Çoğunlukla kuru, yapay ve mesafeli bir üslupla yazılmış giriş kitapları karşısında önemli bir alternatif oluşturan Minerva’nın Baykuşu, siyaset kuramını Platon’un mağarasından çıkarıp ışığa kavuşturmada kendi payına düşeni fazlasıyla yerine getiren bir çalışma olarak sivriliyor.
Yazar, Batı siyasi düşünce geleneğine damgasını vuran filozofları Platon’dan John Rawls’a uzanan o büyük kanon kapsamında incelerken, güncel ve çağdaş -kimi zaman eğlenceli- örneklerin de yardımıyla siyasetin aslında toplumsal evrimi tepeden tırnağa belirleyen, insan yaşamını her alanda kuşatan ve bizi zorlu tercihlerde bulunmaya zorlayan bir olgu olduğunu vurguluyor.
Yazar, söyleşi tadındaki yalın anlatımıyla, en zor düşünürlerin en çetrefilli düşüncelerini -içeriğinden eksiltmeden, anlam kaymasına meydan vermeden- öylesine berrak bir şekilde aktarıyor ki, söz konusu güçlükler geride kalıyor ve bu düşünürleri gerçekten anladığınıza kanaat getiriyorsunuz. Abramson, okuru, kendi siyasamıza ilişkin derinlikli bir kavrayış geliştirmeye davet etmekle kalmıyor, aynı zamanda radikal yönelim ve içgörüler üzerinde düşünmemizi de sağlıyor.
Yazarın yirmi beş yılı aşkın bir süredir vermekte olduğu siyaset felsefesi derslerinden damıttığı, öğrencilerin ilgisinin bu konuya nasıl çekilebileceği ve onlar üzerinde siyasetin ne denli önemli olduğuna dair göz açıcı bir etki yaratılabileceği güdüsünden hareket ederek ve kendi somut deneyimlerine yaslanarak kaleme aldığı bu eser, siyaset kuramının ölümsüz klasiklerini öğrenciler ve genel okur açısından -başka hiçbir kitabın başaramadığı ölçüde- anlaşılabilir kılıyor.
"Geçen iki yüzyılın çok büyük kısmında ulusu temsilen devletin ortaya çıkışı, doğal ve kaçınılmaz bir süreç gibi algılanmıştır. Bundan dolayı, insanlık tarihi bu çerçevede şekillendirilmeye başlanmıştır. Elinizde tutuğunuz kitap, ulusal söylemle yazılan tarih anlayışının kültürel yaptırımları ve varsayımlarının ötesine gitmeyi amaçlayan bir çabanın ürünüdür. Diğer bir deyimle, ulusal tarih anlayışının dayandığı teleolojik gelişme modelini tamamen reddetmektedir. Burada benimsediğimiz anlayışa göre, ulusal şekillenme, insanlar arasında dönemin tarihsel çerçevesine ve kültürel geleneklerine bağlı olarak devam eden bir toplumsal süreç olarak kabul ediliyor. 19. yüzyıldaki Osmanlı dünyasına kendi halklarından birinin, yani Rumların gözlüğü ile bakmamızın, onun gelişimini etkileyen ve değiştiren önemli siyasi ve iktisadi güçleri daha iyi anlamamıza yardımcı olacağına inanıyorum. Bu güçlere bakmak için seçtiğim pencere, tutulan kayıtlardan ve kaydedilen hatıralardan ortaya çıkabildiği ölçüde Rumların toplumsal hayatlarıdır. Bu pencerenin çerçevesini oluştururken, Osmanlı toplumu üzerine çalışan bilim adamlarının yazdıklarına dayandım. Böylece elinizdeki bu çalışmaya hâkim olan bakış açısını şekillendirirken, Rumların perspektifinden hareketle Osmanlı devletinin daha geniş yapısına ulaşmaya çalıştım. Benim bu çalışmadaki amacım, Osmanlı devleti ve toplumunun kültürel kimliğini derinden etkileyen sosyal, iktisadi ve siyasi gelişmeleri birbirine bağlamak oldu. Böyle yaparak, bir zamanlar Osmanlı Anadolusu’ndaki çok-etnik karakterli dünyanın ayrılmaz bir parçası olan halklardan birinin çok özgün ve kapsamlı bir portresini yaratmaya çalıştım." -Gerasimos Aucustinos-
Kitap, güvenlik, şiddet, savaş ve devlet arasındaki bağları tartışırken, güvenlik arzusunun bizi götüreceği yeri göstermekle kalmıyor, aynı zamanda liberal tezleri yeniden üretmekle temelde hangi alanı terk ettiğimizi de ısrarla vurguluyor: liberal ideoloji ekseninde güvenliği inşa etmeye çalışan devletin ve sermayenin eleştirisi. Güvenlik, Şiddet ve Savaş, bir taraftan sosyal güvenlik ile ulusal güvenlik, sermayenin güvenliği ile siyasal kuramın gelişimi arasındaki tarihsel bağları ele alırken, diğer taraftan da güvenlik kavramı ile olağanüstü hal ilanı, liberal siyasal kuram, savaş ve uluslararası hukuk arasındaki kuramsal bağları tartışıyor. Neocleous’un kitabı, yukarıda değindiğimiz tabiyet ilişkisinin farklı labirentlerinde bizlere yön gösterir ve güvenlik endüstrisinin günümüzdeki yükselişini değerlendirirken, bu labirentleri birbirine bağlayan düğüm noktalarında savaş, şiddet ve anti-siyasetin nasıl iç içe geçtiğini ve bu eklemlenmenin kendisini nasıl hem toplumsal ilişkilerin dokusuna hem de kuramsal değerlendirmelere ustaca yerleştirdiğini anlatıyor.
