık'ı bulacaksınız.
Senelerce uğruna yandığı aşkın esaretinden kurtulup göğüs kafesini parçalarcasına uçup giden, aşkından azat olup tüm sevdasını bir kuşun kanatlarına bırakıp esaretten kurtuluşunu bulacaksınız.
Memleketini görmek için Arhavi’ye, Nana’sının yanına giden Laz kızı Şanu, kendini doğanın ve kültürün katledilişini gözler önüne seren olayların içinde bulur. Bir zamanlar derelerin özgürce aktığı, ormanların sayısız canlıya yuva olduğu, birbirinden güzel evlerle çevrili Arhavi’nin değişimi, Şanu’nun kayboluş yolculuğuyla hayat bulur.
Bir çocuğun kökleriyle, doğayla ve Arhavi’yle derin bağlarını keşfettiği, fantastik ögelerle renklenen bu çarpıcı öykü, sadece genç okurların değil, her yaştan okurun zihninde yer edecek.
vi İlyadis, öncelikle insan sevgisi ile dopdolu, hümanist bir insan. İkincisi; pek de genç sayılmayacakyaşına rağmen, doğuştan gelen yeteneği, güçlü hafızası, iyi gözlemleri ve yaşadıklarını samimi anlatımıyla ortaya lezzetli, bir solukta okunacak bir kitap çıkardı. Üçüncüsü; kırk yıldır Atina’da yaşamasına rağmen hâlâ Türk vatandaşı olan, Türkiye’yi, İstanbul’u ve anılarını çok sevenaltın kalpli ve vefalı bir hemşerimiz. Zaten bunu, kitabı okurken satır aralarında buram buram hissedeceksiniz. Uzaktaki Yakın: İstanbul, aslında Rum kökenli, Türk kökenli, Ermeni kökenli de doğsak fark etmeksizin, bu topraklardaki bin yıllık kardeşlik hikâyemiz bizim. Destansı kardeşlik türkümüz. İvi Hanım bunu anlatıyor, bunu hatırlatıyor en çok. İvi iyi de anlatıyor. Bize de okuması düşüyor. Buyurun efendim.Fahri Tuna
Gürsel Koyuncu, Köşe Taşlarım adlı öykü kitabı ve Yüreğime Sarıl adlı şiir kitaplarından sonra, insanlığın günümüzdeki en büyük sıkıntılarından olan “göç” olayına yakın tarihimizdeki bir gerçeklikten yola çıkan anı öykülerini sunuyor. Komşusu Didar Tucan’dan dedelerinin yüz yıl önceki yaşamlarından başlayarak Kosova’dan İstanbul’a uzanan kendi yaşam yolculuğunu dinleyen Koyuncu, bunları yazmanın boynuna borç olduğunu düşünmüş. Ömürlerini savaşlarla, göçlerle, direnişlerle, katliamlarla iç içe yaşayan kuşakların Balkan Savaşlarından dünya savaşlarına, Yugoslavya’nın dağılışına uzanan ve sonunda ülkemizde süren yaşamlarının serüvenine ve çeşitli an’larına uzanan anı-öyküsü Didar/ Kosova’dan İstanbul’a’da, bir insanlık dramına tutulan ışığı duyumsayacaksınız.ÖNER YAĞCI
Doktorlar, öğretmenler, mucitler, sporcular, yazarlar, savaş kahramanları, bilim insanları…
Aralarında Müzeyyen Senar, Nene Hatun, Ayşen Gruda, Leylâ Erbil, Ümmiye Koçak, Canan Dağdeviren gibi isimlerin de olduğu, Türkiye’nin her yerinden, her köşesinden yüz olağanüstü kadın. Kimi toplumsal önyargıları yıkmış, kimi fiziksel engellerin üstesinden gelmiş, birbirinden zeki, birbirinden başarılı kadınlar. Bazıları geçmişin tozlu sayfaları arasından çıkıp geldi, bazıları daha kendi tarihlerini yazmaya yeni başladı. Ortak noktaları belli: Hepsi hayal etti, çalıştı, ne olursa olsun pes etmedi ve başardı.
Onlarca dile çevrilen ilk iki kitabıyla çok satanlar listelerinden inmeyen, kadın erkek her yaştan insanın baş ucunda kendine yer bulan Asi Kızlara Uykudan Önce Hikâyeler, bu defa Türkiye’den hikâyelerle, farklı mesleklerden ve farklı yaşlarda kadınların başarı öyküleriyle ilham vermeye hazırlanıyor!
