Siltana Gulan, ey carîyeya Mesîhî (Xirîstîyan) ya xweşik; a xweşiktirîna ku ji wan keçên bakîre yên Gurcî yên ku ew sebeba hez û xweşîya çavên mêran in. Te, baş pê derxist, texmîna te rast e! Ez, li vî bajarî, xerîb im. Ez di nav van qesran da wenda bûm, min rîya xwe şaş kir û nikarim rîya xana Mexrîbî’yan derxim. Nûra Mihemed dilê te ronî bike! Ji ber vê mêvanperwerîya te ya ku te nîşan da, Mihemed mikafatê bide te înşellah
Jan Valjan’ın tüyler ürperten öyküsü. Yoksulluk sonucu içine düşülen yanlış davranışlar sonunda kürek cezasına mahkûm ediliş. Bu mahkûmiyetin Jan Valjan üzerindeki olumsuz etkileri, cezaevinden çıktıktan sonra Jan Valjan’ın Piskopos Miryel ile tanışması ve aralarındaki ilişkiler. Jan Valjan’ın isim değiştirerek yeni bir hayata atılma çabası karşısında önüne çıkan engeller. Victor Hugo usta kalemiyle bizi insan olmaya, insanca davranmaya ve insana değer vermeye çağırıyor. Sefiller romanıyla kapısını aralamış bizi bekliyor. "On dokuz senedir, ilk defa ağlıyordu!.. Gözyaşları, kalbindeki kini ve hiddeti alıp götürüyordu. Yıllarca, karanlık bir tersane hayatı yaşamış ve gözleri karanlığa alışmış olan bu zavallı adam, Piskopos’un birdenbire gösterdiği ışıktan rahatsız olmuş; gözleri kamaşmıştı... Şimdi bir yol ayrımında bulunuyordu: Ya insanların en iyisi ya da en fenası olacaktı. Bunun ortasını düşünemiyordu. Ya Piskopos’un üzerinde bir veli ya da kürek mahkûmunun altında bir canavar olacaktı... Bunları kendi iradesi ile düşünüyor değildi. Sanki biri kulağına fısıldıyordu. Kaç saat ağladı, ağladıktan sonra ne yaptı, nereye gitti, kimse bilmiyordu. Bilinen bir şey varsa, o da aynı gece saat üç sıralarında, posta arabasının sürücüsü, Piskopos’un evinin önünden geçerken, yabancı bir adamın kapının önüne diz çöktüğünü ve dua eder gibi kendinden geçtiğini görmüştü..."
“Her şeyi kabul ediyorum, hayatım boyunca üstlendiğim bütün rolleri. La Belle Poule’un kapkara güvertesinde çaylak miço, Sivastopol kuşatması sırasında sahneye konan oyunda aktör, Cezayir’de kepaze olmuş bir asker, bir komedyen ve hatta neden olmasın bir soytarı, imparatorluğun mezar kazıcısı, Komün’ün albayı, barikatlarda ölüme terkedilen kişi, hiç desteği olmayan bir sakat, idam mahkumu, Kaledonya sürgünü, kostümsüz tiyatronun yaratıcısı, ucuz lokanta işletmecisi, yayınlarına son verilen bir yığın gazetenin kurucusu, hatip, aslan terbiyecisi, milletvekili adayı, başarısızlığa mahkum bir komisyoncu, sadık bir eş ve candan bir baba, hepsi.”
Didier Daeninckx, Maxime Lisbonne’u (1839-1905) böyle konuşturur. Yazarın çok renkli, Komün barikatlarının kahramanı, tiyatro insanı, devrimci ülkülerle yoğrulmuş, kürek mahkûmu, sömürgeci vahşetin karşısında boyun eğmez bir duruş sergiliyen bu kişilikten büyülendiği anlaşılıyor. Maxime Lisbonne’un yaşamı kahramanca bir öfke ve görkemli başarısızlıklar dizisine sahne oldu. Okurun yüreğine değen, tam bir macera romanı.
