Bu Kitabın yazarı, Fletcher Knebel, başarılı bir politika muhabirliğinden, "Mayıs'ta Yedi Gün" adlı eseriyle siyasal romancılığa geçmiş, "Aday-Dark Horse" ile bu alandaki başarısını da bütün dünyaya kabul ettirmiştir.
Bu kitap, yozlaştırılan demokrasilerde seçim çarkının işleyişini, Amerika'da başkaların nasıl seçilip kimlere hizmet ettiğini öyle gerçekçi ve vurucu bir biçimde anlatmaktadır ki, yayınlandığı her ülkede Aday tahminlerin üstünde ilgi görmüş, en çok satan kitap listelerinde aylarca baş köşeyi tutmuştur.
841'de New York'ta yaşayan Solomon Northup, kendisini müziğe adamış siyahi bir adamdır. Ailesiyle birlikte yaşayan Solomon, özgür yaşayan ve istediği şeyleri yapabildiği için mutlu bir adamdır. Fakat bir gün bir müzik işi için 2 adam ile tanışır ve çalışmak için Washington'a gider. İnandığı medeni dünya alt üst olur çünkü kendisini kaçırıp Güney'de bir çiftlikte köle olarak çalışması için satarlar. Özgürlüğünü korumak için verdiği tüm emekler ve mücadele yerle bir olmuş, hayatı kabusa dönmüştür. Bu cehennemde Solomon acıyı, şiddeti, küçük düşürülmeyi yeniden öğrenecek ve isyan etmeye cesareti olmayan bir grup insanın umutsuzluğuna şahit olacaktır. Sevdiklerini ve hayatını geri almak için ne yapması gerektiğini kesinlikle bulmuştur...
Aynı isimle filme de aktarılan 12 Yıllık Esaret bir nefeste okunacak bir şaheser.
Kendi yaşamından kaynaklanan olağanüstü serüvenlerle dolu yapıtlarıyla ABD’nin ve dünyanın en önemli yazarlarından biri olan, ülkemizde de birçok yapıtı yayımlanan ve çok tanınan Jack London’un (1876-1916) gerçek gözlemlerden oluşan bir kitabını sunuyoruz: Jack London, "Uçurum İnsanları"nda işsiz bir gemici kılığına girerek yaşadığı Londra’nın Doğu Yakası’nın gerçek yaşamını anlatıyor. Günümüzün toplumsal sorunlarına ışık tutan bir kitabında yazar, parklarda, sokaklarda, yoksulevlerinde yaşayan ve "uçurum insanları" denilen insanları gözlerimizin önüne seriyor.
İç Savaş’ın yerle bir ettiği dünyada yapayalnız, umarsız kalan insanların yaşam mücadelesini destansı bir anlatımla gözler önüne seriyor Forrest Carter. Okurların "Küçük Ağaç’ın Eğitimi" ve "Dağlardan Sorun Beni" kitaplarından çok iyi tanıdığı Carter, bu kez karısını ve çocuğunu İç Savaş’ın acımasızlığına kurban veren kanun kaçağı Josey Wales’in öyküsünde, hayatta kalmak için amansız mücadele veren insanların ortak trajik yazgısını yerlilerle iç içe geçmiş kıran kırana bir ölüm kalım mücadelesiyle anlatıyor. Western tadı verse de, klasik "iyi kovboylar-kötü yerliler" kalıbını kırarak resmi görüşün zihnimize kazıdığı görüntüleri tam tersine çeviriyor. Kendi yaşamlarını, kendi topraklarını, kendi inanç ve geleneklerini savunmaya çalışan insanların öyküsüyle bir destan yaratıyor.
F. Scott Fitzgerald, 1919 1 Mayıs’ını Caz Çağının başlangıcı ilan eder. Yazarın zengin deneyimini içeren 1 Mayıs anlatısı, farklı kişilerin ve çevrelerin buluştuğu iyi dengelenmiş izlenimci öykülerinin ilkidir. Savaş sonrası Amerika’sındaki bolluk ve baskının eşlik ettiği, geride Manhattan’ın gürültüsünün duyulduğu, farklı kesitlerden insanların bir araya geldiği iç içe geçmiş olaylar örgüsüyle işçi ayaklanmalarından, balolara açılan geniş bir yelpazede duyarlı anlatımıyla F. Scott Fitzgerald caz çağının başlangıcını ilan ediyor.