Bu kitap, kendi küllerinden doğmasını başaran Latin Amerika’nın yerli halklarının öyküsünü anlatmaktadır. Latin Amerika’nın aslî bir sosyal dinamiğini oluşturan yerlilerinin bu çok-düzlemli, çok-mekânla ve çok-veçheli mücadelelerini daha yakından tanımamıza imkan sunuyor. Tarihin tanık olduğu belki de en acımasız sömürgecilik girişimlerine karşın, olanca aşağılanmışlığı, dışlanmışlığı içinde kimliklerini, kültürel dağarcıklarını koruyup çocuklarına aktarma şaşırtıcı yetisini gösteren, XX. yüzyılın ikinci yarısında, tam filmlerde, çizgi romanlarda, erken seyyahların egzotik anılarında yitip gittiklerini sandığımız bir anda "küresel dünya"nın karşısına dikilip topraklarını ve onurlarını geri isteyen insanlar. Üstelik de Teks’lerin, Zagor’ların, Çelik Blek’lerin şekillendirdiği kısır tahayyüllerimizi zorlayacak tarzda, teknolojinin tüm imkânlarını maharetle kullanarak... Bu çalışma oldukça tikel tarihsel koşullarda biçimlenen toprak, emek ve kimlik mücadeleleri, "otokton/yerli" kavramını ve kültüre ilişkin pek çok soruyu gündemimize taşımaktadır. Aslına bakılırsa anlatılan, hepimizin öyküsüdür.
Gramsci’nin pasif devrim, tarihsel blok gibi nispeten bilindik kavramları dünyamız üzerine kafa yoranlara büyük olanaklar açar. Ne var ki düşünürün çalışmaları yalnızca bu kavramlar ve söz konusu kavramların dokundukları alanlarla sınırlandırılamaz. Ünlü Marksist tarihçi Eric Hobsbawm ve ünlü yönetmen Pier Pasolini’nin de yazılarıyla dahil oldukları bu derleme, Gramsci’nin yalnızca hegemonya, mevzi savaşı gibi temel kavramlarına eğilmekle kalmıyor, aynı zamanda sivil toplum, devletin sönmesi, burjuva devrimi, folklor, rıza ve demokrasi gibi meselelere yönelik Gramsci’nin geliştirdiği içgörüleri farklı açılardan aydınlatmaya çabalıyor. Böylece Gramsci düşüncesinin derinliği ve günümüzü anlamakta bize söyleyecekleri olduğu bir kez daha açığa çıkıyor.