Hayaller ve düş kırıklıkları arasında sıkışmış, yaşadığı tuhaflıklara alışkın, çaresiz kalmış, bir derdine derman arayan insan tipleri. Günlük yaşamın içinde erip giden tiplere, kendi zamanını kaybetmişlere ve anının farkında olanların hikâye edilişine açılan öyküler… Ömer Can Coşkun bu ikinci kitabında “Dünyanın Dönüş Hızına” karılmış olanların hikâyelerinin izlerini sürmeye devam ediyor.
Başımı göğe kaldırıyorum, Şimal Yıldızı’nı arıyor gözlerim. O kayıp.Bense birilerinin giderken ardında bıraktığı çığlık gibi hayattayım.Romanlarıyla okuru renkli yolculuklara çıkaran Nermin Yıldırım,bu defa el ele tutuşan öykülerden oluşan büyüleyici bir dünyakuruyor. Çocukluk düşleri, gençlik hevesleri, ihtiyarlık özlemleri,gidenler, kalanlar, bekleyenler, arayanlar, en karanlık dehlizlerdebile bir umut ışığı bulanlar, düşmemek için birbirine tutunanlar,her şeye rağmen hayata inananlar, bu buruk ama görkemlişölende bir araya geliyor.Bavula Sığmayan görünenin ötesine geçip insana ve yaşadıklarımızafarklı perspektiflerden bakmamızı sağlayan geniş bir panoramasunuyor bizlere. Nermin Yıldırım’ın duyarlı bakışı, etkileyici diliyledokuduğu derinlikli hikâyeler, yüreklere dokunurken, tekrar tekrarokuma isteği yaratacak, uzun süre hafızalardan çıkmayacak.
Bu öyküler, uzun süredir içimde gezinip duran bir dizi duyum, aktarım ve yaşantının düşünce, kurgu ve betimlemelerle katıştırılıp harmanlanması, iddiasız bir öykü üslubuna dönüştürülme çabasının bir ürünüdür.
Bu kitap benim öykü alanında yaptığım ilk çalışma. Bir şeyin ilki ait olduğu kişiye hem heyecan verir hem sevimli gelir hem birçok kusur ve yetersizlikten beriymiş izlenimi verir.
Bizce büyük gayret ve çabalarla kaleme alınmaya çalışılan bu öyküler; sizce mantıki tutarlılık, inandırıcılık, gerçekçilik gibi edebî ölçütler yönüyle yetersiz görülebilir.
Bu nedenle on beş adet öyküden meydana gelen, bin bir emek ve özenle büyütülen bu edebî meyvelerin, tarafınızca ham bulunup bir kenara atılması da olgun bulunup iyice tadına varılması da kabulümüz.
Galip Şefahet, İkinci Karabağ Savaşından sekiz ay önce yayımlanan bu eserinde, anlatacağı herbaşlığa rüştünü ispat etmiş bir yönetmenin ustalığıyla odaklanıyor. Ana hikâyede Haykanuş ile İsmail’inaşkına, yan kurguda ise kadim Azerbaycan toprağı olan Hankendi’nden Erivan’a giden iki askerinsohbetine tanık oluyoruz. Kitapta yaşananlar doksanlarda geçse de ellili yıllara geri dönüş yaparak iki millet ve üç kuşağınzihniyeti konuşturuluyor. Çokça gerilerek de olsa sanat ve edebiyatı iliklerinize kadar hissedeceğiniz bu yapıtta, Haykanuş’unkendi isteğiyle Cenneti terk etmesi; Ermenilerin ağzından anlatılan tüm olaylara müellifi tarafındanbağımsız yaklaşıldığını ispat ediyor. Küçük bir yamacın kenarındaki izbe evde yaşayan, bir ayağı çukurda olan Haykanuş ile bu evinyakınındaki yoldan geçerek ceset taşıyan askeri kamyonun şoförü Horen’i okuduğunuzda, tüm hikâyeleribirbirine bağlayan unsurları çözecek, bu manada gerçeklikle burun buruna geleceksiniz.
