İkinci Dünya Savaşı sonrası Sovyetler Birliği’nde babasız evler, kendilerini büyüten çocuklar, yoksulluk ve açlıkla mücadele eden anneler, yerle bir edilmiş ahlaki değerler, insan ilişkilerindeki derin boşluk… Keçiyi Beklerken’in iki çocuk kahramanı böyle bir coğrafyada yersizliğe, yurtsuzluğa, şiddete ve sınıf ayrımına direnen iki kardeştir. Daha iyi bir yaşam arayışının yıkımla son bulacağından habersiz otoriteye baş kaldırırlar. Dubrovin’in bu trajik hikâyesi Galina Yurkova yönetmenliğinde Frantsuz (1988) adıyla sinemaya uyarlandı.
Kayıp dünyayı bulduktan ve Güney Amerika seyahatinden döndükten sonra Profesör Challenger çalışmalarına devam eder ve yeryüzündeki yaşamla ilgili rahatsız edici bir gözlemde bulunur. Profesör Summerlee, Lord John Roxton ve muhabir Ed Malone’u evine davet eder ve dünya zehirli bir dalganın etkisine girerken hep birlikte bununla mücadele etmeye çalışırlar. Hazırladıkları oksijen odasına sığınarak pencereden gezegendeki hayatın yok oluşunu izlerler. Kuşlar gökyüzünden yere düşer, trenler çarpışır, yangınlar çıkarken evrendeki olasılıkları ve insanın varoluş amacını tartışırlar. Profesör Challenger’ın Kayıp Dünya’dan sonraki ikinci macerası olan Zehirli Dalga 1913 yılında yazılmış ve Arthur Conan Doyle’un bilimkurgu türünde de ne kadar usta olduğunu göstermiştir.
1799’da Napoleon Bonaparte'nin Akka Kalesi kuşatmasından birkaç ay önceki bir savaşta ölümcül bir yara alan genç bir Türk askeri bir Fransız kaptan tarafından kurtarılır. Mısır'ın belki de en zengini olan bu genç asker, yani Kamil Paşa, açgözlü ailesinden ve ailesinin kışkırttığı Kavalalı Mehmed Ali Paşa'dan kaçırdığı mirasını bilinmeyen bir adaya gömer. Ancak kurtarıcısını unutmamıştır. Yıllar sonra, hazinenin saklı olduğu adanın enleminin belirtildiği mektubun mirasçısı gözüpek Saint-Malolu Pierre Antifer, yeğeni Juhel, dostu Gildas Trégomain’le birlikte hazinenin peşine düşer. Onlara, miras hükümlerinin yerine getirilmesiyle görevlendirilen İskenderiyeli noter İbni Ömer ve Kamil Paşa’nın mirasından mahrum ettiği yeğeni Murad'ın oğlu kötü niyetli Sauk da sahte bir kimlikle katılınca grup tamamlanmış olur...
Soykırım ve İnsan Zulmünün Kökenleri
Anthony Storr’un en son bulguları ve psikoterapist olarak kendi birikimlerini dikkate alarak tamamen yeniden kaleme aldığı İnsan Yıkıcılığı, insanlığın kötülük kapasitesini inceliyor. Kitap saldırganlık, nefret ve zalimlik kapasitemizle alakalı psikolojik ve psikiyatrik bulgular sunuyor. Storr soykırım, ırksal çatışma ve şiddetin büyük ölçekli diğer dışavurumlarına ışık tutma çabasıyla, bizleri bireysel davranışlardan grup ve ulusların davranışlarına dair kolay çıkarımlar yapmamamız için uyarıyor ve agresif kişilik bozuklukları, sadomazoşizm ve paranoyak hezeyan mekanizmaları üzerine aydınlatıcı tartışmalar açıyor. İlk kez 1972’de yayımlanan İnsan Yıkıcılığı, insan ruhunun bazı en karanlık köşelerini aydınlatan bilimsel, kapsamlı bir çalışma.
“Yeni keşiflerin prestijini göz önüne alarak, konunun eski kısımlarının büyük miktarda unutulacağının muhtemel olduğunu ve onları fiziğin bir yandan denizcilik ve topçuluğun gereksinimleriyle karşılıklı etkileşimin, diğer yandan ise felsefi ve dini düşüncelerin gelişimiyle karşılıklı etkileşimin bir sonucu olarak büyüdüğü yola bir rehber olarak genç fizikçilerin zihinlerinde tutmak için bir şeyler yapmak gerektiğini hissettim.”