Diplomasi ve askeri müdahale sonuçsuz kaldığında, başvurulacak bir üçüncü seçenek daha vardır... Beyaz Saray’a yapılan terörist saldırının yaraları henüz sarılırken, CIA’in üst düzey anti-terör ajanı Mitch Rapp’e yeni bir görev verilir. Hedefi, dünyanın en güçlü terör destekçilerine çok gizli teknoloji satmayı planlayan ünlü bir Alman sanayicisidir. Ancak Rapp’ın bilmediği, bu görevin arkasında, kendi hükümeti içinde yer alan ve onu bir piyon gibi kullanmak isteyen gizli güçlerin olduğudur...
"Senin bir görevin var, Gezgin Jack." demişti Speedy ona. "Yakanı bırakmayacak bir görev. İşin doğrusu bu. Keşke böyle olmasaydı." Jack Sawyer’in, ölmek üzere olan annesini kurtarabilecek, ana-oğul yok etmeye uğraşan düşmanı yenebilecek tek şey o Tılsım’dı. Ama Jack amacına ulaşabilmek için yalnızca Amerika Birleşik Devletleri’ni baştan başa geçmekle kalmayacak, inanılmaz güzelliklerle ve korku dolu tehditlerle dolu Diyar topraklarına da aşmak zorunda kalacaktı. Jack Diyar’a gittiği zaman, orada kendi dünyamızın Karanlık Çağı’ndan pek az farklı bir dünya bulur. Havası billur gibidir. Bir mil ilerdeki tarladan bir turp sökülse, kokusu gelebilmektedir. Ama o dünyada hayatlar, iyiyle kötü arasındaki sürekli çatışma arasında mum alevi gibi kolaylıkla sönebilmektedir. Jack orada "İkizler"i keşfeder. Bunlar dünyadan tanıdığı bazı kimselerin kişiliklerinin yansımasıdır. İçlerinde en önemlisi, Jack’in annesinin ikizi olan Kraliçe Laura’dır. Kraliçe Laura’da ölüm yatağındadır. Bu dünyadan pek az insan Diyar’a geçiş yapabilmektedir. Jack’in ölen babası bu işi yapabileceği gibi, onun kötü yürekli ortağı Morgan Sloat da yapabilmektedir. Jack’in de yapabileceği ortaya çıkacaktır. Jack, Tılsım’ı almak üzere batıya doğru yol alırken her adımda karşısına yürek durduran tehlikeli serüvenler çıkmaktadır. İndiana’da bir başıboş çocuklar yurdunda hapsedilip orayı yöneten sadist, dindar bir fanatik tarafından işkenceye uğramaktan tutun da, Kraliçe Laura’nın düşmanlarının saldırılarına uğramaya kadar. Ama Jack kararlıdır.
Caroline üniversite mezunu entelektüel bir genç kız olsa da, tek istediği büyük aşkı Eddie’nin karısı olabilmektir. Fakat Eddie’nin onu nişanlıyken terk etmesinin ardından kendini iş dünyasında hırslı bir kadın olarak bulur. Masum ve güzel taşra kızı April, zengin Dexter’ın hayatına girmesiyle büyük bir değişim yaşar. Erken yaşta evlenip boşanmış bir anne olan Barbara, evli bir adama beslediği derin duygular yüzünden kendisiyle hesaplaşmaktadır. Yetenekli ve özgür ruhlu Gregg ise asi yazar David’e hastalıklı bir şekilde tutulmuştur... Kadınların bağımsızlıklarını henüz ilan etmedikleri yıllarda kariyer yapmaya çalışan genç kızlara ayna tutan Her Şeyin En İyisi öylesine yankı uyandırdı ki 1959’da aynı adla çekilen filmi 2 dalda Oscar’a aday gösterildi. Günümüzdeyse Mad Men dizisinin ilk sezonunda sıkça ekrana yansımasıyla yeniden popüler oldu. Kitabın bu başarısı şaşırtıcı sahiciliğinden ileri geliyordu. Çünkü Caroline’ın da dediği gibi: "Herkes yaşadığı şeylerin sadece kendi başına geldiğini düşünür; başkalarının da aynı sorunları yaşıyor olabileceği, aynı şeyleri hayal edebileceği kimsenin aklına gelmez."