Musayeva, öykülerini samimilik ve dürüstlük temelinde adeta hatırat kaleme alır gibi aksettiriyor okura. Yalın ve olduğu gibi betimlediği anlatılarının ayrıntılarında bizleri yormuyor. Çoğunlukla insan zihniyetinin nesneyle olan ilişkisini irdeliyor. Bu manada onun hikâyelerini okurken bir “Yaşam telaşına” ortak oluyoruz. Kimi zaman yıllar öncesine dayanan bir savaş sahnesini yalnız birkaç satırda tüm etkisiyle okuyabiliyor kimi zaman ise hüzne gark olmayı istemesek de öykünün bitişini şaşkınlıkla karşılayabiliyoruz
Elinizdeki eserde Çehov ve Maupassant tarzı öykülerle karşılaşacağınız gibi bir de fabl yer almaktadır. Mecik Böcek’in fantastik dünyasını da buna dâhil edebiliriz. Ayrıca yer yer realist, romantik, spritüalist ve epik yaklaşımlarla karşılaşacağınız gibi yer yer teatral imgelerle bezenmiş hikâyelerde mevcut. Çağdaş temalarla seçilen öykülerden bir araya gelmiş özgün bir eser olarak; yirmi iki güzel öyküyü siz değerli okurların, eleştirmenlerin görüş ve beğenilerine sunuyoruz.
“Azerbaycan Edebiyatının Dostu” olarak tanınan Abdülkadir Özkan’ın, Azerbaycan diliyle alakalı son zamanlarda yayınlanan birçok eserde imzası bulunmaktadır. Modern hikâyecilerden Galip Şefahet, Aslan Kuliyev, Elabbas Bağirov ve Eyvaz Zeynalov gibi ünlü edebiyatçıların eserlerini dilimize kazandırmıştır. Folklorik alanda çalışan sanatçı “Elbistan Masalları” adlı eseri derledikten sonra uzun hikâyelere geçişindeki bu ara dönem çalışmasıyla yeniden okurlarıyla buluşmakta…
Azerbaycan, İran ve Türkiye’de çağdaş öykücüler arasında adından övgüyle bahsedilen Şefahet’in bu eserinde şovenizmin kokusunu dahi almadan realist bir dille hikâye edilen konuları bütün çıplaklığıyla okumaya hazır olun. Ölümle Yüz Yüze’de, şair kimliğine de sahip olmanın üstünlüğünden yararlanarak sözcük ve tümcelere tam manasıyla hükmeden yazarla sofistike kapıları aralayacaksınız. Kimi zaman yetmişlik bir ninenin aşkına kimi zaman Avrupai zihniyetin özenti tutkusuna kimi zaman ezilen bir köylünün vakarına ve kimi zaman bir şehit karısının duygularına tanıklık edeceğiz .
İbrahim Varelci’nin ilk öykü kitabı yazarın uzun zamandır edebiyata verdiği emeğin ve çalışmaların ilk meyvesi.
İbrahim Varelci, hayatın keşmekeşindeki insanların bireysel farkındalıklarına, hayatın olağan çelişkilerine ve inanışın doğasına dair okuru içsel bir yolculuğa çıkarıyor.
‘’Anne’’lik temalı öykülerinden oluşan bu kitap, annelik ve annelik olgusuna dair çok çeşitli ve zengin bir bakış açısı getiriyor. Öykülerin insana yakınlığı için şu benzetmeyi yapabiliriz. Okuyucuyu; bir tanrı misafiri gibi bir sofraya, sıcak bir tas çorba içmeye buyur ediyor. Editörlüğünü Zeynep Kahraman Füzün’ün yaptığı bu kitap yine Füzün’ün yürüttüğü atölye çalışmalarına katılan genç kalemlerden çıkmıştır.
Kitabın girişinde şu soru cümlesi sizi karşılayacak: “Kızımı gördünüz mü? Kırmızı bir atkısı vardı.”
Komedi üretmenin, tragedya üretmekten daha zor olduğunu düşünüyorum. Herkesin görmediğini görmek, duymadığını duymak, olaylara ve insanlara farklı açılardan bakabilmek; yaşam biçimi haline gelen, gözlem ve birikimi gerektirir. Özlem Barlok’un hikayelerinde bu özel likleri fazlasıyla gördüm. Yaşam içindeki TİPİK olanı, KOMİK olanı akıcı bir anlatımla bulup çıkarmış. Dağarcığında; henüz bilmediğimiz, pek çok hikaye olduğunu tahmin ediyorum ve yenilerini merakla bekliyorum. Yazarlık alanında başarılarının devamını diliyorum. Çetin BÜYÜKAKINSenarist – Yazar I believe that creating a comedy is more difficult than creating a tragedy. To be able to see what others cannot, hear what others cannot, see events and people through a different perspective; these require observation and know-how which have become a life style. Özlem Barlok’s stories extensively incorporate such qualities. She has managed to unearth the STEREOTYPICAL and the FUNNY, using a fluid narration. I am certain that she has many stories in her stash we do not yet know of, which I eagerly look forward to reading. I wish her long-term success in writing. Çetin BÜYÜKAKINScenarist - Writer
Biliyoruz ki hepimizin bir öyküsü var.