J.D. Bernal Ünlü fizikçi ve bilim tarihçisi J.D. Bernal Londra Üniversitesi, Birkbeck Kolejinde fizik birinci sınıf öğrencilerine verdiği dersleri kitaplaştırdığı ve özgün basımında alt başlık olarak ‘’İnsanın Uzantısı’’ ifadesini kullandığı bu eserinde, antikçağdan klasik fiziğin, yani on dokuzuncu yüzyılın sonuna, atomun ve göreliliğin keşfinden hemen öncesine kadar fiziği anlatmayı amaçlamaktadır. Atom fikrini ortaya atan Demokritos’tan modern fizikçilerin atomuna kadar kesintisiz bir bağın olduğunu savlayan Bernal, tarihsel yöntemin fiziğin temel kavramlarına uygun bir giriş olacağını savunarak, kitabın okurlarına konunun teorik ve pratik yönleri arasındaki etkileşimi göstermeye çalışmaktadır.
“Bilgin olarak bilinen J. D. Bernal, olağanüstü bir adam ve çok yönlü bir karakterdi. Kendisi hiçbir zaman Nobel Ödülü kazanmamış olsa da, Dorothy Hodgkin, Max Perutz ve Aaron Klug da dahil olmak üzere seçkin öğrencilerinden bazıları Nobel aldı. Bu kitabı fizik öğrenmeye başlamak isteyenler için harika bir giriş niteliğinde.” – Andrew Brown
Hem düzyazı hem de manzum olarak dünyanın en büyük hikâye anlatıcılarından biri olan Puşkin, Rusya’nın ilk gerçek edebi dehasıdır. Rus halkını tasvirindeki yeteneği, açık, canlı ve tutkulu hikâyelerde belirginleşir. Daha çok şiirleriyle tanınsa da ulusal kültürü zarif ve abartısız bir mizahla ortaya koyan hikâyelerinde günlük dilin kullanılmasına öncülük etmiştir. Onun hikâyeleri kendi başlarına büyüleyiciliklerinin yanında Turgenyev, Tolstoy ve Dostoyevski’nin büyük romanlarının üzerine inşa edildiği temel taşlarıdır. Yalın ve gerçekçi üslubuyla Byelkin Hikâyeleri; Puşkin’in romancılığı için önemli bir adım olan Dubrovski ve Büyük Petro’nun Arabı; Petersburg sosyetesinin ince bir alaycılıkla işlenen eleştirisi Maça Kızı; modern dille ve ustalıkla kurgulanmış Mısır Geceleri; otobiyografik bir anlatımla sunduğu, güçlü doğa tasvirileriyle bezenmiş Erzurum Seyahati, tarihsel kurmacayı Rus masallarının araçlarıyla birleştiren romanı Yüzbaşının Kızı, Roslavlev ve diğerleri Puşkin’in çizimleri ve elyazmalarıyla birlikte.
İletişim alanının önde gelen profesörlerinden Arthur Asa Berger’in Kültür Eleştirisi, kültür kavramına dair netlik kazanmak isteyen herkesin ve özellikle öğrencilerin, deyim yerindeyse, imdadına koşuyor. Edebiyat teorisinden Marksizme, psikanalizden göstergebilim ve sosyolojiye kadar pek çok kavram bu çalışmada son derece sade ve anlaşılır bir dille çok sayıda örnekle anlatılıyor. Kitabın meramı yazarın şu sözlerinde de ifade buluyor: “Etrafınızdaki dünyayı farklı görmeye başladığınızda ya da bu kitapta öğrendiklerinizi medyaya, politikaya, sanata, popüler kültüre ve gündelik yaşamın çeşitli yönlerine uygulayabileceğinizi düşündüğünüzde bu yapıt amacına ulaşmış olacaktır.”
“İleride popüler kültür alanını tanımlamaya yönelik başka girişimler de olacaktır, fakat Arthur Asa Berger’in eseri, onlar için de örnek alınacak önemli bir başarı olarak kalacaktır.” —Garth S. Jowett, Film: The Democratic Art’ın yazarı
20. yüzyılda en çok etki yaratmış psikoterapistlerden R. D. Laing’in başyapıtı sayılabilecek Bölünmüş Benlik ilk kez yayımlandığı 1960’ta kamuyounda çığır açmış ve deliliği algılama tarzımızı büsbütün değiştirmişti. Laing, birlikte çalıştığı hastaların vaka incelemeleri üzerinden psikozun tıbbi bir rahatsızlık değil, “bölünmüş bir benliğin,” yani içimizdeki iki persona arasındaki gerilimin sonucu olduğunu iddia etmişti: Bir yanda sahici, özel kimliğimiz, öte yandaysa dünyaya sunduğumuz sahte, “aklı başında” benliğimiz. Kişisel yabancılaşma sorununu zengin bir varoluşçu mercekten çözümleyen ve hastayı tedavinin yeniden merkezine yerleştiren Bölünmüş Benlik, psikoterapiyle ilgilenen herkesin başucu kitaplarından biri olmaya devam ediyor.