Bir dönemin Osmanlı tebası Kürtlerin, bir kısım değişikle beraber, aşağı yukarı 1925’ten beridir tecrübe ettikleri mezkur statükonun iki büyük kurucu aktörü oldu: İngiltere ve Türkiye. Bu kitaptaki belgeler, İngiltere’nin Kürdistan siyasetinin nasıl adım adım ve önemli değişikliklerden geçerek şekillendiğini gösteriyor. Üzerinde güneş batmayan imparatorluk, Kürdistan siyasetini "dediğim dedik, çaldığım düdük" prensibinden çok uzakta, epey pragmatik, zaman zaman çaresizlik içinde ve çok da dünyevi bir akılla, adım adım inşa etmiş görünüyor. İngiliz Belgeleri, İngiltere’nin Kürdistan siyasetine ışık tutmakla kalmıyor; pek çok önemli meseleye dair kıymetli bilgiler sunuyor. Belgeler, savaşın ardından Osmanlı elitinin farklı kesimlerinin Kürdistan siyasetine, Kürt elitinin tasavvurlarına, bugünkü Türkiye ve bugünkü Irak Kürtleri arasında savaşın ardından gelişen farklılaşmalara, 1925 Şeyh Sait Ayaklanması’nın ardında İngilizlerin olup olmadığına, Cumhuriyet elinin Kürt meselesi siyasetine ilişkin epey bir bilgi sağlıyor. Sor P. Loraine’den Konsolos Gilliat-Smith’e. 7 Ekim 1925, Tahran Efendim, Şeyh Said’in oğlu Ali Rıza’nın size yaptığı ricayı bildiren 23 Ağustos tarih ve 33 sayılı telgrafınıza ilişkin olarak; eğer Ali Rıza meseleyi size yeniden açarsa; kendisine, Majestelerinin hükümetinin kendisinin açıklamayı istediği durumdan haberdar olduğunu ve dolayısıyla İngiltere’ye ziyaretinin hiçbir yararlı amaca hizmet etmeyeceğini söylemelisiniz. Özerk veya bağımsız bir Kürdistan devletinin oluşması sorumluluğunu desteklemenin veya kabul etmenin, Majestelerinin hükümetinin siyasetinde hiçbir yeri olmadığının şüphesiz farkındasınızdır. -Percy Loraine-
Kürtler üzerine yazdığı başka kitaplarından da tanıdığımız Naci Kutlay’ın elinizdeki çalışması, Türkiye’nin değişmez gündemi "Kürt sorunu"nu tarihsel bir perspektiften görmemizi sağlıyor. Kitap, geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet dönemlerinde, başka etnik gruplarla birlikte kimliklerinin ayırdına varmaya başlayan Kürtlerin Türkiye’nin modernleşme sürecinden nasıl etkilendiklerini ve bu süreci nasıl etkilediklerini ayrıntılı veriler sunarak işliyor. Kürt kimlik hareketinin bir arkeolojisi olduğunu rahatlıkla söyleyebileceğimiz kitapta, Kürtlerin, modern tarih boyunca çıkardıkları gazete ve dergilerin yanı sıra kurdukları cemiyetler hakkında da önemli bilgiler yer alıyor. Bu özelliği de kitabı alanında vazgeçilmez bir kaynak haline getiriyor. Etnik ve ulusal kimliğin oluşumunu yapısal ve konjonktürel faktörlerle ilişkiselliği ile birlikte Kürtlerin tecrübesi üzerinden tartışan Naci Kutlay, konuya ilişkin belli başlı kuramsal yaklaşımları da bu pratikle mukayese ediyor. Kitap, ayrıca, Türkiye’nin bir başka ‘ötekisi’ Ermenilerin Kürtlerle olan ilişkilerini, Ermeni kimliğinin oluşumunun Kürt kimliğine etkisini ve Kürtlerin Ermeni katliamlarında oynadıkları rolü nedenleri ve tarihsel bağlamıyla birlikte sunuyor.
1912’de, devrimci bir civciv "Yıkılsın Duvarlar!" diye haykırıp "yumurta olmaktan" kurtulur ve özgürleşir. 1940’da, devekuşları kafalarını kumdan çıkarır, faşizme karşı mücadele için birleşirler. 1972’de, Bebek X, bir cinsiyeti olmaksızın büyür ve bundan herhangi bir rahatsızlık duymaz. Çocuklara varolan otoriteye itaat etmeye, ona uyum sağlamaya ya da kurtuluşu metafizik yönelişlerde aramaya değil, iktidarı ellerinde tutanların kurduğu düzeni sorgulamaya teşvik eden Asi Çocuklara Öyküler, radikal çocuk edebiyatı kapsamında yer alan on sekiz öyküyü bir araya getiriyor.
Barış, sivil haklar, cinsel eşitlik, çevre sorunlarına duyarlılık ve emeğin yüceliği gibi konuları ele alıp işleyen bu öyküler, anılan ideallere ulaşmak için kolektif eylemin, eleştirel düşünmenin ve hayal gücünü özgürce çalıştırmanın önemini vurguluyor. Büyük küçük her yaştan çocuğun beğenerek okuyacağını düşündüğümüz bu seçki, dünyanın daha yaşanılır bir yer olması için her şeyden önce "asi çocuklara" ihtiyaç duyduğu gerçeğinden yola çıkılarak oluşturulmuştur bir eser...
Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşunu inceleyen tarih yazımı yakın zamanlara kadar iki temel soru etrafında yoğunlaşıyordu. Bunlardan ilki Osmanlı teritoryal genişlemesinin ardından yatan itici gücün gaza mı, yoksa yağma mı olduğuydu. İkincisi soru ise Osmanlı’nın Bizans-Hıristiyan ya da Türk-İslam uygarlıklarından hangisinin izleyicisi olduğuna yanıt arıyordu. İlk soru etrafında süren tartışmaya idealist ve materyalist tarih felsefelerinin mücadelesi damga vururken, ikinci sorunun odaklandığı tartışma Avrupa-merkezcilik ile milliyetçiliğin çarpışma alanı olarak karşımıza çıkıyordu.
Barış Ünlü, bu iki tartışmanın ötesine geçerek Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş problemi üzerine yeni bir yaklaşım öneriyor. Yazarın benimsediği dünya-merkezci yaklaşım zaman ve mekân açısından alışık olduğumuz ölçekleri değiştirmekte, büyütmekte ve çoğaltmaktadır. Barış Ünlü böylece, farklı zaman ve mekan karşılaşmalarının, dünya tarihinin yenilenen ve yinelenen tarihsel örüntülerinin ve kültürlerarası etkileşimlerinin bir ürünü olan Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş tarihini yeniden yazmaktadır.
Elinizdeki kitap Osmanlı’nın dünya-tarihinin derinliklerine uzanan soykütüğünün izini süren bir tarihsel sosyoloji ve sentez denemesidir.
Eğitim yönetimi için daha demokratik; eğitim programı, öğretim ve değerlendirme için daha duyarlı modellere, daha da önemlisi bu doğrultuda ilerlemeye hizmet edecek pratik çözümlere duyulan ihtiyaca cevap vermek amacıyla kaleme alınan bu kitap, eleştirel ve demokratik bir eğitimin, ancak eğitim politikası ve uygulamalarının somut görünümleriyle, yanı sıra eğitimcilerin, öğrencilerin ve bireylerin günlük yaşamlarıyla çok daha fazla ilişkilendirildiği zaman başarılı olabileceğini, bundan dolayı da eğitsel teori ve yaklaşımların okul ortamıyla gerçek bir bağlantısının olması gerektiğini, pratikteki-uygulamadaki sorunlar üzerinde odaklanmak yerine akademik uzmanlığı ön plana çıkarmanın bir çözüm getirmediğini/getirmeyeceğini, somut örnekler üzerinden, ileri sürüyor. Kısacası elimizdeki kitabın önemi, eleştirel-demokratik eğitim modellerinin okulun günlük yaşamına nasıl uygulanabileceğiyle ilgili sorulara gene eleştirel cevaplar sunmaya, demokratik anlayışın okullar ve yerel toplumlar gibi sıradan kurumlarda gerçekten uygulanabilir olduğunu göstermeye çalışmasından kaynaklanıyor. Demokratik Okullar kendisini daha demokratik bir eğitime adamış tüm öğretmenler için ilginç derslerle dolu bir çalısma.
Mamak... 12 Eylül darbesinin ardından bir cezaevi... Ve Türkiye’nin her tarafını çok sarsıcı bir şekilde etkileyen günlerde Mamak’ta ayakta kalmaya, direnmeye çalışan kadınlar... Direnirken birbiriyle dayanışan ve her acıdan bir kahkaha çıkaran kadınların... Bir başkaldırı hikayesi. Gülerek, şarkı söyleyerek, hayır diyerek, birbiriyle dayanışarak, paylaşarak yaşanan bir hikaye...
Mamak Askeri Ceza ve Tutukevi’ndeyken, bir güvercin ürkekliğindeydik önceleri... Ürktük, çekindik, korktuk, kaygılandık ve de suskunduk. Anlamaya çalıştık. Sonra toparlandık. İnsanlığımızı, kişiliğimizi, devrimci değerlerimizi savunmak üzere güçlerimizi birleştirdik. Suya atılan taş misali başladı bu başkaldırı.. Önce küçük bir halka, sonra giderek büyüyen, çoğalan ve tüm suya yayılan halkalar gibi...
Sevgilerimiz büyüdükçe, dayanışmamız güçlendikçe, zulmün küçüldüğüne tanık olduk. Ölüm hücresinde, tabutlukta ya da bir başına tecritlerde, kafeslerde iken bile dostlukların, yoldaşlıkların sıcaklığı ısıttı üşüyen bedenlerimizi, yüreklerimizi... Bir de içimizi en çok acıtanın, kendi acımızdan çok, dostlarımızın acısına tanıklık etmek olduğunu öğrendik orada...