Gerek yaşanmışlıklarımızdan gerekse yaşanamamışlıklarımızdan, gerek umutlarımızdan gerekse pişmanlıklarımızdan, gerek mutluluklarımızdan gerekse korkularımızdan izler taşıyan öyküler… Elinizde bulunan bu kitapta da birbirinden farklı duyguları barındıran dokuz öykü bulunuyor. Her yaşamın biricik olduğu gibi her öykü de o biricik yaşamları temsil ediyor. Okurken hayat öykünüze yön verebilecek ibretlik hikâyelere de rastlayacaksınız.
Mary King Çıkmazı
Deniz Özbeyli öykülerini insanın ortak kaderi üzerine kurguluyor: “Bir açıdan bakıldığında, istisnasız tüm insanlar, o kadar kırılgan, öyle uçup gidici -ölümü bir kez daha düşününce- öylesi- ne acınası haldedir ki! Tuhaftır, yine aynı insan, nasıl da son derece acımasız, inanılmaz biçimlerde gaddar olabilmektedir! Ah, sevgili okur, o ürktüğün, kendini zavallı hissettiğin haller veyahut aklına gelen, duyduğun, tanık olduğun canice ve acımasızca şeyler ve elbette kendi acımasızlığın, hepsi, işte buradaki öykü karakterlerinin yani diğer insanların da yaşamlarında var. Bunu idrak et! Bir anlam arayışında olan veyahut kendine çekidüzen vermek isteyen için gerekli anahtar, kim bilir, belki de bu idrakte gizlidir. “…Tanrının er geç fikrini değiştirmesini beklemek öyle az buz bir iş de değildi hani. Bütün bir ömür, kendince bir hayat felsefesi, bir bakış açısıydı bunun altında yatan. Aslında, beklemekten ziyade, bir istek, bir umma, kuvvetli bir arzuydu bu. Öyle ya, her şeye kadir olan tanrı isteseydi Hayrettin Bey’in bu arzusunu Derhal yerine getiriverirdi. Bir emre, tanrının tek bir buyruğuna bakardı bu iş; evet, isteği yerine getirilecek ve artık Hayrettin Bey ölmeyecektir...”
Serkan Karadağ öykülerinde insanı, bilinci ile dış dünya arasındaki gerilimli alan üzerine inşa ediyor. Bir arayış-kayboluş sarmalına hapsolan öykü karakterleri kendi zihinleri içinden dallanıp budaklanarak hacim kazanıyor. Rüya gerçekle, seçim kaderle, anlam boşlukla, gelecek geçmişle kapışıp duruyor. Böylece biz görünenin altında usulca akan başka bir yaşamı hissediyor, deyim yerindeyse onun uğultusunu duyuyoruz.
Dünyada gerçekliği su götürmez olan iki olgu vardır: bir, doğmak; iki, ölmek.Ve eğer bu kitabı okuyorsanız muhtemelen ilk maddeyi geride bırakmışsınız demektir.Artık, ölümden daha gerçek bir olgunun başınıza gelmesi imkânsız.Bunlar arasında geçen zamana, hayat; gelişen olaylara ise kader denmekte.Kader…Kimilerine göre güllük gülistanlık bir yoldur.Kimilerine göre ise o yol sadece gülün dikenlerinden oluşmaktadır.Yine de insanların ne olursa olsun gül parçalarına rastlamaları sevindirici.Çünkü bu külfetli, acılı yollarda elbette ki ayaklarımızı ısıran yalnızca gülün dikenleri olmayacaktı.Kaktüs ve deve dikenlerine dokunup çalılıklara karışmak da kaderdendi.
“Bir bıçakla seviştiğin zaman ona seni kestiği için kızamazsın.”
Kaç gündür kafamın içerisinde dönüp duruyor.Bu cümleyi, “La fille sur le pont” filmini izlediğim zaman kurmuştum ilk kez.Ve ilk kez o filmin siyah beyaz dalgasında kırılmış parçalarımı sorgulamıştım tek tek.O filmi izlediğim gün küçük bir kız çocuğu tuttu paltomun ucundan.Gözlerime baktı mercan gözleriyle.“Tutsana bir martının kanadından!”dedi. “Hangi martının?” diye sordum.“işte nah onun!” diye yukarıyı gösterdi.Yukarıda martı falan yoktu.Zaten bu deniz olmayan şehirde ne martısı olacaktı ki?O gün bir kızım olacağına dair bütün inancımı kaybettim.Zaten mercan renginde göz mü olurdu.