“Laing kendi çağının psikiyatrik ortodoksisine kafa tutmuş… 1960’ların karşı-kültürünün bir ikonu.” –The Times “Dr. Laing gerçekten de çok önemli şeyler söylüyor… Bu sahiden hümanist bir yaklaşım.” –Philip Toynbee, Observer
“Tanrı ve inanç hakkındaki dünkü sohbet, beni, gerçekleştirmek için bütün hayatımı adayabileceğim muazzam bir düşünceye sevk etti. İnsanlığın gelişimine, İsa’nın dinine uygun ama bütün gizemlerden ve pratik dini ritüellerden arındırılmış, öbür dünyadaki mutluluğu değil yeryüzündeki mutluluğu veren yeni bir din yaratma düşüncesi.
Bu düşüncenin gerçekleşmesi için bunu amaç edinen nesiller gerektiğini biliyorum. Bir nesil bu düşünceyi diğerine miras bırakacak ve bir gün fanatizm ya da akıl onu hayata geçirecek. İnsanları dinle birleştirmek için bilinçli bir şekilde hareket etmek, işte beni içine alacağını umduğum düşüncenin temeli budur,” diye yazıyordu 1855 yılında günlüğüne. Geri kalan yaşamının büyük bölümünü din üzerine çalışmalara ayıran Tolstoy, belki de kendi hayalinin bir gün gerçekleşebileceğini düşünebilmemiz için bu büyük mirası gelecek nesillere bıraktı.
19. yüzyılın ortalarından başlamak üzere Rusya’ya yayılan “Halkçılık” hareketinin ve düşüncesinin sonucu olarak geniş kitlelerin eğitimi sorunu, aydın kesimi olduğu kadar Çarlık hükümetini de etkilemiştir. Köy okulları açılmaya, yaygınlaştırılmaya başlanmıştır. Ancak gerek okulların fiziki koşulları gerekse zorunlu derslerin içeriği, öğretmenlerin yetersizlikleri başta Tolstoy olmak üzere aydınları adım atmaya zorlamıştır. Tolstoy Avrupa seyahatlerinde incelediği eğitim konusunu, kendi yaşam deneyimleriyle birleştirerek Yasnaya Polyana’da deneysel bir okul kurar. Siyasal nedenlerle bu deneyimi sürdüremese de o dönemde eğitim üzerine yazdığı makalelerin, eski tip eğitimcilerle yaptığı tartışmaların, eğitim ve öğretim üzerine düşüncelerinin, okulundaki derslerin veriliş biçiminin etkilerini günümüz eğitim sisteminde görmek mümkündür. Tolstoy yazarlığının ötesinde neyin, nasıl, ne amaçla yapılması gerektiğini gösteren ender eğitimcilerden biridir.
Tolstoy en olgun çağında insanlara rehberlik edecek ve fikirlerini derli toplu verecek bir eser yarattı:
Bilgelik Günlüğü. Bu kitap Tolstoy'un ve onun kendine yakın bulduğu düşünürlerin görüşlerinden oluşan bir takvim. İyilik, mutluluk, yardımlaşmadan vejetaryenliğe, alçakgönüllülüğe ve duaya dek birçok konuda düşünceler içeren bu kitap Rus Devrimi öncesinde Tolstoycular tarafından çokça okunsa da, Sovyet döneminde yayımlanmadı.
Tekrar gün ışığına çıktığı günden beri büyük ilgi gören Bilgelik Günlüğü, Türkçeye ilk kez tam olarak, Tolstoy'un hazırladığı şekliyle, haftalık okuma olarak seçtiği öykülerle, yazılarla birlikte çevrildi.
“Bu kitabın konusu Osmanlı İmparatorluğunun tarihi değil; yirmi bir kuşak boyunca otuz altı sultanla bu imparatorluğu yöneten ailenin; yani Osmanlı hanedanlığının öyküsüdür. Kitaptaki bölümler, bu ailedeki sultanların, onların eşlerinin ve çocuklarının önce Topkapı Sarayında, daha sonra da Boğaz’daki diğer saraylarda, 1923’te imparatorluğun sona erişine dek saltanat süren insanların yaşam öykülerini anlatmaktadır. Günümüzde bu saraylar müzeye dönüştürülmüş olsa da, odalarında bir zamanlar burada yaşayan sultanların varlıkları hâlâ hissediliyor ve sarayın her köşesine sinmiş anılar, Dar-üs Saade’deki [Saadet Evi] çok özel yaşantıları bilenler için, canlanmaya hazır bekliyor.”
Internet Explorer tarayıcısının 9.0 ve daha eski sürümlerini desteklememekteyiz. Web sitemizi doğru görüntüleyebilmek için tarayıcınızı güncelleyebilirsiniz, güncelleyemiyorsanız başka bir tarayıcıyı ücretsiz yükleyebilirsiniz.