İlk baskısı 1869 yılında yapılan Alphonse Daudet’nin "Değirmenimden Mektuplar" adlı kitabı ilk basıldığı yıl okuyucuların dikkatini çekmeyi başaramamış olsa da, bugün, onun en çok bilinen ve okunan eseri olma özelliğini taşıyor. "Değirmenimden Mektuplar"ın lezzeti, Fransa taşrasının tüm özelliklerinin başarıyla yansıtılması ve özgün karakterlerin bu dekora rötuşsuz olarak yerleştirilmiş olmasından kaynaklanmaktadır: Obur köy rahibi, aşık, şair, çoban, yolcu arabasının maceraperesti... Alphonse Daudet kitabı hakkında şöyle diyor: "Kitabımın ilk baskısı 2000 adet yapıldığında, dönemin moda olmuş kitaplarının arasından sıyrılıp satılabilmek için uzun bir süre sırasını bekledi. Aman canım, bundan bana ne yahu! Bu kitap yazdıklarımın arasında benim en çok sevdiğimdir. Şüphesiz ki, edebi açıdan bir şaheser olduğundan değildir bu yorumun; gençliğimin en güzel günlerini, katıla katıla güldüğüm sorumsuz dakikalarımı, pişman olmaksızın geçirdiğim ayyaş saatlerimi, bir daha asla yeniden karşılaşma fırsatını yakalayamayacağım yüzleri, dostlukları bana yeniden ve yeniden hatırlattığı içindir."
Bu, Balzac'ın yazdıkları arasında en beğenediği romanıdır.
Genç ve başarılı Felix ile kendisinden yaşça büyük Henrietta arasındaki flörtü anlatır. Aralarında gidip gelen mektuplar aracılığıyla Felix, Henrietta'nın beklediğinden daha tecrübeli bir aşık oluduğunun farkına varır ve bu aslında imkânsız bir aşktır. Balzac tarzı bir romantizm. Aynı zamanda bir otobiyografi olma özelliğini de taşıyan Vadideki Zambak çok romantik bir aşk hikayesi.
Tarihler Nisan 1793’ü göstermekte ve Fransız İhtilali’nin son iktidar mücadelesi yaşanmaktadır: Aristokratlar ölmüştür ve yoksullar bir dilim ekmek için birbirlerini boğazlamakla meşguldür. Tanrılar Susamışlardı, işte böyle bir ortamda jüri üyesi olarak atanan ve kimin infaz edilip kimin canının bağışlanacağına karar verme yetkisine sahip olan idealist sanatçı Gamelin’in hikâyesidir. Nobel ödüllü yazar Anatole France tartışmasız en önemli eseri olan Tanrılar Susamışlardı’da, Terör Dönemi’nde yaşanan şiddeti ve yıkımı tüm gerçekliğiyle gözler önüne sererken, bir yandan da aynı bir kâhin gibi, satır aralarında 20. yüzyılda Avrupa’da gerçekleşecek siyasi dönüşümlerin varacağı noktayı işaret eder.
Mavi Beyaz Kırmızı destanı, ikinci cildi Mathilde ile devam ediyor. Mathilde... Genç, gösterişli, alımlı, baştan çıkarıcı bir fahişe... Montmartre kaldırımlarında büyümüş, geçimini sağlamak için kucaktan kucağa atılmış genç bir kadın. Ne geçmişini reddediyor ne de yaşama sevincini kaybediyor. Kalplerde fırtına yaratırken ihanetlere boyun eğmiyor... Mathilde Komün sırasında, Jules Forestier’nin idamından sonra Georges Mercoeur’ü evinde saklar; eski sevgilisi Pierre Machecoul onu ihbar eder ve silahla yaralar. Yaralı Mathilde hapislere düşer ve onu Maurice de Taurignan kurtarır. En sonunda Antoine’ın metresi olur. 1848 yılından Komün’e, Dreyfus olayından 1. Dünya Savaşı kabusuna kadar tam altı aileden oluşan ateşli çember acısı ve tatlısıyla yanmaya ve Fransa tarihini aydınlatmaya devam ediyor.