Ve birlikte, daha bir dik durmayı, daha bir dik yürümeyi... Onlar kişiliklerimizi elimizden almaya, gözlerimizdeki ışığı söndürmeye, bizi biz olmaktan çıkarmaya çalıştıkça, zulmün karanlığında, ufacık da olsa bir ışık yaktık birlikte...
Vanka -Anton Çehov- Kutsal Noel Ağacı -Fyodor Dostoyevski- Vilayet Doktoru -Ivan Turgenyev- Çekiliş -Shirley Jackson- Koca Kanatlı İhtiyar -Gabriel Garcia Marquez- Clochette -Guy De Maupassant- Eve Dönüş -Wılliam Saroyan- Ölü Köpek -Mark Schorer- Halloween -Isaac Asimov- Junius Maltby -John Steinbeck- Ta-Na-E-Ka -Mary Whitebird- Düğme, Düğme -Richard Matheson Ben Karnı Aç Hannah Cassandra Glen -Norma Fox Mazer- İki Koltukta Üç Kişi -Kevin Major- Bir Başka Ülkede -Ernest Hemingway- Maelströme Düşüş -Edgar Allan Poe- Cinsel Eğitim -Dorothy Canfield- Mavi ve Yeşil -Yuri Kazakov-
"Modernizm ile Marksizmin eskimiş diye görülüp saldırılara uğradığı bir zamanda, Eugene Lunn’un bu iki akımın en yaratıcı etkileşim yıllarını ele alan zengin ve ayrıntılı çalışması, her ikisinin de hâlâ önemli bir gizligüce sahip olduğunu hatırlatıyor bize. Marksist estetik tartışmalarına değin bundan daha güvenilir ve titiz bir kılavuz isteyemezdik." -Martin Jay- "Zekâyla ve kılı kırk yaran bir özenle yazılmış olan bu kitap, birbirinin çağdaşı dört eleştirmeni tarihsel bağlama oturturken, Marx’ın bölük pörçük haldeki estetiğine ve modernist sanata dair derli toplu ve sağlam bir inceleme sunuyor. Marksist estetik alanındaki en verimli gelişmelere odaklanan Marksizm ve Modernizm çok iyi araştırılmış, dört dörtlük bir yapıt." -Terry Eagleton- Bugün modernizm tartışması birçok disiplinin ilgi konusu haline gelmiş durumda. Sanat felsefesinden etnolojiye, ekonomiden antropolojiye değin birçok bilim dalının en başat tartışma konularından biri durumundadır modernizm.
1887’da Afyonkarahisar da doğan Mehmet Şükrü Bey, yüksek eğitimini tamamladığı 1912 yılından itibaren hukukçu gazeteci ve politikacı olarak Osmanlı İmparatorlugu’ndan Cumhuriyet’e geçişin önemli aktörlerinden biri oldu. Afyonkarahisar’da milli mücadeleyi örgütledi. Sivas Kongeresi’ne katıldı ve Büyük Millet Meclisi’nde Afyonkarahisar milletvekili olarak görev yaptı. Ekonomik olarak liberal görüşleri savunmakla birlikte Türkiye Halk İştirakiyan Fıkrası’na katılan Mehmet Şükrü Bey, politik olarak sol-milliyetçi bir çizgi izledi. Birinci Meclis’e damgasını vuran halkçılık akımının en güçlü sözcülerinden biri oldu. Mehmet Şükrü Bey’in Meclis kürsüsünde yaptığı konuşmalardan ve İkaz Gazetesi’nde yayınladığı yazılardan bölümler, farklı bir politikacı portresine örneklerdir. "...(Milletvekilleri) sorumludur, evet. Biz bu çatının altına girdiğimiz tarihten itibaren milletin kaderinden sorumluyuz. Eğer bu olağanüstü işi de beceremezsek, millet özellikle bizleri de asmalıdır." "...Elbette milyonları yutan bugünkü (bürokrasi) üzerine kurulmuş örgütler yıkılacaktır ve yıkılmak lazımdır. Çünkü bu, kırtasiyecilikten ibarettir." "...Tekeller daima zararlar yaratır... tarımsal ve sınai ihtiyaçları sağlamak için makinalar... Serbest bir biçimde memlete girsin ve herkes fabrika ve tarım makinası sokmaya çalışsın."
Internet Explorer tarayıcısının 9.0 ve daha eski sürümlerini desteklememekteyiz. Web sitemizi doğru görüntüleyebilmek için tarayıcınızı güncelleyebilirsiniz, güncelleyemiyorsanız başka bir tarayıcıyı ücretsiz yükleyebilirsiniz.