Little Tall Adası sakinleri, kuzeydoğudan esen korkunç fırtınaya defalarca maruz kalmıştı ama bu sefer durum çok farklıydı. Fırtına, beraberinde çok daha kötü bir şeyi de beraberinde getirmişti çünkü. Adaya ilk kar taneleri düşerken, yaşlı Martha Clarendon kelimelerle anlatılamayacak kadar korkunç bir şekilde öldü. Bu ölümün sorumlusu Andre Ligone’ydi ama kendisini yakalamaya geleceklerini bildiği halde, gümüş kurt başlı bastonuyla Martha’nın koltuğunda oturmuş bekliyordu. Ada sakinlerini birbirleriyle, en kötüsü de kendi kendileriyle karşı karşıya getiren bu zihin okuyucu şeytani adam, kısa sürede tam bir kabus haline geldi. İğrenç sırların kanlı işaretlerle, büyünün ölümcül gerçeklerle iç içe geçtiği ve çocukların bile ölümü enselerinde hissettiği bu kabustan kurtulabilmenin ise yalnızca tek bir yolu vardı. Ligone de onu öneriyordu zaten: "Bana istediğimi verin, gideyim!" Tüm zamanların en iyi korku romanı yazarı Stephen King, ABC televizyonunca dizi yapılan bu kitapta insanın içini ürpertiyor.
Aşk, evlilik, kariyer ve bir de bebek... Pek çok kadının istediği bunlar değil midir? Ama yaşamdaki sarsıntılar, tam da her şey yolunda gidiyor derken tm dünyanızı altüst edebilir. Weiner bu kitabında cicim aylarından sonra evliliklerde neler yaşandığını her zamanki sıcak ve esprili diliyle okuyucuya nakletmekte ve üç kilo ağırlığında bir canlının bir kadının çevresindeki dünyayı algılayış tarzını nasıl değiştirebildiğini gösteriyor. Küçük Depremler, özellikle annelerin kendilerinden birçok şey bulabilecekleri, aşk ve evlilik platformunda yaşanan bazem komik bazen de tarjik olayları bir araya getiren, samimi bir roman.
Harry Bosch, tam anlamıyla bir uçurumun kenarındadır. Depremden hasar gören evi oturulmaz raporu ile lanetlenmiş, kız arkadaşı terketmiş, o da kendini içkiye vermiştir. Yanında çalıştığı başkomisere saldırması bardağı taşırır ve Los Angeles polis departmanı rozetini iade etmek zorunda bırakılır. Evine kapanan Bosch, bir yandan ruhsal tedavi görürken, bir yandan da 1961 yılında işlenen faili meçhul korkunç bir cinayeti incelemeye başlar. Hunharca öldürülen bu genç fahişe, Harry Bosch’un öz annesinden başkası değildir. Bosch’un kafasını kurcalayan sorular, yıllar sonra bile Los Angeles politikacılarını huzursuz etmeye yeter. Gerçeğin derinlerde gömülü kalmasını istemektedirler sanki. Ama dedektif Harry Bosch, katili bulmayı kafasına koymuştur bir kez...
Bakış açısı soluk kesen bu heyecanlı romanla Danielle Steel bir kere daha kendini aşmış, kişisel yaşamlarıyla tarihsel olaylar arasında savaş veren kadın ve erkeklerin unutulmaz bir öyküsünü daha yaratmıştır.
Mario Puzo’nun son kitabı Omerta, adını örgüt üyelerinin onurunun simgesi olan ‘suskunluk yasası’ndan alıyor. New York’un Mafya liderlerinden Raymonde Aprile bir suikaste kurban gider. Aprile, "Merhamet kötü bir alışkanlıktır. Sahip olmadığımız güçler için hak iddia etmektir ve kurbana karşı işlenen affedilemez bir suçtur." düşüncesiyle hareket etmiştir yaşamı boyunca ve merhamet etmeme sırası, kendi yerine geçmesi için yetiştirdiği yeğeni Astorre’dadır şimdi. Ama Baba Aprile’in katili kimdir? Mafya liderlerinin çoğunu hapse atan FBI ajanı Kurt Cilke mi? Bir türlü köşeye sıkıştırılamayan bir başka Mafya lideri Timmona Portella mı? Uluslararası karanlık ilişkilerin bir numaralı adamı diplomat Marriano Rubio mu? Yoksa bilinmeyen başka güçler mi? Ne var ki, ‘Omerta Yasası’ yürürlüktedir. Hem de her yerde!.. Ama Astorre, okuru korkunun, gerilimin ve ölümün soğuk labirentlerinde dolaştırmaya çoktan karar vermiştir. Omerta, Mario Puzzo’nun "son" başyapıtı...