İnsana büyük bir neşe veren yapıtlar vardır. "Parma Manastırı"nı okumak okura her şeyden önce, Stendhal’in yazma sevincine benzeyen bir okuma sevinci aşılar. İnsan yapıtın hemen hemen mucize diye adlandırılabilecek koşullarda yaratıldığını öğrenince, olağanüstü bir atılımın yaratılışa öncülük ettiğini kestirir. Hiçbir romanı yeniden okumak "Parma Manastırı"nı yeniden okumak kadar güzel olamaz; hiçbir edebi yapıt edebiyatın paradoksu’nun üstesinden bundan daha iyi gelemez; bu roman sınırları belirli, kapalı, eksiksiz olan ve kendi kendine yeten bir romandır; apaçıktır, okuru zamanın ve kaderin ağırlığından kurtarır. Yazarın romanın başından sonuna kadar yalnızca anlatma zevkine kapıldığı sezilir, tıpkı peri masallarında ya da serüven romanlarında olduğu gibi.
12 Aralık 1821’de Fransa Rouen’de dodu. 1880’de bir inme sonucu yaşamını yitirdi. Babası Achille Flaubert Rouen’daki bier hastanenin baş cerrahı, annesi de bir hekim kızıdır. 1840’ta liseyi bitirdi. 1841’de Paris Hukuk Fakültesine kaydoldu. 22 yaşındayken sara hastası olduğu anlaşıldı. Eğitimini tamamlamadı. 1846’da babasını kaybetti. Bir kızı olan ablası da ölünce, annesi ve yiğeniyle Rouen yakınlarındaki Croisset’ye yerleşti, yaşamının tümünü burada geçirdi. İlk çalışması 1837 yayımlandı. Kasım 1849’da nisan 1851’e kadar Maxime du Camp ile birlikte Yunanistan, Anadolu, Mısır, Filistin, Suriye ve İtalya’yı dolaştı. İçine kapanıklığından, yalnız Mısır’a ve Tunus’a yaptığa yolculuklarla sıyrıldı. Ünlü romanı Salambo’yu onuesinleyen de bu yolculuklar oldu. Edebiyat dünyasından pek çok kişiyle mektuplaştı. Bu mektuplardan bazıları sonradan büyük ün kazandı. Gerçekçilik akımını başlatan kişi olarak gösterilmesinde ünlü romanı Madame Bovary kadar bu mektuplarda dile getirdiği edebiyat ve sanatla ilgili görüşleri de etkilidir. Yaşadığı dönemde kitaplarından maddi kazanç sağlayamadı. Yaşamının son yılları acılar, edebi başarısızlıklar ve maddi zorluklarla geçti. Bu dönemdeki en büyük tesellisi, manevi oğlu olan Guy de Maupassant’ın başarısı ve başını Emine Zola’nın çektiği natüralist (doğalcı) grubun ona destekti. Elinizdeki roman 1856’ da yayınlandığında, yazar ve yayıncı hakkında ahlaksızlığa teşvik suçundan dava açıldı. Madame Bovary bugün Dünya Edebiyatının temel taşlarından biridir.
Üç kısa öykü... Duygusal, dinsel ve maddi tatminin peşinden koşan karakterler. Emile Zola, bize bu üç öyküyü birlikte sunarak, cinsel geleneklere yönelik sıradışı bir bakış açısı oluşturuyor. Bir cinayet işleyen güzeller güzeli Therese cinsel cazibesini kullanarak, sıradan bir memuru cesedi yok etmesi için ikna eder. Arkadaşının kocasından hamile kalan Flevie, fakir bir delikanlıya para karşılığı kendisiyle evlenmesini teklif eder. Düzenli olarak kiliseye giden kadınlar ise, ruhsuz bir rahip yüzünden Hıristiyanlığa olan tutkularını bir türlü tatmin edemezler ve duyguları başka sokaklara sapar. Bu güzel ve etkileyici öyküler, okuru tutkuların karanlık dünyasına doğru sürükleyici bir yolculuğa çıkarıyor.