« Dışarıdan » Gelen Şey : Zekâ sadece insana ait bir şey mi ? Bununla birlikte Zekânın yalnızca etten kemikten bir bedende var olabileceğini varsaymak gerekli midir ? Böcekleri alıp anatomilerini inceliyorsak bizden daha zeki varlıkların biz insanlara aynı şeyi yapmaması için bir neden yok ? Bir grup bilim insanının « Dışarıdan » Gelen Şey ile amansız mücadelesi.Merkür’deki Büyük Kubbe : Büyük kubbede mahsur kalan Darl, Dünya karakolunu Mars’ın kuş adamına ve cüce uşaklarına karşı yiğitçe savunur.Hiçliğe Tek Yön Bilet : Mono treni, gecenin içindeki bir hayalet gibi ortadan kayboldu. Gerçeği açığa çıkarmak Jaff Blake’e kalmıştı.Doğrudan Bağlantı : Mort ve Mike’a telefondan tuhaf aramalar geliyordu, Ancak bu aramalar santralden değildi ! Kim Hitler ve Mussolini ile görüşmek istiyor ?Robotun İntikamı : Mücizeler Çağı, muhteşem bir intihar ve ölümden muzaffer bir dönüş.
Bu küçük kitapla, Dostoyevski’nin bütün hikâyelerinin çevirisini tamamlamış oluyoruz.Öncekiler gibi Dostoyevski’nin hayatının farklı kesitlerine ait hikâyeler bunlar. Böyle küçük bir kitapla, yazarın fikirlerinin izini takip etmek güçtür elbette, ama gene de okura bir fikir verebilir. İlk hikâye, “Polzunkov” 1848 tarihli. Demek ki Dostoyevski bu sırada henüz 27 yaşında, ama çağının büyük edebiyat eleştirmenlerinin ilgiyle izledikleri, son derece yetenekli bir yazar. Büyük romanları yok henüz, ama benzersiz hikâyeleri ve novellaları var. Ertesi yıl Petropavlovsk hapishanesinde, ilkin verilecek hükmü, sonra da idam cezasının infazını bekleyerek geçecek.
Küçük Kahraman, işte bu günlerin hikâyesi. İnfazı onaylanmış bir adam için şaşılacak derecede hayat dolu bir hikâye bu. Manganın karşısına dikileceği günleri sayarken, kardeşine şu satırları yazabilecek kadar bağlanmış hayata: “Boş yere zaman kaybetmeyeceğim; üç novella ile iki roman düşündüm, birini şimdi yazıyorum.” Şimdi yazıyorum dediği, Küçük Kahraman. “İsa’nın Noel Çamındaki Oğlan,” “Asırlık” ve “Mujik Marey” ölümünden bir yıl önce yazılmış eserler. Bunların üslubunun ve anlatımının daha rafine oluşları dikkatinizi çekecektir. Ortak özellikleri ise, bana sorarsanız, derin bir halk sevgisi. Tanımadığı bir çocuğun, görmediği bir kocakarının, adeta yüzyıllık bir hatıradan çıkagelen bir mujiğin hikâyeleri olmaları sanırım. Acı bir tat bırakacak zihninizde. HY
Gurbetçileri anlatmak için bir dönem Yeşilçam filmleri çekildiyse de düzinelerce kitaplar yazılmadı, belgeseller çekilmedi. Gurbetçiler yapılan bazı araştırmalarda rakam olarak kaldı. Türkiye’ye kazandırdıkları dövizlerle anıldılar. Bazen de nasıl dolandırıldıklarına şahit olduk. Gurbetçilerin hayatlarına dokunan pek fazla bir şey okumadık. Maalesef okuyacak pek fazla kaynak da olmadı.
Yıllar önce Almanya’ya işçi olarak giden Ahmet Şakar, bu eksikliği kapatmayı kendine görev edinmiş. Ahmet Şakar, Türkiye ve Almanya cephesini içeriden bir bakış açısıyla ele alıp filmlerde göremeyeceğimiz, bir yerlerden okuyamayacağımız yaşanmış hayat hikayeleri bu kitapta toplandı.