Çok sevdiği büyükannesinin ölümünden sonra Rain, Hudson ailesinin muazzam arazisinin ortasında kendini korkunç bir savaşın içinde bulur. Milyonlarca doların varisi olunca, kendisini kabul etmek istemeyen annesi, kendi çıkarlarından başka bir şeyi düşünmeyen üvey babası ve hain teyzesi Victoria’nın hışmına uğrayacak, sahibi olduğu servet, dünyasının kararmasına ve peş peşe gelen felaketlere engel olamayacaktır. Korkunç bir fırtınanın ortasında yapayalnız kalan Rain, umutsuzluklar içerisinde bocalarken, Hudson servetinin bile geri getiremeyeceği pembe rüyaları rüzgarın kanatlarında yok olur. Kurtuluş umudu aniden hayatına giren ve ona sevgisini kayıtsız şartsız sunan bir yabancıya bağlanır. Kalbinin bir türlü kurtulamadığı geçmişinin pençesinde bulan Rain, acıların ve kederin korkunç girdabına kapılmıştır.
Ölümle burun buruna geçen bir takibin sonunda San Francisco Polis Departmanı’ndan Teğmen Lindsay Boxer, ansızın bir karar vermek zorunda kalır: Meşru müdafaa yaparken silahını ateşler ve bu, polis departmanının itibarını kaybetmesine, kamuoyunun ikiye bölünmesine ve bir ailenin mahvolmasına yol açacak olaylar zincirinin başlangıcı olur. Lindsay’in uğruna savaş verdiği her şey, artık on iki jüri üyesinin vereceği karara bağlıdır. Mahkeme öncesi Lindsay olağanüstü güzellikteki Half Moon Koyu’nda inzivaya çekilir. Ama çok geçmeden ortaya çıkan bir dizi tüyler ürpertici cinayet, bölge halkının huzurunu kaçırır. Ne bir tanık ne de bir ipucu vardır. Ancak kilit bir detay Lindsay’e çözemediği ve ona kabuslar yaşatan bir cinayet vakasını hatırlatır. O ve Cinayet Kulübü’nün diğer üyeleri bir yandan mahkemede kendilerini aklamaya çalışırken, diğer yandan da gerçeğin üzerini örten gizi kaldırmaya çalışacaklardır.
Paris Armstrong başına geleceklere hazırlıklı değildi. İki yetişkin çocuğu, Connecticut’da güzel bir yuvası vardı, hayatından ve evliliğinden memnundu. Yirmi dört yıllık eşi, önemli bir mesele görüşmek istediğini söylediği zaman da olacakları tahmin edemedi. "Boşanmak istiyorum," dedi Peter. Yirmi dört yıldır taparcasına sevdiği kocası, genç bir kadın yüzünden onu bir kenara atmıştı. Kocası ve otuz bir yaşındaki sevgilisi gelecek için planlarını çoktan yapmışlardı ve Paris’i paramparça olan hayatının ortasında yapayalnız bırakıyordu. Birkaç gün sonra Peter evden gitti. Paris, ertesi günü nasıl geçireceğini bilemedi oysa tüm yaşamını nasıl geçireceğine karar vermek zorundaydı. Bundan daha acı bir görev olamazdı. Günlerce eve kapanıp ağladı. Ondan sonra yakın arkadaşlarının iyi niyetli, fakat ona ıstırap veren "uygun birini bulma" çabaları başladı. Danielle Steel, en çok satan kitaplar listesine giren elli yedinci romanında yalnız kalan ve hayatının ikinci baharını yaşayan bir kadının heyecanlı ve korkunç flört oyunlarının girdabına kapılışını ustalıkla anlatıyor.
Dünyaca ünlü bir süper model, başarılı bir TV yönetmeni, hırslı bir avukat, sanata aşık bir ressam Bu dört kız kardeş, 4 Temmuz Bayramı için her yıl olduğu gibi Connecticut’taki baba evinde toplanırlar. Tatilin başında aile korkunç bir felaketle sarsılır ve dünyaları altüst olur. Umutların tükendiği anda kenetlenen aile, sürprizlerle dolu yeni ufuklara hep birlikte yelken açabilecek mi? Danielle Steel her zamanki etkileyici üslubu ve duygusallığıyla sevmesini ve gülmesini bilen, mücadeleden yılmayan, hayatları ayrılmaz bir bütün gibi dokunmuş dört kız kardeşin birbirlerine bağlı yaşamını anlatıyor. Aynı zamanda sevinci, kederi, duygu ve ruh bütünlüğüyle özdeşleştirdiği olaylarla ve mucizelerle yüklü bir hayat dersi veriyor.
Internet Explorer tarayıcısının 9.0 ve daha eski sürümlerini desteklememekteyiz. Web sitemizi doğru görüntüleyebilmek için tarayıcınızı güncelleyebilirsiniz, güncelleyemiyorsanız başka bir tarayıcıyı ücretsiz yükleyebilirsiniz.