Emile Zola’nın Meyhane adlı yapıtının kahramanlarından çamaşırcı Gervaise’nin güzel kızı Nana’nın renkli dünyası ve görkemli yaşamı tüm insanlığın hikayesidir bir bakıma. Çürümekte olan bir toplumu çökerten gücün simgesi olan Nana şehveti, kalpsizliği ve acımasızlığıyla çevresindeki bütün şöhretleri ve zenginleri dize getirir, aşağılar. Toplumun ve yaşamın ana babasına yaptıklarının öcünü fazlasıyla alır. Emile Zola "Nana"yla dünya edebiyat tarihinin en seçkin roman karakterlerinden birini yaratırken deneysel romanın da en olgun ve yüce örneğini vermiştir.
M. Guy de Maupassant, kurnaz, şakacı, iyi bir dost, övüngen, doğuştan gelen kibarlığından başka hiçbir şeyden utanmayan, züppece, ruhunun en zarif yanını dikkatle gizleyen, güçlü bir sezgiyle dolu, ayakları yere basan, görünenin ötesindeki şeylere merak duyan, sadece gördüğüne inanan ve sadece dokunduklarını hesaba katan, bize ait olan adam, bir dost yurttaş. O ki, sevgi ve nefret, kızgınlık ve acıma olmaksızın sefil köylüleri, sarhoş denizcileri, kayıp kadınları, didinmekten başları dönen basit tezgahtarları ve bütün o, insanlıkları güzellikten olduğu kadar erdemden de yoksun olan mütevazı varlıkları resmeder. Bütün bu karşıt görüntüleri birleştiren güldürü biçimi, talihsiz insanları öyle belirgin bir biçimde anlatır ki bize, onları gördüğümüze inanırız ve gerçekliğin kendisinden daha gerçek buluruz.
1535, Venedik Cumhuriyeti... Kanuni Sultan Süleyman’ın Batı’nın kalbine doğru ilerleyen fetih politikası ve Osmanlı İmparatorluğu topraklarında "Nurbanu" ismini alacak olan Cecilia Venier Baffo... Zengin bir tüccarın kızı olan ve kendisine yasaklanmış kütüphanelerde ruhunu günahla dolduran Cecilia, Venedik Dükası’na yakınlığıyla bilinen bir ailenin ellerine babası tarafından teslim edildiğinde yalnızca on dört yaşındadır. İki yıl boyunca Türkçe eğitimi alan genç kız, güzelliği ve zekası sayesinde Hürrem Sultan’ın Topkapı Sarayı’ndaki mutlak hakimiyetini sarsacak, uzaklarda kalan Venedik’in Muhteşem Süleyman’a karşı umudu olacaktır. Osmanlı Tarihi’nin en güçlü kadınlarından biri olan Nurbanu’nun, esaretten sultanlığa uzanan duygu yüklü öyküsü, "Işık Prensesi" romanının bu ilk kitabında tüm sürükleyiciliği ile okurla buluşuyor.
Dünyanın bütün tarihleri ve kültürleri buyuruyor, gösteriyor: Aldatma! On Emir’den Kinsley Raporu’na kadar herkesin burnunu soktuğu bir eylem alanı burası. Aldatma’yı aşkın sınırları içinde karşı cinsle bir ilişkiden öteki ilişkiye geçişte yaşanan bir eylem sapması olarak özetleyebilir miyiz? Onu bir biçime sokmak, tek bir ifade, roman ya da aidiyetle açıklamak mümkün mü? "Aldatma Öyküleri" antolojisi tam olarak bu sorularla ortaya çıktı. Bütün aşıklar ve aşkın bütün durumları, aldatma için tek bir hedef gösterirler: Başka biri. Bu hareket yerine göre bencillik ve çoğu zaman da suçu başkasına atmanın esaslı bir yolu yöntemi değil midir? Aldatmaya kimi zaman cinsel politikalar ve kimi zaman da histeriler neden olabilir. Ve hayatın devam ettiğine dair bütün söylem ve söylentiler. Aldatmanın en önemli bahanesi bunlar değil midir? "Aldatma Öyküleri" antik aşkların büyük yazıcısı Tibullus’tan James Joyce’a, Mahmut Şevket Esendal’dan Ayfer Tunç’a kadar uzanan bir antoloji. Aşk acılarını biraz olsun hafifletebilmek, aşkı daha iyi anlayabilmek için yapıldı... Çünkü eminiz bunun için yazıldı o öyküler...