Ahmet Şakar’ın hikaye dükkanından çıkan sözlü tarih çalışmaları; araştırmacılar, sosyologlar, toplum bilimciler, gazeteciler hatta politikacılar ve devlet adamları için önemli bir kaynak niteliğinde.
Persona - Öznelerarası bir hikâye, Persona adlı seri kitap projesinin ilki. Kitap ilk bakışta belirli kişilerin yaşam hikâyelerine odaklanıyor gibi görünüyor. Oysa daha çok kaybetmekte olduğumuz öznelerarası hikâyelerin peşinden gidiyor. Birinin “kendine ait odasının” nasıl “herkese ait bir oda” hâline geldiğini anlamaya çalışıyor.
Kitapta adından da anlaşılabileceği gibi Persona’lar var. Ankara Persona’ları. Shades Süleyman, Ciğerci Naci, Antikacı Neco, Sahaf ve Çizgi Romancı Ayhan ve Evrim Ataman, “Tavukçu” İsmail, Heykeltraş Metin Yurdanur gibi bir çok Ankara Persona’sı…
Kayahan Kaya’nın nefis çizimleriyle.
Kolay okunur, el altında tutulur; arşivlik bir Ankara kitabı.
Yayımlandığı 1759 yılından itibaren edebiyat dünyasının en iyi hicivlerinden biri olarak gösterilen Candide Yahut İyimserlik, Voltaire’e yalnızca ün kazandırmakla kalmamış, aynı zamanda felsefeyle edebi yazının nasıl bir arada bulunabileceğinin ilk örneklerinden biri olmuştur.
Filozof Pangloss’un “Bu dünyada her şey en iyi halindedir,” düsturunun doğruluğundan emin olmak isteyen Candide’in âşık olduğu Cunégonde’u bulmak için Vestfalya’da başlayan yolculuğu Güney Amerika’da, sonra tekrar Avrupa’da devam eder ve İstanbul’da son bulur. Bu masalsı yolculuk üzerinden acımasızca romantizm, bilim, felsefe ve din eleştirileri yapan Candide, bugün hâlâ Voltaire’in başyapıtı sayılmaktadır.
Taras Bulba is Gogol's longest short story. The work is non-fictional in nature with characters that are not exaggerated or grotesque as was common in Gogol's later work, though his characterizations of Cossacks are said by some scholars to be a bit exaggerated. This story can be understood in the context of the romantic nationalism movement in literature, which developed around a historical ethnic culture which meets the romantic ideal.
Yine bir bağbozumu. Eylülün en güzel zamanları. Güneşin insanları kasıp kavurmadan ısıttığı, rüzgârın ılık ılık estiği bir sonbahar mevsimi. İşçilerin hummalı çalışmalarıyla umutların yeşerip hayallerin gerçekleşmesinin beklendiği bir hasat zamanı. Aygül kasabanın tenha mahallerinden birinde, ahşap tavanın altındaki yatağında, odanın boğucu sıcağına aldırmadan derin bir uykuya dalmıştı. Annesinin sabahın erken saatlerinde düştüğü telaştan habersiz, renkli rüyalar görmekteydi.Uyku mahmuru gözlerini henüz aralanmışken, annesinin peş peşe verdiği talimatların yarısını ancak işitmişti. Hafize sultan kocası hayattayken de böyle emirler yağdırır, bir dediğini iki ettirmezdi. Bunca mum tutturmaya dayanamadı zavallı adam. Bir akşamüstü kalbi duruverdi.
Nuray Süme yaşamın içinden süzülüp gelen öykülerle okurun karşısına çıkıyor. Yazar öyküyü yüksek perdeden; sarsıcı, büyülü atmosferlerle değil hayatın sıradanlığı, nahifliği içinde anlatmayı seviyor. Hikâyeyi umudu yanı başında taşıyan karakterlerle örüyor. Kimi zaman kentli, kimi zaman kasabalı; kadınlar, genç kızlar, meczuplar, yaşlılar, çocuklar. Kalemden yaşam suyunu çeken bunlardan hangisi olursa olsun, ölüme değil varlığa, nefrete değil sevgiye tutunan karakterler oluyor. Yazar kullandığı lirik dil yoluyla da okuru hızlıca metnin içine çekmeyi başarıyor...
Internet Explorer tarayıcısının 9.0 ve daha eski sürümlerini desteklememekteyiz. Web sitemizi doğru görüntüleyebilmek için tarayıcınızı güncelleyebilirsiniz, güncelleyemiyorsanız başka bir tarayıcıyı ücretsiz yükleyebilirsiniz.