Gerçek ve anlamlı bir dünya, kutsalın izdüşümünde saklıdır. İnsan büyük bir kaosun ortasında anlama ancak kutsala ilişkin deneyim aracılığıyla ulaşır. Kutsalın anlamı zamanın akışında çağlar boyunca farklı kültürlerde farklı niteliklere bürünmüş olsa da, özünde insanın iki önemli özelliği yatar: yaratıcılık ve dinsellik. İkisi birlikte mitleri, âyinleri, imgeleri, simgeleri, kısaca “dinsel yaratıları” üreterek insanın deneyimlerine ifade kazandırır, anlam dünyalarını yaratır, evrendeki benzersiz varoluşunu gerekçelendirirler. Tam da bu noktada, Eliade önemli bir noktayı işaret eder: İnsanın yeni, bilmediği, az bildiği anlam dünyalarıyla karşılaşması varoluşunun (paradoksal) anlamına da yeni boyutlar kazandıracaktır. Bunun içinse yeni bir beşeri bilime, farklı ve yaratıcı bir yorumbilgisine ihtiyaç vardır. Eliade’nin sözünü ettiği “yaratıcı yorumbilgisi” yeni olanakların kapısını aralayarak bilginin sınırlarını zorlayan, aksi takdirde eski metinlerde “saklı” kalacak anlamları kavramaya çalışan bir yöntemdir. Hem aklı, hem de hayal gücünü kullanarak belgelerin, kaynakların arkasındaki tinsel mesajı kavramaya çalışan bir yaklaşımdır. İnsanın dünyadaki benzersiz varoluşu kutsala ilişkin deneyimi aracılığıyla şekillendiği için de dinsel fikirlerin ve fenomenlerin zamanın akışında büründüğü anlamların arayışı insanda yeni bir farkındalığa, bir uyanışa yol açacaktır. Eliade bu nedenle tarih aşırı, kültürler arası, bütüncül bir beşeribilimsel yaklaşımın önemini vurgular. İnsanlığın dinsel yaratıcılığı ve düşünme biçiminin tarih boyunca karşımıza çıkardığı ifade ve biçim çeşitliliğine insanlığı ayıran farklılıklardansa, yakınlaştıran tarih aşırı ortak örüntülerin saptanıp incelenmesinin önemine dikkat çeker.
Kişiyi bir devlete bağlayan hukukî ve siyasî bağ olan tabiiyet, devletlerce, ekonomik, sosyal ve siyasî nedenlerle tanımlanmıştır. Bu tanımda kan bağı ve toprağa bağlılık ölçüt alınabildiği gibi, İslâm devletlerinde dini kriterler referans alınmıştır. Ancak tabiiyet üzerine algılayışlar ve uygulamalar, Avrupa’da ulus devletlerin ortaya çıkmasıyla değişmeye başlamıştı. 18. yüzyıldan itibaren çizilen haritalarda devletlerin sınırları kesin çizgilerle belirlenirken; iktidarlar da halkını yeniden tanımlıyorlardı. Sınırların dışında kalan toprakların halkları yabancı kabul edilerek, ülkeye girişlerine kısıtlamalar getirildi. Buna karşılık devletler, başka ülkelere giden vatandaşlarının haklarını korumaya çalıştılar. Osmanlı Devleti, hem kaybedilen topraklardan yaşanan göçler hem de kapitülasyonlardan kaynaklı suistimaller dolayısıyla değişen tabiiyet algısıyla çok geçmeden tanıştı. 19. yüzyıl, Osmanlı Devleti için tabiiyet konusunda da değişimin yaşandığı bir dönemdir. Gayrimüslimler gerek göç neticesinde gerekse himaye sayesinde başka ülke vatandaşı olarak Osmanlı Devleti’ne sorun çıkartıyordu. Bu kitapta 19. yüzyıl ve sonrası ağırlıklı olmakla birlikte Osmanlı Devleti’nin karşılaştığı tabiiyet sorunları ve çözümlerine yönelik girişimleri incelenmiştir.
Internet Explorer tarayıcısının 9.0 ve daha eski sürümlerini desteklememekteyiz. Web sitemizi doğru görüntüleyebilmek için tarayıcınızı güncelleyebilirsiniz, güncelleyemiyorsanız başka bir tarayıcıyı ücretsiz yükleyebilirsiniz.