Stendhal hakkında yerleşmiş kanılar, ancak, son dünya savaşının ertesinde değişmeye başladı. Daha dikkatli bir okuma ve düşünme çabası, "Kırmızı ve Siyah"ta çizilen toplumun hiç de uydurma olmadığının farkına varılmasını sağladı. Daha önemlisi, yazarın izlediği çizginin, Julien Sorel-toplum çizgisi değil, toplum-Julien Sorel çizgisi olduğu anlaşıldı. Daha açık bir deyişle, isyan eden halk çocuğu, yalnızca zamanının toplumundan çıkmamıştı, ayrıca onun kaçınılmaz bir ürünüydü; Restorasyon döneminin kapalı, gerici toplumu, olsa olsa Julien Sorel’in dramına benzeyen sahne olabilirdi. Böylece, yazarın, romandaki olgularla, çağdaş tarihi kaynaştırmakla gösterdiği ustalık, en sonunda, gün ışığına çıkarılabildi.
Hem kraliçeydi, hem de tanrıça... Dönemin en güçlü erkeklerini fethetmişti: Önce Sezar’ı, ardından Antonyus’u. Büyük İskender’in fetihlerini yeniden canlandırmak ve uçsuz bucaksız bir Doğu İmparatorluğu’na hükmetmek hayaliyle yanıyordu. Antonyus yenilerek öldüğünde, acımasız Oktavius’la karşı karşıya kalmıştı. Ancak bu Romalı’yı baştan çıkarmayı başaramamış ve ölümün kollarına sığınmayı yeğlemişti. Yaşamıyla efsaneleşen, halklara hükmetmiş kadınlar arasında birinci sıradaki yerini bugün de koruyan Kleopatra, Michel Peyramaure’nin bu kitabında yeniden canlanıyor.
Bu kitap belirli bir sözcük çerçevesi içinde ve en basit Fransızca'yla yazılmış hikâyelerden oluşmuştur. Kitabın özelliği her Fransızca sayfanın karşısında Türkçe çevirisinin bulunması ve ayrıca her hikâye sonunda onunla ilgili sorular ve cevapların yer almasıdır. Bir yıllık Fransızca öğrenimi sonunda rahatça okunabilecek kolaylıkta olan bu kitap Fransızca hikâye serisinin biraz ilerlemiş düzeyi olan ikinci derecekitaplarından biridir.
Aynı derecede olan diğer iki kitap: Aventure dans la foret Ormandaki serüven ve Un mauvais reve Kötü bir rüya adını taşımaktadır.
Bu kitap belirli bir sözcük çerçevesi içinde ve en basit Fransızcayla yazılmış hikâyelerden oluşmuştur. Kitabın özelliği her Fransızca sayfanın karşısında Türkçe çevirisinin bulunması ve ayrıca her hikâye sonunda onunla ilgili sorular ve cevapların yer almasıdır.Bir yıllık Fransızca öğrenimi sonuda rahatça okunabilecek kolaylıkta olan bu kitap Fransızca hikâye serisinin biraz ilerlemiş düzeyi olan <<İkinci derece>> kitaplarından biridir. Aynı dereceden olan diğer iki kitap <> ve <> adını taşımaktadır.
Bu kitap belirli bir sözcük çerçevesi içinde ve en basit Fransızca'yla yazılmış hikayelerden oluşmuştur. Kitabın özelliği her Fransızca sayfanın karşısında Türkçe çevirisinin bulunması ve ayrıca her hikaye sonunda onunla ilgili sorular ve cevapların yer almasıdır.Bir yıllık Fransızca öğrenimi sonunda rahatça okunabilecek kolaylıkta olan bu kitap Fransızca hikayeler serisinin en basit düzeyi olan <> kitaplarından biridir. Aynı derecede olan diğer iki kitap <> adını taşımaktadır.
Internet Explorer tarayıcısının 9.0 ve daha eski sürümlerini desteklememekteyiz. Web sitemizi doğru görüntüleyebilmek için tarayıcınızı güncelleyebilirsiniz, güncelleyemiyorsanız başka bir tarayıcıyı ücretsiz yükleyebilirsiniz.